Türk devleti sarsılıyor. Hem de temellerini oluşturduğu ve güçlü olduğunu sandığı yerden sarsılıyor. Herkesin Türk olduğu mefkuresinden başlayarak, iç ve dış politikada savrularak, ekonomik çöküşün ağırlığını yaşayan emekçi kitleleri yoksullaştırarak, bürokrasiyi, hukuku ve adaleti hiçleştirerek ve en önemlisi ahlaki çöküntü yaşayarak toplumsal çözülüşünün hızlandığı bir şekilde sarsılıyor. Devlet yıkılmaya doğru gidiyor. Lozan görüşmelerinde Lord Curzon’a atfedilen “bırakın devlet kursunlar nasılsa batırırlar” sözünü kanıtlarcasına çatırdayarak sarsılıyor. Hiçbir şeyin birdenbire olamayacağı gibi bu durum da bir anda olmadı.
Uzun bir mayalanma sürecinin ürünü bütün bunlar. Kuruluşu itibariyla “teklik” üzerine kurulan i̇deolojik yönelimle başlayan bu çözülme son yirmi yılda hızlandı ve Ortadoğu’daki gelişmelere paralel geri dönülmez bir noktada ivme kazandı. Eskiden askerlerin Roma’ya girmesi yasaktı. Sınır olarak da Rubicon nehri belirlenmişti. Sezar bu nehre geldiğinde kendisine geri dönmeleri gerektiğini söyleyen komutanlarına “zarlar atıldı” diyerek siyasal tarihe; yapılan bir eylemin ardından geri dönüşün mümkün olmadığı noktayı anlatan bu sözü miras bırakmıştı. Artık Ortadoğu’da da zarlar atıldı. Ne Türk devleti, ne de diğer devletler geri dönebilecekleri bir noktada durmuyorlar çoktan geçtiler.
Son bir ayda Bahçeli’nin ağzından, Erdoğan veya devletin düşünce yoklaması olarak tanımlayabileceğimiz bir süreci yaşıyoruz. Netliğin olmadığı, olasılıkların çokluğu arasında ifade edilen düşünce “Öcalan gelsin, örgütü lağvetsin, umut hakkını düşünelim” türünden onur kırıcı bir düzeyde yürüyor. Bu düşüncenin kabul edilemeyeceğini elbette biliyorlar. Muhtemelen uzun erimli bir stratejinin ilk adımları bunlar. Daha önce denenmiş ve kabul görmemiş bu ve buna benzer önerilerin işe yaramadığını herkes biliyor. Kurdistan Özgürlük Hareketi kendisini hangi gerekçeyle lağvedecek? Uzun yıllardır savaştığı ve ağır bedeller ödediği amaçları gerçekleşti mi, sömürgeci devletler Kurdistan’ı tanıyıp bütün haklarını iade ettiler mi? Silahsız bir i̇nsanın bile neredeyse bulunmadığı Ortadoğu’da silahsız bir mücadele gücünün silahlarını bırakmasının mümkün olmadığını çok iyi biliyorlar.
Daha açık bir anlatımla direniş ve koruma amaçlı olarak elinde silah bulunduran bir halkın savaşçılarına elinde silah varken her türlü insanlık suçunu işleyenler, o silah bırakılınca işledikleri suçlardan ve zulümlerden vazgeçer mi? Böyle bir teklif edildiği andan itibaren niyet bellidir: “silahları bırakın, sizi koyun boğazlar gibi boğazlayalım.” Kürtlerin adına yapılan açıklamalarda ise “barış” adına görüşmeye hazır olunduğu söyleniyor. Belediyelere atanan kayyumlara hitaben “bu uygulamalar demokrasiye ve barışa darbedir” deniliyor. Sorunu demokratik bir devletin uygulamalarındaki hatalar düzeyine indirgeyen bir anlayış bu. Kayyum atanmazsa sorun olmayacak mı? Temel sorun kayyum mu, diğerlerinin hepsi çözüldü mü? Sorunların görünüşü ve koşulları değişebilir ancak, çözülmediği sürece nitelikleri değişmez. Kayyumlarla uğraşırken Rojava’ya doğru daha da ağır silahlarla sevkiyatlar yapılıyor. Apaçık bir saldırıya hazırlanıyorlar. ABD seçimlerini beklediler, şimdi görüşme ve izin alma durumunda saldıracaklar.
