Toplumsal ilişkileri olgunlaşmayan, baskı, zulüm ve ayrımcılığa uğrayarak travmalarla yaşayan bir halkın düşünce ve davranışları duygusallığın ağır bastığı süreçlerden oluşuyor. Böyle toplumsal yapılar, gerçeklik ve kurgulanmış gerçeklikler arasında kurulan bir ilişkiler ağının ortasında gerçeklikle her yüzleştiğinde biraz daha olgunlaşıyor, kurgularının gerçek dünyadan ne kadar uzak olduğunu kırılarak ama her kırılmada da biraz daha güçlenerek öğreniyor. Toplumların gelişimi bireylerin gelişimine göre daha yavaş bir çizgi izliyor. Bir bireyin gelişimini on yıllara sığdırmak mümkün ama toplumların gelişimi yüzyılları buluyor. Tek istisna toplumların sosyal ve siyasal dönüşümlerinin olduğu süreçlerin itici gücünün, o toplumların yaşamını kısa sürede değiştirmesidir. Uzun süreli değişimleri bekleyen toplumlar bir noktadan sonra duygusallığa dönüşerek, kurgulanmış gerçeklerin içinde; umudunu, kurtuluşunu ve kurtarıcısını yaratıyor. Herhangi bir halkın kurtuluş mitinin yaratılması gibi.
Yeni bir döneme giren Ortadoğu bölgesi de kurgulanmış gerçeklerden ayrılıp maddi gerçekliğe doğru büyük bir adım atmaya başladı. Kabul etmek gerekir ki bu adımı kendi tarihsel zorunluluğundan değil, dışarıdan müdahale sonucu atıyor, hatta değişimde de payı yok. Ancak bu tür değişimler mutlaka toplumun tüm katmanlarına yansır, olgunlaştırır. İradeleri dışında bu değişimi yaşayan halklar, kendi iradelerini mutlaka ortaya koyacaklardır.
Suriye’de yaşananlar her yurtsever Kürdün gündeminde büyük yer oluşturuyor. Elde edilen kazanımların Türk devleti tarafından ağır bir saldırı altında olduğu, bunun hem diplomatik, hem de askeri yöntemlerin kullanarak yok edilme olasılığı ve bununla birlikte Kurdistan’ın diğer parçalarında da kalıcı bir soykırım hazırlığı nedeniyle Rojava odak noktamızı oluşturuyor. Bir halkın böyle zor ve derin siyasi süreçler gerektiren, ağır bedeller ödediği bir mücadelenin bu noktadan sonra yok edilmesi mümkün değildir. Bunu biz biliyoruz; sömürgeciler ve diğer devletler de öğrenecekler ama büyük bedeller ödeyerek öğrenecekler. ABD başta olmak üzere diğer ilgili devletlerin diplomatik dil kullanarak veya açıkça ifade ederek Türk devletinin Suriye’deki Kürtlerin yaşamına yönelik bir harekatın yapılmaması noktasında uyarılmadığı bir gün yok neredeyse. Bu bizim cephemizde bir umut ve bir iyimserlik yaratıyor nedense.
Böylelikle kurgulanmış bir gerçekliğe yol alıyoruz. Kürtleri, direnişlerini, tarihin en barbar örgütlenmesi olan DAİŞ’e karşı verdikleri savaşın övülmesi gibi konularda ağız birliği etmişçesine Kurdistan Özgürlük Hareketi’ni adını vermeden “Suriye’de DAİŞ’e karşı verdiğimiz mücadelede ortaklarımız” diyerek konuşuyorlar. Ancak resmi bir gelişme yok, parlamentolarda alınan ve yaptırım uygulama emaresi taşıyan bir netlik yok. Böyle bir karar alınabilir belki ama şimdi alınmıyor, sadece söylem düzeyinde kalıyor. Ve her gün dört parça Kurdistan’da saldırılar devam ediyor, ülkede halk ağır baskı altında, tutsaklar zindanda, sürgünler yurtdışında, savaşçılar her gün ağır askeri saldırılar altında savaşıyor ve Rojava’da halkın yaşam alanları bombalanıyor. QSD yaptığı açıklamalarda birlik ve direniş çağrısı yapıyor. Ama biz “şu kişi şunu dedi” diye kurgusal bir gerçeklik yaratıyoruz. Özgürlük mücadelesi “kim, ne dedi?” diye sürdürülmüyor, kimsenin ağzına bakmadı. Kendi öz gücüyle bugüne geldi, bugünden de zafere yürüyor. Ayrıca bir halk kendi gücüyle zafer kazandıktan sonra o günaşırı aciklama yapanlar, o halkın önünde saygıyla eğilip, eşit düzeyde yaklaşacaklardır. Öyle kendisine zafer ve makam bahşedilmiş Erdoğan ve Colani’ye gösterilen ve sonradan geri alınacak “saygı” değil, direnerek, mücadele ederek elde edilen bir “saygı” olacak bu.
