Bütün devrimler geri çekilirler, ta ki en son noktaya kadar, daha sonra gerilmiş bir yaydan fırlayan ok gibi ileri atılırlar.
Toplumsal gelişmeler ağır ve yavaş gelişen bir sürecin bir anda yüksek bir aşamaya evrilmesiyle ortaya çıkarlar. Bu durum bazen yüzyılların bazen de yılların getirdiği, üretim güçlerinin yeni üretim ilişkilerine geçiş isteğidir ve bu istek koşullar oluştuğu için engellenemez.
Devrimler, nasıl oluşur, yaşadığımız sosyal ve siyasal tıkanıklıklar her zaman devrim yoluyla mı çözülür yoksa, parlamento yoluyla da çözülebilir mi? Nedir “devrim” denilen hareketi oluşturan koşullar? Devrim kitlelerin kendi kaderlerine hükmetmesiyse, kitleler neden çoğunlukla “şikayet” ederler ama harekete geçmezler, neyi beklerler? Kendilerinin daha iyi yaşam koşullarına sahip olması için savaşan savaşçıların kurulu düzenin egemenlerine karşı başkaldırılarını neden uzaktan katılımsız izlerler ve tarihin hangi anında o sürece dahil olurlar? Bu konuda soruları daha da uzatabiliriz ama temel olarak bu soruların yanıtlarını arayarak bir “neden-sonuç” ilişkisine uzanabiliriz.
Tarihte belirli dönemlerde meydana gelen devrimci öğeler taşıyan sarsıntının herşeyi temelden yıkacak güçte olup olmadığını doğrulayacak şey, içinde bulunulan yaşam koşullarıdır. Kitleler sadece o yaşam koşullarına karşı değil, o yaşam koşullarının tekrarını ortadan kaldırmak adına, o yaşam koşullarını da ortadan kaldırmak için bütünselliğe yönelik bir başkaldırıyı isteyen devrimci bir hareketi benimsemiyorlarsa, o yaşam koşullarının ortadan kaldırılması talebi söylemden öteye gitmez, devrimci bir tarz taşımaz ve çürümüş yaşam koşullarıyla beraber yeni yaşam talebini de çürüterek devam eder.
Biraz daha basit ve anlaşılır kılmak adına şöyle de yazabiliriz: yönetenlerin artık eskisi gibi yönetemez oluşu, yönetilenlerin eskisi gibi yönetilmek istememesi ve bu durumu değiştirmeye aday ama kitlelerin yerine kendini koyan değil, kitlelerin hareketine devrimci bir yön veren bir örgütlenmenin varlığının olması gerekir.
Önümüzdeki yaşam koşullarının varlığının devrimci bir sarsıntıya ihtiyaç duyup duymadığını iki şekilde birbirinden ayırarak incelemek gerekir, sonuçta bilimsel yöntem bize, bir maddenin anlaşılmasının ancak hem kendi içindeki hareketinin hem de dışarısıyla olan ilişkisinin incelenmesi gerektiğini gösterir.
İncelenmeye gereksinim duyulan temel çelişkiler Kurdîstan ve TC başat olmak üzere, bu iki varlığın hem kendi iç hareketleri hem de dış dünyayla olan ilişkileridir. Kurdîstan sömürge olmaktan kaynaklı kendi içinde dört parçaya ayrılmış ve eşitsiz gelişim yasası uyarınca parçalar arasında ortak bir ulusal bilinç gelismesi sömürgelikten kurtuluş mücadelesi gelişmemiştir. TC ise tamamıyla gasp edilen topraklar ve soykırıma uğratılan halkların üzerine kurulu, devşirme bir Türk-müslüman (sunni) kimliği yaratan, ancak toplumsallık sağlayamadığı için de temel anlamda sadece baskıya dayalı bir devlet sistemine yönelmiştir. Basit bir örnek daha açıklayıcı olacaktır: üç tarafı denizlerle çevrili bir ülkenin doğal koşullarda askeri olarak deniz gücünün ağırlık kazanması gerekir ama TC ağırlığını kara ordusuna vermiştir ve en büyük kara ordusu da Kurdîstan topraklarını dentlemek üzerine kurulmuştur.
Geldikleri nokta iktidarda bulunan yeşil maskeli hırsızların bütün ekonomik kaynaklara sınır tanımaz bir hırsla saldırmaları, bu soygun düzeninin devam etmesi için de herşeyi göze almalarının yanında, TC’nin karar mekanizmalarının da sessiz kalmasının altında yatan neden AKP-MHP faşist iktidarının Kürtlere karşı açtığı savaştır, yoksa çoktan bu iktidarın bastığı zemini kaydırmışlardı.
Tarihteki sömürgecilere karşı bütün isyanlarının neden-sonuç ilişkilerini araştırıp bir sentez olarak doğan son Kurdîstan isyanı bastırılamamıştır, bastırılamayacakdır da. Ne olursa olsun, dünyaya yayılan Kürt halkının gelişen ulusal bilinci, bir daha sömürgecilerin yönetiminde yönetilmek istememesinin yansıyan kararlılığı, uzun zamana yayılmasına rağmen umut olarak devam etmesi bize Kürt halkının sonuca gitmeye ısrarlı olduğunu göstermektedir.
