Bir boks ringindeyiz. Bir köşede TC diğer köşede bütün sömürülen ve ezilenler. Rakip antremanlı ama yüzyıllardır aynı tekniklerle, aynı rakiplerle ve aynı ringde dövüşmekten yorulmuş bir halde mücadele ediyor, her hamlesinde biraz daha yavaşlıyor.
Beyninin verdiği talimatları bedeni dinlemiyor artık. Yine de ataklarla aparkat, abanma, bloke, forcing ve bütün teknikleri deniyor. Oysa eskiden bütün bunları sırasıyla, ihtiyacı olduğunda yapıyordu. Bizler ise halen yediğimiz darbelerden sersemlemiş başımızın, ağrıyan gövdemizin acısından karşımızdakinin düştüğü durumu göremiyoruz.
Oysa başımızı kaldırıp bir baksak groggy olduğunu ve bir nakavt atabilirsek, ring dışından kendisine havlu atılmak üzere olduğunu göreceğiz.
Devlet, i̇nsanların oluşturdukları bir yapıdır ve her dönem egemenlerin belirlediği kurallar çerçevesinde var olurlar. Öyle inandıkları gibi geçmişten bugüne var olan bir olgu değildir. Ezen azınlık ezilen çoğunluğun ezildiğinin farkına varmaması için bu sosyal ve siyasal yapının toplumun bütününü kapsadığını, toplumun refahı için zorluklara katlanılması ve bunların sorumlusunun da başkaları olduğunu her türlü propaganda yöntemini kullanarak sürekli olarak dile getirirler. Gerçek gündemi oluşturması gereken ekonomik politik konuların ve sorunların görmezden gelinmesi için yapay gündem oluştururlar ve bu gündemin içinde saltanatlarını devam ettirirler.
Günümüz TC devleti bunun en güzide örneklerinden biridir. Gerçek gündemin temelini oluşturan Kürt ve Kurdîstan sorununu gizlemek, halkları avucunda tutmaya çalışarak olabildiğince yoksullaştırarak bir avuç oligarşiyi zengin etmek, işlediği insanlık suçları olan halklar soykırımını saklamak için sürekli yapay gündem oluşturarak bizleri peşinden sürüklemektedir. Güzel günlerin yaşanacağı umudunu toplumsal katmanlara yayarak geleceğe ertelemek ve buna engel olan düşmanlarla sürekli savaşarak sıkıntıların paylaşılması gerektiğini hep tekrarlamak ana gündemlerini oluşturmaktadır.
Türk toplumunun yüzyıllardır çürüdüğünü, toplumsal dokuyu oluşturan “ahlak” değerinin yerlerde süründüğünü, ırkçılıkla zehirlenerek kendinden başka herkesi düşman gördüğünü, yaşadıkları yoksulluğun kendi devlet sistemlerinden kaynaklandığını yazıyoruz, söylüyoruz, mücadele ederek bedel ödüyoruz ama Türk halkının parmakla sayılacak bir bölümü hariç geri kalanından bir ses çıkmıyor. Düşününki bir ülkede devlet başka bir halkın yaşadığı yerleşim alanlarına tanklarla, toplarla saldırıyor ve insanları bodrumlarda yakarak öldürüyor ancak o toplum duyarsız kalıyor. İnsanların öldükten sonra toprağa gömülmesini bile engelliyor, cenazeleri ailelere postayla yolluyor, herkesin gözü önünde devletin askeri ve polis güçleri cinayetler işliyor yine de suskunlukla ve alkışlarla karşılanıyor. İşte çürüme budur, işte ahlaksızlık, işte insanlık onurundan yoksunluk budur.
Böyle bir halk elbette mevcut sömürgeci ve ırkçı devletine sahip çıkar, elbette her türlü haksızlığı, yalanı, üretmeden tüketmeyi sever. Böyle bir toplumda iktidarın toplumsal desteğinin en az %35 olduğu gerçeğini görmek zorundayız. Başka türlüsü olamazdı zaten.
Dindar görünmekle, dinci olmak arasındaki ince çizgiyi de geçtiler. Kendilerini dindar sanınca yüce bir ahlak duygusuyla donatıldıklarını sanıyorlar. Oysa her dönemin ahlak anlayışı, o dönemin alt ve üstyapı ilişkilerine karşılık gelir. İnsanlık tarihinin başlangıcından günümüze aynı şekilde yaşanan bir ahlak olgusu yoktur. Ancak yaşıyor ve görüyoruzki insanlığın ortak yüce değerleri bu dönemde olduğu kadar başka hiçbir dönemde yerlerde sürünmemişti. Kabul edilmelidirki Türk halkının kurduğu toplumsal ilişkiler insanlık dışılığı yücelten ilişkilerdir.
