Herşeyi tanımlıyor ve adlandırıyoruz. Böylelikle kendimizi bir ideoloji altında belirliyor buna uygun düşünce ve davranış bağlamında hareket ediyoruz. Bir ideolojide ilk adım sözlerden başlar. Bu, insana, hayata ve doğaya dair kurulumun ilk adımıdır. Sözlere inanan bir taban oluşur ve teori pratiğe dökülür. Süreç içinde gerçeklikle karşılaşan teori kendi içinde barındırdığı yanlışlıklardan soyutlanır ve somutlaşır.
Halka hitap eden, onları daha iyi bir hayat için mücadelenin ağır bedellerine çağıran ‘söz’lerin bu bağlamda gerçeklikle uyumlu olması gerekir. Çünkü inanç duygusaldır, gerçekliğin soğuk içeriğine fazla dokunmaz. Aklın az, duygunun çok olduğu bir alandır. İşkencede direnirken, bir mevzide savaşırken yahut ölüme giderken aklı geride bırakarak, inanırlarına onurlu bir tarih ve miras bırakmak, savunduğunun gerçekliğini her koşulda savunmak adına direnişin bayrağını yukarı kaldırır. Bundan dolayı geçmişte düşünceleri uğruna ölüme giderken ağızlarından çıkan sözlerin gönüllü esiri olanlar halen bizlerin saygıyla andığı birer tarihi kişilik olarak içimizde yaşamaktadırlar.
İdeolojik düşüncenin doğal olarak bir de karşı tarafı vardır ve bu taraf kaçınılmaz olarak “düşman” olarak tanımlanır. Çünkü vaad edilen “iyi ve yaşanabilir bir hayat” ancak “düşman”, yani çelişki yok edildiğinde gerçekleşecektir. Gerçeklik çoğulluğu içerir mi, yoksa tekilliği mi temsil eder? Elbette kesin bir cevap verebilmek zordur çünkü, koşulların belirlediği gerçeklik tanımı farklılık içerir. Bir mücadelenin çeşitli aşamalarında önümüze çıkan gerçeklik koşullara göre değişkenlik de gösterir. Oysa “baş çelişki” gerçekliktir, geride kalanlar ise tam anlamıyla gerçekliği tanımlayamazlar. Örneğin, bir düzen değişikliği adına yürütülen mücadelenin silahlı ve silahsız politik faaliyetleri kendi içinde gerçeklikleri barındırırlar. Öyle bir an gelir ki, kabul edilmekte zorlanılan bir gerçeklikle karşı karşıya kalıp, onu hayata geçirmek zorunda kalabiliriz. Geniş bir açıdan baktığımızda bu durum gerçekliğe (baş çelişkiye) aykırıdır ama güncel durumun gerçekliği de budur.
Geçmişten bugüne yaşanan tarihten biliyoruz ki, idealist düşüncenin kitlelere sunduğu tek şey vaad olmaktan öteye değildir. Daha iyi bir yaşamı sunduğunu savunan bu i̇deolojik düşünce sadece bir grup insanın yaşamını asalak haline getirmiştir. Kimi zaman, otokrat, oligark veya diktatör olarak üst yönetici grubun ve çevresinin yaşamını iyi hale getirmiştir. Materyalist düşüncenin gerçekliğini savunmak daha ağır, daha zor ve inandırıcı gelmeyen bir pratiğe dökülmüştür. Kitleler çoğunlukla kendi çıkarlarına ters düşmek adına bu ideolojiyi mahkum etmişlerdir. Hangi ideolojinin ‘söz’ünün değerinin ve gerçekliğinin kitleler tarafından değer olarak alındığını görebiliyoruz. Kitlelerin kendi yaşamlarını daha iyi bir hale getirmek için altında toplanacakları materyalist düşüncenin gerçekliği kavranana kadar uzun zamanlar gerekmektedir.
