Ali Engin Yurtsever: Minbic’e Saldırı ve Savaşın İçinde…

Yazarlar

 

        Artan bir şekilde gündemimize politikanın askeri yönünün ağırlığı giriyor. Sorunların diyalog, parlamento, temsilcilerle açık-gizli konuşmalar veya devletin kendiliğinden çözüme dair adımları atması gibi yöntemlerle konuşulması rafa kaldırılarak, “duvardan indirilen tüfeğin patladığında” çıkaracağı sesin huşu içinde dinleneceğinin hesabıyla parmakların tetiğe dokunmasını görüyoruz.

       Türk devletinin elinde politik olarak söyleyeceği bir söz, atacağı bir adım kalmadığı için veya bu konuda sakladıkları bir “koz” kaldıysa kullanmayı erteleyerek tamamıyla askeri teorik ve pratik yönteme odaklanmış durumda görünüyor. Bu politik adımını da haklı ve tarihsel temeli olan bir gerçeklikten ve halk desteğinden almıyor, ‘güc’e dayalı, ‘zor’u kullanarak alıyor. Kaybedecek olmalarının başlangıç noktalarından biri bu yöntemdir. “Güc’ün” sürekli ve belirleyici olması için dayanacağı ilk temel; ekonomiye dayalı ve üretimin desteğiyle meydana gelen birikimdir. Yani gücü kullanan bir devlet veya benzeri oluşum bu gerçeklik olmadan hareket edemez, etse de “tek atımlık barut” misali bir hareket sağlar. Bu nedenle ‘güç’ denilen kavramın pahalı olduğunu bilmek zorundayız ve politika oluştururken bunu dikkate almak zorundayız.  Kullanılan güç, eldeki bütün parayı alır. Ekonomik üretimin yeteri kadar olmadığı koşullarda kullanılan güç halkın yoksullaşmasının, ahlaki çöküntünün önünü açar. Çünkü haksız bir savaşı sürdüren taraf, bu haksızlığın bedelinin ödetileceğini bilerek geleceğe yatırım yapar. Artan vergiler, çöken bürokrasi, silahların alımından kazanılan “komisyonlar” gibi etkenler devlet kasasının hızla boşaltılmasına yol açar. Ancak bu soygunun üstünün örtülmesi için iktidar sahiplerinin altın kuralı vardır: “bir merminin fiyatını biliyor musunuz?”…

     Sağlam bir ekonomisi olmadığı için elindeki gücün bedelinin ödenmesinin gittikçe zora düştüğü Türk devletinin bu gücün bedelini ödeyemeyecek aşamaya gelmesinin uzak olmadığını, bunun da devletin niteliğinin değiştireceğini, bir devrim durumunun koşulları olduğunu teorik olarak yazmak gerekir. Pratiğe dökülmesinin ise nesnel koşullara bağlı olduğunu bilmek yolumuzu aydınlatır. Çünkü pratik her zaman teoriyi yalanlar, eksikliğini ortaya çıkarır. Bugün Türk devletinin sosyalist düzeyde bir değişime yol açmasını sağlayacak devrimci bir niteliğin varlığı çok zayıf ve güçsüzdür. Devrimci niteliğe sahip yapılar tam anlamıyla kitle desteğine sahip değiller ve faşizmin baskısına  karşı olan güçleriyle direnmektedirler. Bunun dışında kalan ve sosyalizme hakaret eder gibi kendilerinin devrimci olduğunu iddia edenlerin ise devletin “sol maskesini” takmaktan öte bir vasıfları yoktur. Emek ve özgürlük ittifakı içinde yer alanlardan bazıları da dahil olmak üzere.

   Türk devletinin desteğiyle Minbic’e saldırı düzenleyenlerin kim oldukları bir yana, bu saldırının arkasında Türk devletinin olduğunu ve yeniden, daha kapsamlı olarak diğer bölgeleri de kapsayarak başka bir saldırıya şimdiden hazırlandıkları gizli bir bilgi değildir. H. Fidan tarafından yapılan “Dêrazor başlangıç” açıklaması çoktandır elde tutulan silahların tetiğine parmakların dokunulacağını ifade etmektedir. Odağında Rojava’nın olduğu savaşın tarafları ve bu tarafların çıkarları doğrultusunda oluşturdukları politikalar yakın süreçte netlik kazanacaktır. Çünkü hiçbir savaş aynı koşullarda, uzun süreli sürdürülmez. Bu durum hem her iki taraf için çürümeyi, beraberce kaybetmeyi getirir, hem de hayatın gerçeğine aykırıdır. Birinden biri mutlaka tasfiye olacaktır. Közlenmeye bırakılan şimdilerde yeniden alevlenen Ermenistan-Azerbaycan savaşına bu sefer müdahil olacak devletlerin güçleri ve hesapları Türk devletinin bu adımlarını boşa çıkaracak niteliktedir. Filler olmadan çayırda istediği gibi zıplayabilen ama filler savaşınca ayaklar altında ezilip gidecek ölçüde güçsüz sayılan Türk devleti, son mermisini ezeli düşmanı Kürtlere harcamaya baştan sevdalı. Ne de olsa “Kürt askeri görmesin” düsturundan hareket ediyor.

     Hiç kuşkusuz PKK-Türk devleti arasındaki savaş bütün Kürtleri de içine alacak bir şekilde genişleyen ve literatürdeki tanımı açıkça bir isyandır. Bu gerçeklik her iki tarafın kitlesini şu iki tercihten birini seçmekle karşı karşıya bırakmıştır: ya isyancıların, ya da sömürgeci faşizmin tarafında yer almak. Bundan başka bir tercih bulunmamaktadır. Böylesine keskinleşen ve gündeme oturan bir savaşın içinde “sakinlik” önerenler, eğer isyancıların saflarında görünüyorlarsa, bilinmelidirki bu “sömürgeci faşizmin utangaç elçiliğinden” başka bir şey değildir. Bir yanda canlarını ortaya koyanlar varken, onların kaderlerinin dışında olmak vicdanlara sığmaz.

     Bir isyanın temel karakteri ise hedefidir. Bir isyan eğer iktidarı hedeflemiyorsa, bu isyan ne kadar soylu, ne kadar kahramanca olursa olsun yenilgiye uğramaya mahkumdur. Nesnel olarak silahın eleştiri olarak kullanıldığı politik bir eylem, savaştığı güce belirli bir noktadan sonra ortak toplumsallık önerisinde bulunursa kaybetmeyi kabul etmiş demektir. Çünkü isyana gerekçe olarak insanlar öldüler, öldürüldüler. İsyanın gerekçeleri de ortadan kalkmış değildir.

       Türk devleti yakın süreçte tarafını netleştirmeyenleri, eşitsiz savaşta “sakinlik” önerenleri ve onca yaşananlara rağmen kendisinden umut bekleyenleri tekzip edecektir. Çünkü diyalektik bunu göstermektedir.

İlginizi Çekebilir

Macron, Bangladeş’i ziyaret edecek
Leyla Güven’in ‘AKP-MHP hesap verecek’ sözlerine dava açıldı

Öne Çıkanlar