Tarih tarafsız bir gözle yazılabilir mi, tarih yazıcıları gerçeğe tam anlamıyla ulaşıp, o gerçeği: hem bu döneme, hem de geleceğe aktarabilirler mi? Bu soruya en doğru cevap: ”hayır” olmalıdır. Çünkü her tarih yazıcısı yaşadığı döneme ve gerçekleşen olaylara mutlaka bir perspektiften bakmak zorundadır. Bu perspektif ise hem yer aldığı tarafın, hem de i̇deolojik bakışının belirlediği bir perspektiftir. Tarihsel olayların ve kişilerin değerlendirilmesi kendi dönemlerinde sadece ya propaganda, ya da anti propaganda amacını taşımaktan kurtulamamaktadır.
Tarafsız bir gözle yazılabilmesi için o öznenin bütün bilgilerine ulaşabilmek gerekir, bu da mümkün değildir. Devletlerin ve benzer şekilde bulunan örgütlü yapılanmaların arşivlerine ulaşmak ve bu arşivlerin 1984 romanında olduğu gibi günün koşullarına uygun olarak güncellenmediğinden emin olmak gibi bir sorun daha bulunmaktadır. Tarihin yazılıp yorumlanması konusunda Lin Piao’nun kendisine 1789 Fransız Devrimi hakkında ne düşündüğünü soran gazetecilere “yorum yapmak için çok erken” dediği söylenir. Öyleyse yakın tarih hakkında da aynı şeyi söyleyebiliriz.
Örneğin Kennedy suikastinin üzerinden 61 yıl geçmesine rağmen bazı belgelerin güvenlik gerekçesiyle açıklanmaması tarih yazımının ne olursa olsun tamamlanmadığını göstermektedir. Aynı şekilde A. Qasımlo cinayetinde olduğu gibi. Zaman zaman gündeme gelen ve tartışmalara yol açan 1921 anayasası üzerine yapılan yorumların ne ölçüde gerçeği yansıttığı tartışmaya açık bir durumdur. Çünkü bu anayasa hazırlanırken ilgili tüm konuşmaların tutanakları tam anlamıyla açıklanmış değil. Ayrıca önemli noktalardan biri de dönemin siyasal koşullarının (anayasayı hazırlayanlar ve bazı noktalarda karşı çıkanların görüşlerinin) tam olarak dikkate alınmadan yapılan yorumların doğruluk payının ne ölçüde gerçeğe uygun olup olmadığının unutulmamasıdır .
1921 Anayasası bir kuruluş bildirgesi olmakla beraber dönemin koşullarına uygun geçici bir bildirge niteliğini de taşır. Çok değil, üç yıl sonra yenisi dayatılacaktır. Toplumsal uzlaşmanın olmadığı, M. Kemal’in hedefleri doğrultusunda yeni bir Türk devletinin kuruluşu için ittifaklara girdiği, dönemin koşullarını değerlendirerek oluşturduğu ve niyetinin tartışmaya açık olduğu geçici bir anayasadır. Sivas Kongresi sonuç bildirgesinde belirtilen maddelerde çokça vurgulanan “Osmanlı ülkesinin toprak bütünlüğü ve müslümanların kardeşliği” ibareleri temel olarak Kürtleri kazanma politikasıydı. Aynı şekilde “Rum ve Ermeni devletlerinin kuruluşuna karşı çıkmak” denilerek, Kürtlerin topraklarında böyle bir tehlikenin var olduğu, dini bağ olan Müslümanlığın öne çıkarılarak Kürtleri kendi saflarına çekmenin ilk adımıydı. Maddelerde yer alan ve dillendirilen “özerklik” ise SSCB yönetimine ve Kürtlere karşı bir selam göndermekten başka bir şey değildi. SSCB’den silah ve para yardımı alıyorlar, Kürtleri de mücadeleye katmak istiyorlardı. Esasen Kürtlere özerklik tanımak diye bir açıklama da yok.
Bunu da net bir şekilde vurgulamadılar. “ Kürtler ve Türkler ‘et ve tırnak gibidir’, Kürtler ve Türkler iç içe geçmiştir ayırmak istesek vatanı mahvederiz” gibi yaldızlı sözlerle umut dağıtarak süreci geçiştirdiler. 1925 ayaklanması bu anlayışa karşı başlayan bir isyandır. Çünkü verilen sözlerin gerçekliğinin olmadığını Kürtlerin bir bölümü o zaman fark ettiler. 25 Kasım 1925 yılında bir bildiriyle Kürtler özerklik istediler ama görüşmelerden bir sonuç çıkmadı. Tek ciddi adım 27 haziran 1921’de BMM’nin El Cezire Cephesi Kumandanlığı’na yazdığı talimattır. Bu talimata göre ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı uyarınca Kurdistan bölgesinde yerel yönetimlerin halk tarafından oluşturulması isteniyordu. Ancak süreç ilerledikçe bu talimatın da boş olduğu görüldü. Amaç: bölgede İngiliz ve Fransızların bir karışıklık yaratarak Kurdistan sorununa müdahil olmasını engellemek, bu maddelerle de Kürtleri oyalamaktı. Tarih gösterdi ki; başarılı oldular.
