Ali Engin Yurtsever: Sömürgecilerin Lanetlileri

Yazarlar

        Fanon sömürge ve sömürgeciliğe ilişkin ölümsüz eserine “Yeryüzünün Lanetlileri” adını vermişti. Kitap sadece sömürgecilerin çıplak şiddete neden başvurması gerektiğinin yanı sıra aynı zamanda onların yaşadığı travmalara ilişkin bilgilerle de doluydu. Sartre’in önsözünün de katkısıyla ünlenen kitap, basımından sonra yasaklanmasına rağmen yasakları aşıp okuyucularıyla buluştu. Günümüze kadar da güncelliğini korudu. En son sömürgeci, sömürge topraklarından, tarihinden, kimliğinden ve kültüründen çıkarılıp atılana kadar da koruyacaktır.

      Bizler, yani Kürtler de dört sömürgeci ülkenin “lanetlisiyiz”. Görece herkesin kabul ettiği üzere bin yıldır süren bu sömürgecilik ve bu lanet üzerimizde dönüp duruyor. Kendimize olan “yabancılaşmamız” da bu lanetle bağıntılı bir şekilde varlığını koruyor. Sömürgecilik bir travmayı da geçti. Çoğunluk farkında olmadan bu “yabancılaşmayı” özümsemiş bir şekilde kimlik değiştiriyor. Sömürgecinin ürettiği kavramlardan önce bizler kendi içimizde ürettiğimiz gerekçelerin oluşturduğu kavramlarla yol almaya çalışıyoruz.

Dört parçanın sömürgecilerinin ayrı üretim ilişkilerine sahip olmasından kaynaklı ayrı kültürel yapı taşımaları, bizleri de onlarla kaçınılmaz olan etkileşimimizden kaynaklı ayrı bir kültürel yapıya taşıyor. Parçalanmanın getirdiği travmalı bilinç kendi ulusal gelişimine doğal olarak yeterli çaba ayıramadı. Ulusal pazarın yoksunluğu, sömürgeciliğin önünü açmakla kalmadı, sömürgeyi kendisine tabii kıldı. Böylelikle bir kez daha lanetlendik. Ekonomik dilin kullanılması mutlaka genel anlamda dilin diğer kullanım alanlarını da ele geçirir. Türkçe, Farsça ve Arapça ele geçirdikleri ekonomik dilin kullanım üstünlüğünden kaynaklı olarak şimdi de bir kement olarak Kürt dilinin boynuna dolanmış bir şekilde ve her geçen gün kemendi daha da sıkarak kendi alanlarını genişletmek üzere çalışıyorlar. 

     Tarihi bilgilerimize ulaşma çalışması son yıllarda artan bir ivme kazandı. Bu da bizler açısından olumlu bir gelişmedir. Şarkılar, yerleşim alanları, arkeolojik bulgular sömürgecilerin oluşturduğu yanlış tarihi tersyüz ederek Kürtlerin varlığını daha da net olarak ortaya koyuyor. Bir kimlik, bilince çıktı ve bu kimliğin etrafında dönen her şey kimlik sahipleri tarafından çözüme odaklı teorik ve pratik faaliyeti dayatıyor. Dar bir bakış açısıyla bakıldığı zaman Kurdistan Özgürlük hareketini kitlelerden uzak olarak değerlendirip acımasızca eleştirmeye kacmanın kolaylığı kendi tarihlerinin mücadelesini verenlerden ayrılıp bir kısır döngüye teslim olmuş durumda görünüyor. Trajikomik bir şekilde hoşnut olmamak durumu sözkonusu. Örneğin eylemsizlikle suçlayanlar, eylem yapıldığında eylemin niteliğini beğenmiyorlar veya devletin olası bir barış adımına karşılık “sabote” olarak görüyorlar. Örgütsel karar alma, yerine getirme ve mücadelenin gereklerine olan süreci sürekli eleştiriyorlar. Ancak alternatif olarak sunulan hiçbir şey yok. Türk devletiyle görüşmelerin yapılmasını acımasızca eleştirenler KDP’nin Güney Kurdistan’ı Türk devletinin askeri ve politik “arka bahçesine” dönüştürmesine karşı suskun kalıyorlar. Eleştirinin karşısına konulan bir örgütlülük de bulunmuyor. Hatasız, süreci doğru yorumlayan ve karar alıp uygulayan bir yapı beklentisi içinde olanlar bırakalım savaş gerçekliğini, hayattan bir şey anlamamışlar demektir. Hiçbir şey yapmayan bir birey veya örgütsel yapı doğal olarak yanlış yapmaz çünkü ortada pratikte sınanmış bir teori yoktur.