Kurdistan özgürlük mücadelesinde ağır bedeller ödeyen ve daha iyi bir yaşamın olabilirliğini savunan ideoloji/paradigma dört bir yandan kuşatılmış bir şekilde direniyor. Genel olarak baktığımızda kitleleri mücadeleye çağıran o “söz’ün” sahipleri de aynı bedelleri ödüyorlar. Ancak halkın bir bölümü bu bedelleri ödeyenlerin değil, daha çok kendi çıkarını düşünenlerin, yani devletin zulmünü bayrak gibi sağlayanların sözlerine değer veriyor. İçinde yaşadığı zulmü bilerek, isteyerek bağrına basıyor. Gerçeklikle bağdaşan sözün hükmü böylelikle geçerliliğini yitiriyor. Oysa bir söz kitleleri ayağa kaldırıp, başka bir söz de ayağa kalkan o kitleleri durdurabiliyor. Sözün hükmünü yitirmesinin altında yatan nedenleri gerçekçi bir yöntemle incelemek gerekiyor.
Popülist kişilikler ve politikalar ağırlık kazanırsa, gerçekliği taşıyan sözün hükmü zayıflar. Neden, bir dönem asla kuşku duyulmayan bir içeriğe sahip olan ama başka bir dönem geldiğinde de aynı kitleler tarafından kuşku duyulan bir içeriğe sahip olan sözler karşımıza çıkıyor? Kitle ve yönetim arasında bağı zayıflayan ve hükmünü yitiren bir sözün yeniden gerçekliğini kazanması için ne yapmak gerekir? Bir yerde yönetim sözün pratiği için enerjisini tüketiyorsa, gerekliliğine dair uyanan kuşkuyu durdurmaya çalışıyorsa, kitleleri inançsızlıkla suçlayıp eleştirmek yerine, hükmünü yitiren sözün içeriğinin neden bu yitime yol açtığını düşünmek gerekir. Tarih boyunca hiçbir düşünce akımı kayıtsız şartsız kabul edilmemiştir, bundan sonra da edilmeyecektir. Çünkü insan aklı, doğru ya da yanlış mutlaka sorgular. Maddenin gerçekliği buna işaret eder.
Gerçekliğin içinde olduğu durum değişmemişse, başka bir deyimle ana çelişki kendini koruyorsa ama sözün sahibi başka bir çelişkiyi öne çıkarıyorsa yani koşulların “o an” itibariyle başka bir gerçekliğe evrildiğini söylüyorsa durup düşünmek gerekir ancak bu düşünce iki tarafı da kapsar. Hem sözün sahibini, hem de söze inanan kitleyi. Ya gerçek başka türlüyse, ya gerçekliği algılama da koşullardan kaynaklı farklılık oluştuysa?
Halka dönüp “bu seferlik de bağrımıza taş basalım” denilirse, daha sonra da halk “taşı kac sefer bağrımıza basacağız?” sorusunu yöneltir. Kitleler soyut gelecek yerine somut gerçekliği talep ederler. Yaşamlarında hiçbir düzelme yoksa ve bunun için ayağa kalkmışlarsa günlük olarak bir ışık beklerler. Gün geçtikçe yaşam koşulları ağırlaşan, kimliği, toprağı ve hayatı işgal edilen bir halk, günün sonunda belki teorik cümlelerle ifade edemese bile, kitabın ortasından konuşarak “peki, bu durum nedir?” diye soru yöneltir. Elinde gücü barındıran bir politik anlayış hiçbir çıkar gözetmeden, o gücü sebil niyetine dağıtıyorsa, o gücü kendisine sunan halka da hesap vermek zorundadır. Çünkü politika çıkarlar üzerine yapılır, hobi olarak değil. Populist kazanımlar üzerine hiç değil.
Kulaklarımızda haykıran sözün, gerçeklikle bağını kurmak zorundayız. O haykırış ya sahiplerinin elinde hayatı değiştirecek bir nitelik kazanacaktır, ya da boş bir duvara söylenmiş gibi yankılanarak bize geri dönecektir.