Kadınlara, çocuklara, lbgti bireylere, başka inançlara, başka halklara karşı bu kadar nefret duygusuyla hareket eden bir halkın insanlık değerlerine katacağı hiçbir şey yoktur. Tarihiyle yüzleşip, var olan toplumsal ilişkilerini yıkıp yeniden oluşturmak zorundadırlar. Kokain içerken yakalanan “büro elemanı” nın çalışmadan elde ettiği haksız zenginliğin hesabını sormayıp sadece “pudra şekeri” düzeyinde yaklaşmak aslında o yaşama özlem duymaktır. Bu rezalete de yine bizler dokunduk, yani sömürülenler ve ezilenler.
Erdoğan ve avanesinin zenginliklerinin kaynağını sormuyorlar, diplomasiz oluşunu bile umursamıyorlar, baskıları, işkenceleri, katliamları avuçlarını patlatırcasına alkışlıyorlar. Tek düşündükleri ve umutları “acaba bizler de bu soygun düzeninden bir parça elde edebilir miyiz”den öteye birşey değildir. Ortada bir suç olduğunu düşünselerdi Kürt, Ermeni, Pontos, Süryani soykırımlarından geriye kalan evlerin, paraların, toprakların kimlere gittiğini sorarak düşünmeye başlarlardı.
Günümüzdeki en görünen örneklerden iki tanesine bakalım: Sûr, Cizîr gibi yerleri yıkarak, insanları yurtlarından ederek geride kalan yanmış yıkılmış evlerden çaldıklarını bölgede herkes bilir, Efrîn işgalinden sonra tonlarca zeytin ve zeytinyağlarını çalıp satan bu devlet değil mi, her firsatta da “biz Türk devletiyiz” demiyorlar mı ve bu onursuzluğa isyan ediliyor mu, hayır. Hatta dünün iktidar ortağı Fetullah Gülen ve avanesi bile dönüp “evet, bu düzenin temel taşlarının döşenmesinde bizlerin de payı var, suçluyuz” demiyor halen mağdur rolünü iktidarla paylaşmaya çalışıyorlar.
Hiç demokrasi, adalet ve özgürlük mücadelesi veren bu gruptan birilerini gördük mü, evet gördük ama bu kavramlardan anladıkları sadece kendilerine uygulanması olduğu için kendilerinden başkalarına karşı adalet ve vicdan duyguları yoktur, bugünkü iktidarla aralarındaki tek fark tahttan düşmüş olmaktır.
Bizler insani değerlere dayanan, adalet ve vicdanın öncülüğünde, kimsenin dini, dili, inancı ve cinsel yöneliminin dışlanmadığı, toplumsal olarak üretilip toplumsal olarak yetenek ve ihtiyaç doğrultusunda tüketilen ve halkların, toplumların kendi kendilerini yönettiği, faşizmin olmadığı bir toplumsal ilişkiler için mücadele ediyoruz.
Ama sormamız gereken birşeyler var, insani değerleri kazanmak ve dünya tarihinde onurlu bir yer almak istiyorlar mı, hiç umudum yok ama bildikleri değerlerden! sormak hakkımızdır.
Bizler sadece AKP-MHP faşist diktatörlüğü yıkılsın da yerine aynı şeyleri yapan başkaları gelsin diye değil, hakkımızı alacağımız ve uğradığımız zulümlerin hesabını soracağımız bir hayat için mücadele ediyoruz, bu onurlu yolda gidiyoruz. Bize sormalarına gerek yok. Biz onlara soralım, ama nereden soralım?
Müslüman olduklarını söylüyorlar ama müslüman dininin tüccarlığını yapıyorlar bu nedenle islam dininden sormak yanlış olur, M. Kemal’in askerleri olduklarını söylüyorlar ama bu konuda da işi ticarete dökmüşler, Aleviliği ve Museviliği lanetliyorlar, askerlerinin kafaları kesildi, yakıldı, tecavüze uğradı yine de umursamadılar, insan hakları gibi değerlerden de fersah fersah uzaklar.
Geriye kaldı hristiyanlık belki bu dinin sorusu onları kendilerine getirir, bu yüzden ordan soralım:
—
Qui vadis: ”Nereye gidiyorsun ?”
*Incil Yuhanna 16:5 geçen cümledir.