Savaş süresince büyük ölçüde kayıplar yaşanabilir, elde edilen alanlar kaybedilebilir veya düşmana/düşmanlara ağır darbe vurulup ilerleme sağlanabilir. Bunlar bir savaşın olmazsa olmazlarıdır. Ancak savaşı kazanmak çok farklı bir duruma tekabül eder. Bizler nedense savaşın bir bölümüne ait bir yerde siyasi veya askeri olarak kaybedilen bir şey olduğunda hemen umutsuzluga kapılıyor veya kazandığımız bir durumda da tam tersi savaşı kazandığımızı varsayıyoruz. Bu ruh halini unutmak gerekiyor. Her koşulda Kurdistan Özgürlük Hareketi’nin yarım asır sürdürdüğü ve yenilmediği bir savaşın öncü gücü olduğunu unutmamalıyız. Bu temelde diğer bir önemli nokta ise mücadeleye ilişkin ifade tarzımızdır. Hakim dil, sürekli direniş anlamında kuruluyor. Direniş: Bir noktada saldırı altındayken kendini korumak olarak ifade edilir. Oysa saldırı dilini kullanmak, düşmanın kendini tanımlama dili olarak “direnişi” ona bırakmak daha ileri bir anlatım tarzı olabilir. Bu tarz, bir ileri hamlenin ifadesi olarak kitlelere yansır ve karşılık bulur.
Irak işgalinin gerçekleştiği 2003 yılında dünyanın her yerinde işgale karşı protesto gösterileri gerçekleşmişti. Kurdistan işgal altında ve savaşçılar ülkelerini savunuyorken bu işgale karşı çıkan ‘Kurdistan Dostları’nın varlığı sayısal olarak çok az olabilir ama bulundukları ülkelerde iktidarların bir tutum belirlemesi konusunda adım atabilirler, atmalılar da. Türk parlamentosunda “Emek ve Özgürlük İttifakı” kulağının üzerine yatmış olabilir. Bunu siyasala hafızamıza ekleyerek, diğer ülkelerdeki “dostlarımıza” sormak hakkımızdır; neredesiniz, sadece sayın Öcalan’ın kitaplarından alıntılar okumakla dost olunmaz. Ayağa kalkın, bir Sartre, bir Said olun.
HTŞ’ye ve dünyaya yapılan barış çağrıları karşılığını bulmuyor. Bu çağrılar yankılanıp bize geri dönüyor. Barışın sesini duymuyorlarsa savaşın sesini duymak istedikleri içindir. “Aşırı ölçüde tekrarlanan kelimeler bitkin düşer ve ölürler.” diye yazmış E. Cioran. Barış, kardeşlik, adalet ve eşitlik kelimeleri ne yazık ki bitkin düştüler, ölümlerini bekliyor dünyanın egemenleri.
Ve Kürtler olarak bir kez daha dünya halklarına sesleniyoruz; “ayağa kalkın ve bin yıllık köleliğin zincirini parçalayarak tarihin sayfalarına özgürlük adına savaşanların kazanacağını bir kez daha hediye edecek olan Kurdistan özgürlük mücadelesini ve Kurdistan özgürlük hareketini selamlayın.”