Sun Tzu, savaşa ilişkin değerlendirmelerinin birinde şöyle der ”mükemmellik her savaşı arpışarak kazanmak değil, savaşmadan kazanmaktır”. Belki daha ideali savaşların olmamasıdır, bunun için de savaşların gerekçelerinin ortadan kaldırılmasıdır. Hatta sadece savaşların olmaması değil, sınıfların, sınırların ve sömürünün de olmaması ideal bir hayattır. Ancak ya gerçeklik başka türlüyse, ya savaşmak bir tercih değil de bir zorunluluksa ne yapmak gerekir? Yine iyi niyet temennilerini besleyip savaştan kaçınmak mı gerekir, yoksa savaşmak mı gerekir, elbette kaçınılmazsa, savaşmak gerekir. Öyleyse sosyal ve siyasal talepleri bulunanların ve özünde de haklı tarihsel bir temele sahip olanların savaştan kaçınması demek, içinde bulundukları durumun devamı demektir. Savaş denildiğinde sadece silahların içerdiği bir eylemsellik yerine daha genel anlamda düşünülerek her türlü i̇deolojik araç ve gereçlerin kullanımını da içeren bir eylemselliği kavramak gerekir.
Doğruluğu tartışılmayan bir sözle başlamak gerekir: “somut koşulların, somut tahlili”…
Somut koşullar ortada: bin yıllık bir sömürgeciliğin yarattığı bir savaşın içindeyiz. Koşullara göre savaşın yarattığı yangının genişlediği veya dar bir alanda etkisini sürdürdüğü dönemler olsa bile genel anlamıyla sömürgecilerin eylemlerinden doğan bir savaşın içindeyiz. Çoktandır kaynayan Ortadoğu kazanının altına sürekli odun taşınıyor. Taşıyanlar da elbette dünya başta olmak üzere Ortadoğu’yu yeniden paylaşıma açan devletler, nam-ı diğer kapitalistler. Bu paylaşımın temelini ekonomi politik oluştursa bile madalyonun diğer tarafına baktığımızda bölgede yaşayan halkların sadece sınıfsal sorunları olmayıp ulusal sorunlarının daha da ağır bastığını ve asıl mücadelenin kimlik üzerinden yürüdüğünü görüyoruz. Teorik olarak da sömürgeleştirilmiş bir halk ulusal mücadeleyi bir yana bırakıp sınıfsal mücadeleye ağırlık verirse bu ayakları havada bir mücadele olur. Bu mücadelenin en uç sınırı ulusal ve sınıfsal mücadeleyi bir arada yürütmektir ancak tarihe baktığımızda sömürge halkların önce ulusal soruna ağırlık verdiğini görüyoruz.
Türk dışişleri bakanı H. Fidan 3 ocakta yaptığı basın açıklamasında “… yani biz savaşmaya devam edeceğiz, Zaten siz isteyin, istemeyin. Bunda bir sıkıntımız yok. Bu konuda da netiz”. Hayatı optimist bir açıdan yola çıkarak yorumlamak isteyenlere sorsak bu açıklama için bile “iç kamuoyuna sesleniyor, doğal karşılamak gerekir” diyecekler. Oysa açıkça savaştıklarını ve savaşmaya devam edeceklerini söylüyor. Hem de daha önceki “bu bir terör sorunudur” sözlerini de tekzip ederek. Artık “savaş” olduğunu kabul ederek. Gerçekçi davranıyor çünkü tarihsel mirasları ve hedefleri sömürge sınırlarını genişletmek. Aynı zamanda işgalci olduklarını da gizlemiyorlar. Özcesi sonradan geldikleri bu topraklarda, asıl sahiplerini soykırımdan geçirerek toprağa sahip olmak istiyorlar. Bu netlik karşısında tartışmaya açık bir öneri ileri sürülüyor ve bu önerinin bütün sömürgeciler tarafından da kabul edilmesi halinde zor bir durumla karşı karşıya kalacağız. “Ortak vatan”… Eğer ortada işgal edilmiş vatan ve sömürgeciler varsa vatanın “ortak” olması mümkün değildir. Bu toprak parçasına aynı anda gelip “ortak” olmadık. Kılıç zoruyla geldiler ve hükümranlıkları o kılıç havada durduğu sürece geçerlidir. Ortak vatan söylemi bu açıdan ne taktiksel, ne de stratejik olarak geçerli değildir. Osmanlı’dan itibaren gelenekselleşen yönetim anlayışı işgal ettikleri her yeri kendilerine ait olarak kabul edip elde tutmak için ne gerekiyorsa yaptıklarını gösteriyor. Iktidar uğruna kendi çocuklarını, kardeşlerini öldüren bir devletin “vatan” dediği sadece kendi iktidarıdır.
Bir savaş içinde olduklarını ilan etmelerine ve gereklerini yerine getirmelerine rağmen, halen yerel seçimler, işgalcilerin yasaları ve gündelik demokrasi umutlarıyla meşgul olmak sonu şimdiden belli bir soykırımın kaybedeni olmaya yolculuktur. Devlet eski Kemalist devlet değil, niteliği ve hedefleri değişti. Muhalefet eder gibi görünen partileri, diktatörlüğün hizmetinde olan yasama, yürütme ve yargı üçlüsü, en önemlisi de toplumsal desteğe sahip olması göze çarpan yapısal özellikleridir. M. E. Bozkurt’un dediği gibi “bu devlette bizim köle olma hakkımız” dışında başka bir hakkımız yoktur.
Rojava başta olmak üzere Kürtlerin sahip olduğu her kazanımı imha etmek, Kurdistan’ı işgal etmek üzerine oluşturulan plan ağır aksak da olsa uygulanıyor. İsrail’in, Hamas’ın ardından Hizbullah’a da saldıracağını böylelikle Iran’ı güçsüzleştirerek istediği koşulları yaratmak istediği ortada, öyleyse bu savaşın Kürtlerin, topraklarını ve kazanımlarını da bir şekilde etkileyeceği de ortada duruyor. Bu gerçeği kabul edip ona göre hazırlanmak gerekiyor.
Kuzey Kurdistan’da uzun süren politik aynılık son dönemde DEM partisinin silkinişiyle bir değişiklik yaşamaya başladı. Halkın sesine kulak veren politik adımlar kitlelerle bağı yeniden güçlendirdi. Ancak bunların bir adım önüne S. Demirtaş’ın savunması geçti. Deyimde olduğu gibi “kitabın ortasından” konuştu. İşgalci ve işgal edilen gerçeğini dile getirdi. Bu savunmalar sorunun niteliğini de açıkça dile getirmiştir. Bu anlayış üzerinden geri adım atılması, yeniden “demokrasi sorunu” olarak nitelendirilmesi yeniden başa dönmek, yeniden umutsuzluga kapılmak olacaktır. Bir sorun gerçekçi olarak tanımlandığı zaman çözüme doğru adım atılır. İmralı’da sayın Öcalan’ı tecrit etmek, medya savunma alanlarını bombalamak, Rojava’nın toplumsal yaşamının her noktasını kıyamet yerine çevirmek gibi bir politikaya sahip olan bir devlet, açık ifadeyle işgalcidir, sömürgecidir.
Tarihsel sıçramanın eşiğindeyiz. Ya önümüzdeki koşulları değerlendirip halk olarak özgürleşeceğiz, ya da o koşulları değerlendiren işgalcilerin kılıçlarından damlayan kanlarımızı ölmeden önce pişmanlık dolu gözlerle izleyecegiz…