Kılıçların çekildiği Ortadoğu’da ilerleyen süreç, doğal olarak içinde bulunan herkesin dikkatini çekmekle birlikte aynı zamanda sabit olmayan, değişkenlik içeren askeri-politik tavırlar alınmasını da beraberinde getirmektedir. Bölge devletleri veya devlet olmayan toplulukları düz bir çizgi üzerinde politik adım atamamanın belirsizliğini yaşıyor. Bu doğal karşılanmalı çünkü diyalektiğin gelişimi bunu gerektiriyor. Bir bütünün hem iç, hem de dış etkenlerinin dikkate alınmak zorunluluğu hayatın her alanında olduğu gibi bu alanda da kendini dayatıyor. Bu nedenle yapılacak tahlillerin gerçeklikten kopması durumunda verilen bütün mücadelenin boşa çıkması, doğacak kaybın uzun yıllar boyunca karşılanamaması sonucu kapıda bekliyor olacak.
İsrail-Hamas çatışmasının bir Filistin-İsrail savaşına dönüşmemesi, Hamas’ın yeterli destek toplayamamasından kaynaklı yalnızlığa düşmesi, bu anlamda da savaşın gerçek sahiplerinden ve taraflarından biri olan Iran’ın sahneye çıkması ağır ağır olsa bile, ağırlığının olduğu Lübnan, Irak ve Suriye’de varlığını hissettirmesi gösteriyorki, bu üç ülkeye ek olarak Türk devletinin de kendi politik adımları, kırılganlık derece ve nedenleri de süreci karmaşık hale getirmeye devam ediyor. Hamas’ın ilan ettiği üzere bir Filistin bağımsızlık savaşının başlaması gerçekleşmedi, temelde Filistinliler bir bütün olarak katılım sağlamadılar. Bir ulusal kurtuluş savaşı niteliğinden daha çok Hamas (İran) hamlesi olarak kaldı. Arap ülkelerinin ne ölçüde destek verip sahiplendiği ortada. Bu çatışmalı, savaşa evrilen süreci ne bir müslüman-Yahudi, ne de bir Arap-İsrail savaşı olarak değerlendiriyorlar. Filistin-İsrail savaşı başlamadı ama İsrail-Filistin savaşı başladı. Elbette İsrail’in saldırısı bir örgüte karşı değil, bir halka karşı işlenen insanlık suçuna girmektedir. Filistin halkı da ezilen bütün halklar gibi bağımsız ve özgür olmalıdır. İsrail tüm dünyanın desteğini alsa bile haksızlığı kabul edilmelidir.
Bu konuda Kürtlerin içinde bulunduğu durum bir şekilde benzerlik içermektedir. Sömürgeci dört devlet tarafından işgal edilen Kurdistan, bu işgali kırmak için direnmekte ancak bu direniş bütüne yayılamamaktadır. Tıpkı yukarıdaki örnekte olduğu gibi, Kürtlerin içinde de sömürgeci devletlerin safında yer alan Kürtler, ve temsil edildikleri partiler bulunmaktadır. Kendi sorununu çözememiş Kurdistan halkının, kendi sorununu bırakıp Filistin sorununa yoğunlaşması eşyanın tabiatına aykırıdır. Bu anlamda yöneltilen eleştirilerin hiçbir geçerliliği yoktur.
Türk devletinin (hep dile getirildiği gibi) bu durumdan yararlanarak kendi politikalarını yürürlüğe koyması ancak bunu yaparken de iç politikada baskıcı yönetimden vazgeçeceği, daha demokratik bir anlayışı benimseyeceği, başta AB olmak üzere uluslararası ilişkilerini bu temelde geliştireceği gibi varsayımlar ileri sürülmeye başladı. Ceza maddelerinde değişiklik yapılacağı, kısmi ceza indirimi uygulanacağı gibi imalı açıklamalar gündeme gelmeye başladı. Mevcut anayasa demokratik değilmiş, yeni ve çağdaş bir metin üzerinde uzlaşmak gerekiyormuş. Buna inanmaya hazır olanlar hemen gelebilecek karşı tepkileri de hesaplayarak yarım ağızla “ şunlar olursa düşünürüz” türünden taban oluşturmaya çalışıyorlar. Geçmiş referandumlarda ve anayasa değişikliklerinde yaşanan sürecin benzerini yaşıyoruz. Konformist bir yaşam hedefleyenler elbette hemen “devlet çok sıkıştı değişim geliyor” söylemleriyle medyada boy vermeye başladılar.
