Roma İmparatoru şöminenin önünde karşılıklı oturdukları Kartaca elçisine dayattığı isteklerinin kabul edilmemesi üzerine, “İsteklerim kabul edilmezse öyle ağır işkencelerden geçersinizki, ölümü bile arzularsınız” deyince, Kartaca elçisi, hiçbir şey söylemeden elini şöminenin içindeki yanan ateşe sokar ve, “Tam anlamadım haşmetmeap, ne demiştiniz?” diye cevap verir.
İnsanlık tarihi savaşların ve savaşların yarattığı yıkımların yükünden kurtulamıyor. Dünyanın, üzerinde hakimiyet sürülecek bir savaş alanı değil de adil bir şekilde bölüşülmesi gereken bir hayatın parçası olduğunu anlayacağımız güne kadar da savaş alanı olarak algılanmaya devam edilecek.
Bütün ekonomik-politik verilerin ışığında hemen hemen herkesin üzerinde anlaştığı gerçeklik bize göstermektedirki, Kurdîstan’ı aralarında paylaşan sömürgeci devletlerin “sömürgeci” sıfatlarının ortadan kalkıp, tarihin derinliklerine gömülüp, başka bir isim ve başka bir siyasal yapıyla yollarına devam edecekleri ertelenemeyecek bir sonuçtur. Ateşten bir çemberin ortasında kalan bu devletler, tıpkı bir akrebin kendini sokarak ölmesi gibi gün tüketmekten başka birşey yapmıyorlar.
Türk devletinin dünyaya kabul ettirmek istediği (kendi ifadeleriyle güvenli bir koridor oluşturmak diyerek Güney Kurdîstan’dan başlayarak Rojava’yı da içine alan) yeni işgal ve ilhak planı NATO görüşmelerinin ardından gündeme daha da yerleşmiş bulunuyor. NATO görüşmelerinde yeterli izni almadığı bu nedenle bu planından vazgeçtiği yönünde yapılan yorumların tam anlamıyla gerçekle örtüşmediği görülmektedir. Eğer vazgeçtiyse, askeri güçlerini ve kurdukları üsleri boşaltmaları, işgal ettikleri her yerden çekilmeleri ve bunu da açıkça tüm dünyaya deklare etmeleri gerekirdi, oysa bu yönde yapılmış ne bir açıklama ne de bir niyet görülüyor. Tam tersi Türk devleti yetkilileri tarafından yapılan açıklamalarda (izin almasalar bile) kendi planlarına mutlaka işlerlik kazandıracakları dile getirilmektedir.
Finlandiya ve İsveç’in NATO’ya üyelik başvurularını veto etme hakkını öne sürerek bu ülkelerde yaşayan ve sadece kendileri tarafından “terör”le ilişkileri olduğu öne sürülerek istediği kişilerden hangilerinin teslim edildiğini veya edileceğini zamanla görecegiz. Ancak bu talepler görünür ve ağırlık kazanmayan taleplerdir, asıl olan Rojava’yı işgal ve ilhak izninin talebidir. Buna da yeşil ışık yakılmıştır.
Bilinen bir gerçeği tekrar yazmak ve unutmamak gerekir: Devletlerin dostları yoktur, çıkarları vardır. Bu gerçeklik çoğu zaman sınıflar/halklar için de geçerlidir. Bu nedenle ABD, AB ve Rusya’nın zaman zaman gönlümüzü okşayan açıklamaları yerine, kendi çıkarlarını düşünüp, öne alacaklarını kabul etmek zorundayız. Elbette bu gerçeklik bizim için de geçerlidir: Kendi halkımızın ve ülkemizin çıkarlarını korumak birincil görevimizdir.
İnsanlık suçlarının hepsini isleyen DAİŞ çetesini yenip insanlık tarihinde haklı ve onurlu bir gurur taşımak yetmiyor, ekonomik-politik güçleri elinde bulunduranlar bu gerçeği unutmaya hazırdırlar. Türk devletinin DAİŞ’e verdiği her türlü desteği görmezden gelerek veya bu desteğin hesabının sorulmasını gelecek zamanlara erteleyerek (bu devletlerin) politika değişikliğine gitmeleri bizler açısından yeni ve zorlu bir sürecin varlığını gösteriyor. Şimdilik görülüyorki, ABD, Rojava’da 30 km derinliğinde, 450 km uzunluğunda bir alanın Türk devletine bırakılması önerisini dillendirmiş, muhtemelen bunu da temsilcileri aracılığıyla Rojava yönetimine iletmiş bulunuyor.
Bedel ödenerek elde edilen toprak parçasının bırakılması mümkün değildir, yeni bir Efrîn sürecinin yaşanması demek, en ağır felaket senaryolarından birinin yaşanması demektir. Bugün Kürtlerin birlik olarak hareket etmediğini de düşünürsek, Rojava’da da yaşanması olasılık içinde bulunan kötü bir senaryo da SDG icinde yer alan bazı güçlerin de saf değiştirmesi olabilir. Bölgede görülen diplomasi trafiğinin yoğunluğu Türk devletinin bu izni hemen hemen almış olması olarak görülüp hazırlanılmalıdır.
Türk devletinin temel anlamda yarım kalmış Misak-ı Milli hayalini gerçekleştirmek için oluşturduğu planı ne pahasına olursa olsun uygulamaya koyacağına hazırlıklı olmak gerekir. Kuzey Kurdîstan’daki siyaset alanının genişleyeceği, çözüme tekrar gidileceği umudunu sürekli diri tutarak, bir anlamda hayal satarak hazırlandıkları ağır işgali gözden kaçırmak tuzağı hemen önümüzde duruyor. En nesnel gerçeklik: kuruluşlarının yeni yüzyılına neye mal olursa olsun, soykırımdan geçirilmiş Kürtlerin silinmesiyle girmek için ellerinden geleni yapmak zorunda olmanın kararını almış olmalarıdır, çünkü ulusal bilinç kazanmış her Kürt bireyi Türk devleti açısından yok edilmesi gereken bir düşmandır.
Dikaktlerimizi Türk siyasi alanında başarıyla çıkılacak seçimlerin ardından hükümet ortağı veya belirleyeni olacağımıza odaklamak isteyen ve Türk devletinin demokratik olacağına inananlara sormak gerekir: neye dayanarak, kime güvenerek? Türk devletinin, Kürt siyasal gücünün geniş ölçüde temsil edildiği HDP’ye iktidar ortağı veya iktidar olma şansını vereceğine inanmak mümkün müdür?
Zaman aktı, aktı ve bugüne geldik. Yer değişti, şöminenin önünde oturanlar değişti, konu değişti ama konuşmak tarzı değişmedi.
Bugün Türk devleti arkasına aldığı güçlerin yardımıyla Kürtlere dönüp diyorki: “isteklerimi yerine getirmezseniz size cehennemi yaşatacağız”, biz ise Kartaca elçisi gibi elimizi ateşe sokmuyoruz, ateşi avuçlayıp göğsümüze basıyor ve Türk devletine diyoruzki: “Tam anlamadık, ne diyordunuz?”.