Günümüz dünyası neredeyse sınırlardan oluşan bir hayatın varlığıyla hepimizi kuşatmış halde duruyor. Bireylerin, toplumların ve devletlerin yarattığı sınırlar aşılması güç bir duvar gibi her an önümüzde yükseliyor. İnsanın kendi emeğine ve dolayısıyla kendine yabancılaşmasının yarattığı gerçeklik, artan bir şekilde insan beyninin ve ellerinin ürünü olan herşeyi sarıp sarmalıyor. Toplumlarin tarihinde geçici sınıfsal yapıların ürünü olarak ortaya çıkan ve sınıfların varlığıyla “sönümlenecek” olan devlet anlayışı sanki geçmişten yarına sürekli ve gerekli olan bir parçamızmış gibi bize dayatılıyor. Kendi yarattığımız yabancılığımızın esiri olduğumuzu görmekte zorlanıyoruz. Bir anlamda ünlü romana gönderme yaparsak; hayatımızın büyük bir bölümünde bize eşlik eden, bizden biri gibi olan bir Frankenstein’le beraber yaşıyoruz.
Oysa, devletler günümüzde kabul gören yapıya birdenbire gelmediler, çok değil bundan yaklaşık 150 yıl önce pasaport kavramı bile yoktu. Ancak öyle bir algı yaratıldıki bizler hayatımızda olan, kendi yarattığımız kurumların mengenesine sıkışmış ve bu kurumları sonsuza kadar sürecek sandığımız için kurtuluşun kendi emeğimizde saklı olduğunu göremiyoruz. Örneğin Rojava devriminin bir toplum sözleşmesi birlikteliğiyle 9 yıldır yaşadığını görmeden, üzerine düşünmeden hemen tartışmaya başlıyoruz: “ama devlet olmadan olmaz”. Devlet denilen örgütlenmenin belirli yapılar ürettiğine, önemli olan isim değil de içeriğinin nasıl doldurulması gerektiğine yoğunlaşamıyoruz. Belçika krallıkla yönetilen bir toplumsal yapıdır, peki dönüp, “krallık, feodal dönemin toplumsal üretim ilişkilerine karşılık gelen bir yönetim biçimidir, bu nedenle krallık demokrasiyi içermez, ama TC cumhuriyet ile yönetiliyor, bu nedenle demokrattır” dememiz ne kadar mizahın konusuna giriyorsa “devlet istemiyor,öyleyse sömürgecilere hizmet ediyor” dememiz de o kadar mizahın konusuna girer ama trajikomik bir şekilde.
Mültecilik kavramı her ne kadar geçmiş dönemlere uzansa bile modern anlamda yaygınlaşarak gündeme gelmesinin tarihi o kadar da uzak değildir.
BM’nin mülteci tanımı: “Irkı, dini, milliyeti, belli bir sosyal gruba mensubiyeti veya siyasal düşünceleri nedeniyle zulum göreceği konusunda hakli bir korku taşıyan ve bu yüzden ülkesinden ayrılan ve korkusu nedeniyle geri dönemeyen veya dönmek istemeyen kişi”dir.
Cenevre Antlaşması diye bilinen bu belge, mülteci tanımı ve hakları konusunda imzalayan ülkeler tarafından kabul görmüş ve uygulamaya konulmuştur.
Ancak bu tanım devletlerin imzaladığı ve bize sınırlar içinde yaşamayı kabul etmemizi isteyen bir belgedir. Tanımı farklı bir yönden incelemek gerekir. Dünya tarihi geçmişten günümüze kabileler, imparatorluklar, çeşitli tanımlar altında devletler ve bu yapıların belirlediği kurallarla doludur. Hayatımıza dair kararlarımızı çoğunlukla bizler belirle(ye)miyoruz. Hayatımızı neredeyse bürokratik kurumların dayattığı kararlar belirliyor. Ne zaman çalışacağımıza, hangi medyayı takip edeceğimize, kimi “terörist”, kimi “vatansever” olarak göreceğimize, neyi düşünüp düşünmeyeceğimize devletler karar veriyor.
Dünya denilen kara parçasında neden sınırlar var, neden insanlar diledikleri yerde yaşama haklarına sahip değiller, neden bizim kim ve nereye bağlı olmamıza kağıt parçaları karar veriyor, isimlerimizden başlayarak inancımıza kadar birçok şeyimiz neden bizden önce belirleniyor? Soruları uzatmak konuyu dağıtmak olacaktır.
Her i̇nsanın üzerinde doğup büyüdüğü, kültürüyle şekillendiği, atalarından devraldığı hayatı bazen bir kırılmaya uğrayabiliyor. Vatandaşı olduğu ülkeyi ırkı, milliyeti, dini, sosyal gruba mensubiyeti veya siyasal görüşleri yüzünden terk etmek zorunda kalabiliyor. Bu sorunları yaşamayacağı bir toprak parçasına gidip hayatını devam ettirmesine engel olan nedir? O toprak parçasında hak sahibi olduğunu iddia edenler mi? Bu sahiplik nereden kaynaklanıyor, neden dünya bütün insanlığa ait olamıyor da bölünmüş kriterlere ait olabiliyor?
Bir mültecinin göç edene kadar kurduğu hayatı geride bırakıp herşeyine yabancı olduğu bir yerde yeni bir yaşam kurması kolay mı sanılıyor? BM tanımından ayrı olarak şöyle bir tanım yapmak, belki biraz daha da anlaşılır kılmaya çalışabilir. Mültecilik, bir ağacı kökünden kesip, köksüz bir şekilde başka bir yere dikmeye benzer.
Mülteci soyut bir kavram degildir. Bir hayatı ve bu hayatta bir yaşamı olan insandır. Bir evi, yürüdüğü bir sokağı, kokusunu bildiği çiçekleri, özlemleri, hayalleri, sevdikleri, özledikleri ve düşledikleri vardır. Gözyaşları vardır kahkahaları olduğu gibi, geride bıraktıkları, dostları vardır, sevdiği vardır: birgün kavuşmak üzere hasret biriktirdiği. Kendini ifade ettiği bir dili, bir kültürü ve bir tarihi vardır.
Öyle kolay değildir, dalından kopan bir yaprak gibi, rüzgarın önünde sürüklenip başka diyarlara savrulmak, öyle kolay değildir dişlerini kanatırcasına sıkıp içinden çığlık çığlığa haykırmak. Mülteci bugün siz olmayabilirsiniz ama yarın sizler de bugün bir film izler gibi uzaktan seyrettiğiniz o mültecinin rolünü istemeseniz de hayatınızın en önemli gösterisi olarak sahneleyebilirisiniz.