İsyanın önce kuzeyde filizlenip daha sonra Kurdîstan’ın diğer parçalarında da örgütlenme ve sahiplenme gelişimini göstermesi, bunca zulme rağmen ayakta kalması Kurdîstan Özgürlük Hareketi’ni tarihsel zorunluluk gereği devrime önderlik etmeye sorumlu kılmıştır. Bu sorumluluk artık yerine getirilmek dışında ikinci bir seçeneğe sahip değildir. Sadece sömürgeciler ve destek sağlayan dünya devletlerine karşı değil, kendi içinde de ihanete evrilmeye aday güçlere karşı da yürütülen bu mücadele klasik anlamda bir savaş değildir, bir devrim yürüyüşüdür. Ara ara uçurulan “barış güvercinleri” özünde akbabaların uçuşundan başka birşey değildir.
Geriye dönüp sömürge bayrağı altında yaşamak isteyen kimse yoktur. TC’nin savaşlardaki en büyük gücü: hile, yalan ve tuzak kurmaktır. Savaştığı gücün içinden satın aldığı hainlerin bu konuda kendisine en büyük desteği verdiğini unutmayalım. Tarih kendilerine kurulan tuzaklar sonucu yenilen isyanlarla doludur. Ama bu sefer bir sentezle karşı karşıyalar ve üstesinden gelemiyorlar, gelemeyecekler de. Ne isyanın önderinin, ne binlerce savaşçı ve halkın zindanlarda esir tutulması, sürgünlere gönderilmesi, ne hayatlarının çalınması ne de teknolojinin olanaklarının kullanılması bu sefer işe yaramadı. Kendilerine desteği sağlayan KDP çevresi de karşı devrimciliğin bedeli iktidarlarını kaybederek ödeyeceklerdir.
Bugün Kurdîstan’ın her yerinde yükselen itiraz, belki duyulmuyor olabilir ama derinden gelen bu uğultuyu bizler duyuyoruz, patlayan bir volkan gibi yeryüzünün derinliklerinden, hayatı sarsarak geliyor. Tarihte ezilen, sömürülen, hayatı paramparça edilen, binlerce evladını toprağa gömmüş bir halkın öfkesini durduracak bir güç yoktur. Bir devrimin arifesindeyiz. Devrim denilince nüfusun çoğunluğunun fazlasının desteklediği bir koşul arayanlar değil, devrime inananlar gerekir. TC’nin artık yıkılmak üzere olduğunu göremeyenler degil, haklılığın verdiği güçle direnenler gerekir. Gündemde oluşan tablo siyah ve beyaz gibi ikiye ayrılıyor. Bu tabloya biraz daha net bakmaya çalışalım.
Barışa karşı olan sadece kandan, yıkımdan, soygundan beslenenlerdir, bunu insani değerleri taşıyan herkes kabul eder. Ancak nasıl bir barış? Hitler’i hatirlamamak elde değil. Savaştığı veya savaşacağı halklara karşı öyle talepler öne sürermişki, kabul edilmesi imkansız olan talepler olurmuş ve dönüp “bakın ben barış istiyorum ama siz savaş istiyorsunuz, ne yapayım?” diye onurlarını kırmaya çalışırmış. Bir halkın çocuklarını öldürüp, kalanları zindanlara ve sürgünlere mahkum eden, bırakalım dirisini, ölüsüne bile insanlık dışı uygulamalarda bulunan, kendi istediği şartlarda adına barış dediği bir mahkumiyeti dayatan bir anlaşmanın adı barış olamaz.
Barış: her iki tarafın savaşmaması, sorunların adil bir şekilde çözülmesi ve eşit bir yaşam sürmeleri adına karşılıklı tavizler verilerek yapılır. Kurdîstan Özgürlük Hareketi geçenlerde en üst düzeyde TC’nin Kuzey Kurdîstan”da ateşkes istediğini ama kabul etmediklerini, bunun bir tuzak olduğunu açıkladı. Acaba TC’nin görünürde bundan ibaret olan söyleminin ardında “siz ön adım olarak ateşkes ilan edin, sonra biz de kamuoyunu hazırlayarak çözüm süreci başlatırız” ifadesinin olmadığı mı düşünülüyor? Böyle bir ifade varsa ve buna rağmen kabul edilmiyorsa demekki en üst düzeyde bile TC’ye inanılmıyor. Çünkü tarihi boyunca “barış, eşitlik, adalet” gibi kavramlardan yoksun bir devlettir karşımızdaki.
Kürt halkının kendisini temsil eden gücün bu gerçeği bilerek öfkeyi yatıştırmak gibi söylemi de yoktur. Savaşlar masada da sonuçlanabilir ama o masada, savaşan ve bedel ödeyen savaşçılar yer alırlar kerameti kendinden menkul konuşmacılar değil. Heleki kaderini Kürt halkının kaderiyle birleştirmeyenler değil, heleki Kurdîstan yakılıp yıkılırken susan ama birdenbire barış heyecanıyla dolanlar hiç değil.
Zamanlamanın tesadüf olduğunu iyiniyete dayanarak kabul edelim ama üzerinde düşünelim, birdenbire ortaya çıkan“ görüşme isteğinin heyecanını”.