Politikada değişmez yöntemdir: stratejinin zafere ulaşması için birçok taktik adım atılır. Böylelikle karşı cephe öne sürülen taktik adımları gerçek strateji sanıp, o eksende mücadele eder ve gücünü buna harcayarak savaşı kaybeder. Türk devleti kendi içindeki iktidar savaşında, sosyal ve siyasal örgütlülüğe sahip Kürtlere, “demokrasi” vaadi altında taktik bir plan dahilinde yaklaşıyor. “Sağ”ından “sol”una kadar zehri saklayarak, bal sunduklarını söylüyorlar. Oysa biz bunları çoktan geçtik. Canımızla, kanımızla ve hayatımızla bedel ödeyerek geçtik.
Sun Tzu’nun “Savaş Sanatı” eseri geçmişten bugüne önemini yitirmeyen ve savaşanların el kitaplarından biridir. Bu eserinde, Sun Tzu, savaşın kazanılması veya kaybedilmesi üzerine birçok belirlemede bulunur. Bunlardan bir tanesi şudur:” Bir nehri geçtikten sonra oradan uzaklaşmalısınız”.
Genel olarak kabul görülen savaşın görünür bir şekilde silahla yapıldığı fikrinin tersine, savaş hayatımızın her alanında ve her anında varolan bir gerçekliktir. Önümüze sürülen ‘demokrasi’nin savaşsız ve en iyi yönetim biçimi olduğu tezi, eğer sınıfların ve ulusal sorunların varlığı olmasaydı bir anlamda kabul edilebilirdi. Ancak insanlığın sömürüyü kaldıracağı ve “herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacına göre” olacağı güne kadar savaş hayatımızın bir parçası olarak kalacaktır. H. H. Korkmazgil’in şiirinden alıntılarsak: “kısa çöp uzun çöpten hakkını alır elbette”. O hak alınıncaya kadar sürecek olan savaşların, hayatımızın bir parçası olduğu gerçeğini kabul etmek gerekir.
Kurdistan’ın en büyük parçasını sömürgesi olarak elinde tutan Türk devletinin yaklaşan seçimlerde kendi içinde bir yol ayrımına gideceğini biliyoruz. Seçimi kim kazanırsa kazansın eskiye dönül(e)meyecek bir yapının oluşacağı, iktidarı ve muhalefetiyle buna göre hazırlık yapıldığı güneşin balçıkla sıvanamayacağı kadar gerçektir. Ne Kemalistlerin yeniden geçmişe dönük, ne de siyasal islamcıların “Yeni Osmanlı” rüyası gerçekleşecektir. Kuruluşundan beri soykırımlar ve arkasına gizledikleri hırsızlıklarla günümüze kadar gelen devlet, artık bu haliyle varlığını sürdüremeyecek bir noktaya sürüklendi. Çünkü temel sorun olan soykırımların varlığı hep gizlendi. Soykırım kurbanlarının ekonomik değerleri talan edildi. Oluşturulan sahte tarih ve bu tarihin kurucularının parlatılması günümüzde kabul edilmesi mümkün olmayan ve üzerine sürülen boyanın dökülmesiyle ortaya çıkan bir gerçekliğe dönüştü.
Yeni dönemi, politik taraflar son derece hazırlıklı olarak karşılamaya hazırlanıyorlar. İktidar sadece “Yeni Osmanlı”cılık planına dayanarak değil, Kemalistlerden destek almak için, yüzyıldır yaşayan Misak-ı Milli hayalini gerçekleştirmek istiyor. Bu nedenle Kurdistan’ın bütün bölgelerini fiili olarak kendi hükümranlığı altına almak, yapamayacağı yerde de denetimi altında tutmak istiyor. Böylelikle kendi tabanını Osmanlı İmparatorluğu’nun yeniden kuruluşu, Kemalistleri de yarım kalmış hayallerinin gerçekleştirilmesi yönünde görece bir arada tutmaya çalışıyor. Elbette her iktidar kavgası gibi, bu kavganın planları da savaştan ve savaşın getireceği felaketlerden ayrı değildir. Sosyal ve siyasal bir yıkım kapıda bekliyor. Kapitalist dünyada geçerli olan kuralların iç ve dış dinamiklerinin dışında kalarak böyle bir hayale kapılmanın bedelini ödetirler. Tıpkı Saddam’a ödettikleri gibi.
Durgun akan bir nehrin yüzeyini görüyoruz. Oysa nehrin altı dolu dizgin giden bir atın hızıyla akıyor. Rojhilat’a yönelik plan beklemede tutularak, Rojava ve Güney bölgelerine olan sömürgeciliğin tamamlanması için Türk devletinin uluslararası ve bölgesel güçlerle olan görüşmeleri henüz sonuçlanmadığı için, savaşın gerçeklik olmadığını düşünenler, aslında o savaş henüz kendilerine dokunmadığı için bu düşünceyi taşıyorlar. Ne yazık ki bir çoğumuz, ateşe dokunmadığımız sürece, ateşin yakıcı olduğuna inanmıyoruz.
Uluslararası güçlerin Kürtleri (çıkarsız) koruyacağına olan düşünceyi nereye koymak gerekir? ABD ve diğerleri bir çıkarları olmadığı sürece neden bizi korusunlar, yoksa “insan hakları” gibi yüce bir değere mi sahipler? Üçüncü dunya savaşına sahne olan Ortadoğu’da, savaşın galibi elinde silah, beyninde kararlılık ve gerçekliğe dayanan bir plana sahip olanındır, bundan ötesi sadece bir hayalden ibarettir.
Türk devletinin kendi içinde kanlı bir iktidar savaşına sahne olmasına az kaldı. Ağır bir yıkım içeren bu sosyal ve siyasal değişim ister istemez herkesi kapsayacak. Bu savaşta biz neredeyiz, bir tarafız elbette ama bu taraf: bizi iktidar savaşına kurban mı edecek, yoksa kendi çizgimizin kararlılığını izleyerek, çöken devletin enkazından kurtulmamızı mı sağlayacak? Hiç kuşkusuz kendi çizgimizi izlemek zorundayız. Sömürgeciliğin yeniden ve demokratik bir şekilde inşa edilmesi, onların, bizim ve bölge halklarının yararına olabilir ama bu sorumluluk bizim asıl sorumluluğumuz değildir, Türk halkının kendi sorunudur. Hiçbir halk dışardan demokratikleştirilemez. Ayrıca demokrasi kağıtlara yazıldığı gibi toplumlar tarafından kolayca benimsenmiyor. Unutmayalım ki karşımızdaki toplumsal güruh, barbarlığın temsiliyetini kimseye bırakmamak konusunda son derece kararlı bir güruh.
Kürt ve Kurdistan sorunu temel sorundur denildiğinde abartıldığını düşünenler sorunun bu yönlerini de görebilirlerse abartı değil, gerçeklik olduğunu görebilirler.
Tarihi, bir nehrin akışına benzetirsek, bu coğrafyada, sömürgeciler ve sömürgeci kimliğini gizleyerek yüzünde maskelerle dolaşanlarla beraber bir nehirden birlikte geçtik. Aynı gemide olduğumuzu ve dalgaların hepimizi vurduğunu söylediler. Ama karaya yaklaşmak üzereyiz ve görüyoruz ki ne aynı gemideyiz, ne de bizi aynı dalgalar vuruyor. Şimdi, karaya ayak basınca Sun Tzu’ya kulak vereceğiz ve o nehirden uzaklaşacağız ama kendi gemimizi yakarak…