Alışılmadık bir biçimde başlayıp ilerleyen bir sürecin içindeyiz. O kadar hızlı gelişiyor ve ilerliyor ki hem tartışılıp benimsenmesi, hem de gereklerinin yerine getirilmesi açısından toplumsal ayağı tam anlamıyla yerine oturmuyor, oturamıyor. Çünkü toplumsal yığınların geleceklerini ilgilendiren bu süreci sahiplenmeleri için anlamaları, kavramaları, içinde olmaları ve inisiyatif almaları gerekirken henüz tam anlamıyla sorumluluk almadıkları için görünüm olarak ayrı bir düzlemde yürüyen bir sürecin varlığından söz edebiliriz. Sayın Öcalan yaptığı çağrıda toplumun tüm kesimlerinin katılmasının elzem olduğunu ifade etmişti.

          Tarihteki örneklerine baktığımızda aynı pratik adımların atılmadığı bir süreç bu. Bu nedenle olsa gerek isimlendirme konusunda bile henüz bir görüş birliği bulunmuyor. Olması gerekenin çok önceden her iki tarafın konuşup anlaşarak bir program oluşturmaları ve bu doğrultuda bir araya gelen çalışma gruplarının belirlenen bir takvime bağlı kalarak asgari ölçülerde çalışma yürütmeleri şeklinde gerçekleşmesiydi ama kamuoyuna açıklanan ifadeye göre, geçen dönemin uzun süreye yayılması, provokasyonlara açık olması ve olası gereksiz tepkilerin doğması üzerine bu sefer dar bir grup oluşturulmuş kısa süreli çalışma ve sonuca hızla gitme üzerinde anlaşılmış buna göre açıklanmıştır. Elbette biliyoruz ki en az bir yıllık bir sürecin sonucunda oluşturulan bir bildiri önümüze konuldu.

        Kürtler açısından temsiliyet sorunu yok. Yıllardır pratik anlamda kendilerini kimin temsil edeceği konusunda ortak bir görüş birliği bulunuyor. Ancak Türk tarafına baktığımızda henüz netleşmiş bir temsiliyet bulunmuyor. D. Bahçeli’nin ön aldığı, Erdoğan’ın ise geride kaldığı bir izlenim ediniyoruz. Bunun, geçmiş tecrübelerimizden yola çıkarak olumsuz bir noktaya tekabül ettiğini biliyoruz. Erdoğan, bir gelişme kendi planlarına uymadığı zaman önce sessiz kalır, sonra da çıkıp o gelişmeyi baltalar ve mimarını devre dışı bırakır. Burada bir devlet adımından daha çok D. Bahçeli adımı öne çıkmış gibi görünüyor. Bir ihtimal belirli konularda anlaşma sağlanıp, gelecek seçimlerde destek talep etmiş ve yeniden seçilmesinin alt yapısını sağlamaya çalışıyor olabilir. Kitlelerin duygularına uygun atılacak adımların böyle bir desteğe karşı sessizlikle karşılanacağını planlamış olabilir. Bu gelişme karşısında ise Dem Parti’nin açık veya gizli desteğini istemiş olabilir. Zaman gösterecek.

     Sürece ilişkin devletin sözcüleri tarafından sürekli olarak dile getirilen “sadece teslimiyet istiyoruz” talebi bir senaristin elinde iyi bir ‘kara komedi’ senaryosu olabilirdi, belki de ödül de alabilirdi ama maalesef bu absürtlüğü kaleme alacak bir senarist bulamayız. Savaşan taraflar anlasmak istiyorlarsa görece eşit adımlar atarak işe başlarlar. Böyle onur kırarcasına saygısızlık etmezler. Ancak bakıyoruz, karşımıza geçip ‘teslim olun, devletimizin şefkatine ve adaletine güvenin’ diyorlar. Hafıza tazelemek adına eklemek isterim; “atalarımız” dediğiniz Osmanlı padişahları öz çocuklarını, kardeşlerini boğduran bir geleneğin sahibiydiler. İnsani haklarımız var ve bunları alacağız. Günümüz dünyasında konuşulması bile ayıp kabul edilen temel insani haklarımız halen yasaklı statüsünde. Kitlelerde bir anlaşma olduğu ve adımlar atılacağı yönünde oluşan bir beklenti var ancak gün geçtikçe zayıflayan bir beklenti bu.