Söz geçen anayasal değişiklikler nedir, bilen yok. Herkes gönlünden geçeni dile getiriyor. Oysa maddi gücün desteğine sahip düşünceler ancak yürürlüğe girerler ve kabul görürler. Mevcut anayasaya uymayıp, yenisini yapmak için destek istemenin trajikomikliği bir yana duruma başka bir açıdan bakmanın gerekliliği ağır basıyor. Eğer Türk devletinin tüm yasalarını, kurumlarını kabul ediyorsanız, çizilen yasal sınırlara uyulacağını benimsiyorsanız doğal olarak değişecek olan (sadece) anayasanın değil, genelgelerin bile nasıl olması konusunda fikrinizi dinletip uygulanması için çalışma yürütebilirsiniz. Peki, ya sizin talepleriniz devletin ana ilkeleriyle uzlaşmaz bir çelişki içeriyorsa nasıl bir tutum takınacaksınız? Sunulan bir kaç göz alıcı maddenin cazibesine mi katılacaksınız, yoksa talep olarak bedeli ödenmiş ilkelerden geri adım atmamayı mi tercih edeceksiniz? 1870’li yıllardan itibaren “Türklük sözleşmesini” hedef olarak önüne koyan ve bunu 1923 yılında taçlandıran bir devletin görece gerçekleştirdiği bu ilkesinden vazgeçmesi mümkün müdür? Çokça atıfta bulunulan 1921 anayasasında bir bölgede yaşayan halkın nüfusu ve etnisitesi oranında temsil edileceği, bunun da M. Kemal’in konuşmasıyla bağlamlayarak aslında Kürtleri kabule doğru bir adım olduğu dile getiriliyor. M. Kemal ve kadrosu 1918’li yıllardan itibaren gücü ellerine geçirmek için muhtaç oldukları desteği kimden sağlayacaklarsa ona uygun politik adımlar atmış, gücü ellerine aldıktan sonra da hepsini tasfiye etmiştir. Ol hikaye bundan ibarettir. İktidar uğruna kendi çocuklarının hayatını sona erdiren bir devlet anlayışı bu.
Gerçekten özgürlükçü bir anayasa mı yapılacak, destek mi isteniyor çok kolay: esir tutsakları hemen bırakıp, işgal ettiği Kurdistan’dan çıkıp, uluslararası bir düzeyde bunu ifade edip son olarak da kendi anayasalarında eğitim-öğretimden başlayarak her dilin, milliyetin özgürce ve anayasal güvenceyle tanınıp korunacağını ilan ederler. Sömürge statüsünden çıkan Kürtler, Ermeniler, Rumlar ve diğer halklar da kendi anayasalarını oluştururlar. Sonra da nasıl bir birliktelik üzerinde anlaşma yapacaklarına karar verirler. Ancak “şimdilik bunun olması mümkün değil, hele küçük adımlarla başlayalım” diyenler olacaktır ve bunlar sömürge halkların içinden çıkıyorsa ya tarihten bir şey öğrenmemişler demektir, ya da gönüllü işbirlikçilik çizgisinde yürüyorlar demektir.
Bunca yıllık mücadele, ödenen bedeller “küçük adımlara muhtaç” değildir. Görüldüğü gibi hepimiz aynı sürecin içindeyiz ama beklentilerimiz ve mücadelelerimiz farklı. Çünkü “bir kulübede bir saraydakinden farklı düşünülür. K. Marx”
Bizler kulübede yaşayanlarız. Yoksulluğu, baskıyı, işkenceyi, ötekileştirilmeyi ve güvensiz yarınların kaygısını o kulübeye sığdıranlarız. Bir sarayın içinden dünyaya bakmıyoruz. Ya kulübeleri saraya çevireceğiz, ya da sarayları yıkacağız, ortası yok bunun.