Her teori hatalardan arınarak pratikte değer kazanır. Oysa şu gerçeğin kabul edilmesi bile dürüst bir bakış açısına pencere açacaktır: son kırk yıla damgasını vuran mücadele ulusal bir bilinç oluşturarak “sömürgecinin lanetlisi” olduğunun farkına varılmasını sağladı ve aynı zamanda sömürgecinin sadece “çıplak şiddetten anladığını” gösterdi. Bugün bir bir kimlik, bir bilinç varsa bu katkı yadsınamaz, hakkının teslim edilmesi gerekir. Parçalı bir halk olmanın bir eksikliği daha görünüyor: bütünü kapsayan bir ulusal cephenin oluşturulması henüz gündeme girmiyor. Tartışılması gereken en önemli sorunların başında bu gelmelidir. Çünkü ulusal bir parlamento/birlik/cephe/ordu olmazsa geneli kapsayacak bir karar alma ve uygulama pratiği de oluşmayacaktır. Her örgütlülük kendi çerçevesinde mücadele yürütüyor. Kurdistan Özgürlük Hareketinin önerdiği “birlik” oluşumu ise KDP ve benzer anlayışlar tarafından “Kurdistan’i terk edin” şeklinde cevaplanıyor. “Ağaç ve balta” diyalogu.

      Tarihsel süreç savaşsız değişmedi, değişmeyecek de. Elbette istenilen, kan dökülmeden ulusal hakların teslim edilmesi ve ondan sonra da Kürtlerin nasıl ve ne şekilde yönetileceklerine kendilerinin karar vermesidir. Ancak bu hem naif, hem de nahif olan tavrın karşılığının olmadığını yaşayarak gördük. Artık biktirici bir şekilde kafamıza vurulan “kardeşiz” saçmalığından başlayarak sömürgecilerin ikna edilmesine kadar yürütülen çalışmanın karşılıksızlığı mücadelenin önünde hep bir engel olarak duruyor. Çünkü kitlelerde yaratılan sahte umutlar bir anlamda pasifizme yol açıyor. “Barış olacak, niye bedel ödeyeyim?” düşüncesi üstünlük kazanıyor. Bugüne kadar hiçbir sömürgeci, hiçbir kapitalist barışmadı, barışamaz da. Uzlaşmaz çelişki denilen bir kavram vardır.

Sömürgecilik ve emek sermaye çelişkisi bunun içine girer. Geldiğimiz noktada KÖH tarafından yapılan açıklamada Türk devletinin onursuzluk yapmamız karşısında “Öcalan” ile görüşme sağlayacağı teklifi açıkça bize layık görülen davranışın saygısızlığını anlatmıyor mu? Insani hakları bile önemsemeyen bir devletin Kurdistan ve Kürtlerin haklarını teslim etmesi düşünülebilir mi? Iran, neredeyse gün aşırı bir Kürdü idam ediyor. Suriye, özerk yönetimi işgalci olarak görüp görüşmeye yanaşmıyor veya çözümsüzlüğe sevk ediyor. Irak, bölgesel yönetimin tüm haklarını tek tek kısıyor, partileri kapatıyor, ekonomik-politik her karar alımını kendine bağlıyor. Türk devleti hepsini aşan bir pratiğin sahibi değil mi? Bu ülkelerde binlerce tutsak var, dilin yasaklanması, yönetimlerin ele geçirilmesi, sürgünler…. Defalarca yaşandı hem de ilk isyan sayılan Spartacus isyanından beri: sömürgeciler asla sömürgelerin ülkelerinden isteyerek çıkkmazlar, haklarını teslim etmezler. Bir özür dilerler elbette, ABD gibi. Yerlilere uyguladıkları soykırımı sonuca ulaştırdıkları kanaatine ulaşınca kongreden özür dileme merasimi yapılır hepsi bu. 

    Barış çağrıları bahar mevsiminde söylenirse karşılığını bulacak bir melodiye benziyor. Oysa zemheri kapımıza dayandı. Ortadoğu yeniden şekillenecek. Sömürgeciler bu şekillenme sonrası şimdiki varlıklarını koruyamaz hale gelecekler. Hiçbirini yeniden yapılandırmak gibi bir sorumluluğumuz yok. Uzun bir kış mevsimi süresince “lanetlendik”. Şimdi bahara giriyoruz ve o “lanet” bize uyguladıkları şiddetin karşılığını aldıkları zaman son bulacaktır. O zaman sadece yeryüzü degil gökyüzü de bizim olacaktır ama lanetlenmeden…

İlginizi Çekebilir

Müslüm Yücel: Vicdan
Mihyedîn Nahrîn: Kurd, Dev Ji ‘Kurdî’ Berdidin!!!

Öne Çıkanlar