Medyaya düşen sızıntılara baktığımızda sayın Öcalan’a mart ayı içinde İmralı adasında bir ev hapsi verilmesi ve genel bir ceza indirim düzenlemesinin planlandığını görüyoruz. Hem bu iki madde, hem de sadece bunlarla sınırlı kalması sorunlu olarak duruyor. Birincisi Kürtler uzun yıllardır sayın Öcalan’ın fiziki özgürlüğünün sağlanması talebini canlı tuttular, ikincisi hangi suçu işlediler de ceza indirimi yapılsın? İnsanlık dışı bir sömürge sistemine karşı baş kaldırmanın haklı onurunu taşıdılar. Verilecek cezayı kimse umursamadı bile. Şimdi indirim yapılacak diye sevindirmeye çalışıyorlar. 

Daha geçmişten beri suç işlemiş devlet görevlilerinin nasıl bir yargılamaya tabii tutulacaklarını bilemiyoruz. Onca işkence, katliam, hırsızlık gibi suçlar cezasız mı kalacak? Taybet Ana, bodrumlardaki yakılmış insanlar, zindanlardaki işkenceler… Bunları geçiştirecek miyiz? Böyle bir barış kararı nasıl alınabilir, kim bu vicdani yükü kaldırabilir? Öyle kolay mı?

     Türk devleti Orta Doğu’da yanan ateşin kendisini sarmaması için, Kürtlerle ‘ittifak’ geliştirmeyi uygun gördüğünü açıklıyor. Yani ortada insanlık suçu yok, hak gaspı yok, işgal ve sömürgecilik hiç yok. Sadece ülke bölünecekmiş de kurtulmak için Kürtlerin desteğine ihtiyaç varmış, o da onur kırıcı bir şekilde isteniyor. Bu sürecin sonunda güneydeki işgal noktaları kaldırılıp geriye çekilecek mi, Rojava’da işgal edilen Efrîn başta olmak üzere her yerden işgal tazminatı ödenip çıkılacak mı? Bilemiyoruz. Fedakarlık Kürtlerden bekleniyor. Yıllarca sivilleri öldüren katilleri Kurdistan Özgürlük Hareketine teslim olsunlar, hareketin adaletinin kararını kabul etsinler.

    Gerçeklik karşımızda. Rojava’nın statüsünün oluşmasının engellenmesi üzerine bir politika yürütülüyor. Çünkü özgür bir Kürt statüsünün oluşması en büyük kabusları olacak. Ancak şu gerçeklik tarihe kanla yazıldı: Rojava bütün Kürtlerin asla geri adım atmayacağı bir noktadır. Bunu silecek hiçbir güç yoktur. Ister uzun vadeli, ister kısa vadeli hesap yapılsın. Kürtler asla geri adım atmayacaklar.

      Devletler arası anlaşmalar sonsuz değildir. Çıkarlar ve güç dengesi belirleyici olur. İran’a doğru giden savaş, sonradan yönünü Türkiye’ye çevirecektir. Bu bir istek veya dilek değildir. Hayatın gerçekliği bunu dayatmaktadır. Türk devleti değişmek zorundadır. Köhnemiş, iktidardan başka herkesi ötekileştirmiş, işgal ve sömürgeciliğe dayanarak talan düzeni kuran yönetimlerin günümüz dünyasında yaşama olanağı bulunmuyor. Ömrünü tamamlamış bir sistem, yeni filizlenen bir sistemle ittifak kursa bile, o ittifak ancak kendi mezarının kazılmasının ittifakı olur, başka birşey değil.