Bir diğer konu ise İzmit’te 16-17 ocak 1923 tarihinde M. Kemal’in gazetecilerle yaptığı sohbetin içinde geçen “…anayasa gereği yerel yönetimlerin oluşması ve hangi yörede hangi nüfus fazlaysa ona göre özerklik verilmesi…” sözlerini Kürtler gerçekliği varmış gibi algılayıp günümüze taşıdılar.
Her siyasal mücadelede taraflar güçlerini çoğaltmak, karşı tarafı etkisiz hale getirmek için çeşitli adımlar atarlar. 17 Ekim devriminde de böyleydi, Çin devriminde de böyleydi, diğer devrimlerde de böyleydi. M. Kemal de böyleydi, Humeyni de böyleydi, Erdoğan da böyleydi. İktidarı sağlamlaştırmak için söylenen sözlerin, gerçek hedefle uyuşmaması olağandır. Önemli olan tutarlılıktır, bu açıdan baktığımızda stratejik hedeflerinden vazgeçmeden taktik amaçlı söylenen sözlerin gerçekliği yoktur, doğruluğu vardır.
Bizler zaman zaman Türk devletinin kuruluşundan beri özerklik, ortaklık gibi bir niyetinin olduğunu ama dönemsel koşullar gereği M. Kemal’in etrafının sarıldığını ve güçsüz kaldığını, daha sonra da cumhuriyetin iç sorunlarıyla uğraştığı için yerine getiremediğini dile getiriyoruz. Gerekçe olarak da yukarıdaki anekdotları ve kararları ileri sürüyoruz. Oysa devlet kuruluşunu çok önceden 1870’li yıllardan itibaren Osmanlı’nın değişeceği, bunun da “Türklük ve Müslümanlık” çerçevesinde olması gerektiğini kararlaştırarak ilerledi. Ermeni, Rum vb soykırımlarla bunu geliştirdi. Kürtler müslüman olduğu için ilk anda hedef değillerdi ve onların desteğine ihtiyaçları vardı. Gerçek anlamda ortak bir vatan olgusu içerseydi, kuruluş itibariyle ortaklık ve tanıma gerçekleşirdi. Oysa o dönemde bile Qoçgiri’de katliam uygulandı. 1921 anayasası çöpe atıldı. Ayrıca konu hakkında mecliste bulunan ve M. Kemal taraftarları olarak anılan 1. grup ile karşıtları olarak anılan 2. grup ve bu grubun tasfiyesi hakkında da ayrıntılı yazmak gerekir. Bırakalım Kürtlerin katılımını M. Kemal cumhurbaşkanlığı seçiminde bile 333 milletvekilinden 158’inin oyunu alarak seçilebildi. Yani 175 milletvekili oylamaya katılmadı bile.
Erdoğan iktidarının süresi doldu. 2025 haziranından itibaren erken seçim gündemden düşmeyecektir. Asıl şimdi olması gerekir ama muhterem vekillerimiz! emeklilik haklarına iki sene sonra kavuşacakları için o tarihten itibaren seçim olacaktır. Görülen tablo: CHP yönetime gelecektir, iktidarın ise her zamanki gibi devlet-i aliyye’nin olması koşuluyla tabii ki. Mücadelenin koşulları gereği özerklik, demokrasi gibi hatırlatmalar, vurgular yapılabilir. Önemli olan bunların gerçekliğe uygun olmadığının anlaşılmasıdır. Ayrıca 101 yıldır kim devletin önünde durmuş, özerklik verilmesini engellemiş? Böyle bir niyetleri olsaydı çoktan yürürlüğe koyarlardı.
Tarih yazıcılığı: Türk devleti değişebilir, bunca yaşananlardan sonra ders çıkararak demokratik bir yönetimin gerekliliğini, yoksa çökeceklerini anlamışlardır.
Gerçeklik: Türk devleti ihtiyaç duyduğu zaman Kürtlere bir kaşık bal uzatır ama o kaşık zehirden yapılmıştır. Bu devlet kuruluşunu ve geleceğini Kürtlerin olmadığı bir düzen üzerine kurmuştur. Arada dile getirdiği sözlerin amacı Kürtleri “acaba?” sorusuyla uğraştırmak, yoluna devam etmektir. Yoksa M. Kemal’in ağzından:“ Bu memleket tarihte Türktü, halen de Türktür ve ebediyen Türk olarak yaşayacaktır.“*
*1923 (Taha Toros, Atatürk’ün Adana Seyahatleri, S. 23)…