Elbette Kürtler ve devlet arasında görüşmelerin bir bölümü eşyanın tabiatına uygun olarak gizli yapılır, ancak Kürt halkının şunları açıkça duymaya ihtiyacı yok mu: “savaş haline hemen son verin, bütün siyasi tutsakları koşulsuz bırakın, Kürt halk önderinin kabul edilebilir görüşme koşullarını sağlayın, işgal edilen yerlerden hemen çıkın.” Neden bir barış süreci ihtimali olduğunda iyiniyet ve fedakarlık hep Kürtlerden isteniyor?
Seçimlerde “devleti tanıyorlar, bir köprü kurabilirler” diye bazı isimler öne çıkarıldı. Seçilemeyen H. Cemal, seçilen C. Çandar ve daha başka isimler bu sürecin olası yürütücüleri olarak öne çıkarıldılar. H. Cemal fazla gecikmeden tavrını gösterdi. Bunca yıl direnen ve savaşan Kürtler eğer bir görüşme yürütme kapasitesine ve yeteneğine sahip değillerse, bir temsilci çıkaramıyorlarsa, o barışa ve kazanımlara layık değildir. Devlet Kürtlere savaşacak ama barış görüşmelerini başkalarıyla yürütecek. Binbir bedelle kazanılan vekillikler böyle böyle heba ediliyor. Devlet hangi düşüncesini Kürtlere söylemeye Kürtleri layık görmeyip aracılara söyleyecek, bunun anlaşılır bir yanı var mı? Önce onurumuzu yere düşürmelerine izin vermeyelim. Saygı duymasını öğrensinler.
Ortadoğu gelişmeleri kaçınılmaz olarak Türk devletinin de ic ve dış politikalarını değiştirecek. Buna hazırlık olarak erken davranıp ele geçirecekleri yerleri fiilen sahiplenecekler. İran ve sonrasında Çin’e doğru uzanacak olan savaşta her zamanki gibi koşulların oluşmasıyla yayılmacı bir anlayışın doğrultusunda sınırlarını genişletmek istiyorlar. Bütün bir tarihleri boyunca barış ve anlaşma sözünü hep tekzip ettiler. Herhangi bir sorunu çözme yetenek, bilgi ve birikimleri bulunmuyor. Sadece talan, işgal ve yok etmek üzerine oluşmuş bir gelenekleri var.
Son günlerde kayyum atamalarından kaynaklı gerçekleştirilen protestolara bir “isyan” niteliği biçiliyor. Kısa bir anlatımla protesto herhangi bir düşünce veya uygulamayı kabul etmeyerek bunu karşı çıkışı ifade etmekten öteye başka bir eylem tarzı değildir. Isyan ise kabul edilmeyen bu düşünce veya uygulamaya karşı kesin bir kopuşu öne çıkarır ve bu kopuş ise eylemin niteliğinden kaynaklı şiddet içermek zorundadır. Kayyum atamaları bir protesto niteliğindedir ancak bağrında süregelen isyanın halkla daha çok kaynaşmasının tohumlarını taşır. Çünkü haksızlıklara karşı protestoların bir noktada anlamını yitirdiğini düşünen kitleler bir süre sonra daha keskin ve daha sert eylemliliklere yönelirler. Ancak örgütsüz eylemlilikler kitlelerin başıboş davranışlara kaymasına ve devlet tarafından zalimce ezilmelerine yol açar. Bu nedenle örgütlülük gereklidir. Kitleler protestoların birikimiyle eylemlerden öğrendiklerini ileride isyana çevireceklerdir. Çünkü çözüm başka türlü gerçekleşmeyecektir.
Protestolar kayyum atamalarını geri aldırdığında sorunun özü değişmiş mi olacak? Tepeden tırnağa yasalarla, genelgelerle bağlı olunan sömürgeci yapıyla olan ilişkiler değişecek mi, hayır. Van’da geri alındı, Hakkari’de verildi. Bu nedenle Kürtlerin kendi yasaları, kendi yönetimleri ve bunu koruyan güçleri olmak zorundadır.
Dört ayaklı bir sandalyenin iki ayağı çoktan kırıldı. Geriye kalan iki ayağın üzerinde süngü zoruyla oturmak mümkün değildir. Sendelemeleri bu yüzden. O sandalyeden düştüklerinde ne olduğunu anlayacak vakitleri bile olmayacak…