Ali Engin Yurtsever: Suyun Kuvveti mi, Damlaların Sürekliliği mi?

Yazarlar

            Rivayet olunur ki, Edison teller üzerinden iletişimi bulmak için yaklaşık olarak üç bin deney yapar ve iletişimi sağlayamaz. Bunun üzerine asistanı, “hocam, üç bin deney yaptık ama bulamadık, vaz mı geçsek acaba”, der. Edison ise “hayır devam edeceğiz, en azından üç bin tanesinin işe yaramadığını öğrendik” diye yanıtlar.

           Tarih bir amacın peşinde koşup hedefe yaklaştığında ise vazgeçenlerin öyküleriyle doludur. Ama aynı tarih, koşullar ne olursa olsun amacından vazgeçmeyenlerin öyküleriyle de doludur. Çünkü zafere giden yol, kırmızı halıların serildiği, altın varaklı salonlarda ve altın tepsilerde sunulan bir hediye değildir. O, binbir zulmün çekildiği, can alındığı, can verildiği uzlaşma kabul etmeyen mücadele süreçlerinden sonra elde edilir.

               Türk devletinin genelde Kürtlerin ne varlığına, ne de statü sahibi olması düşüncesine bile katlanamadığı biliniyor. Her koşulda Kürtleri kendisine tehdit olarak görüp savaşmak üzere hazırlandığı ve Kürtleri ya görmezden geldiği, ya da görmezden gelemediği zaman da sadece çatışma çemberine alıp, burdan da “terörist çete” olarak tanımlayarak, kendi sömürgeci yapısını  gizleyerek politika yürüttüğü tecrübeyle sabittir. Ve bunu da bir oranda başarıyorlar. Çünkü olguyu değiştirmeye çalışarak sadece “terörist” demekle, doğal olarak olguyu bir “iç sorun” tanımına hapsediyorlar. Bugüne kadar da dünya genelinde bunu kimi zaman başarıyla uyguladılar. Ancak hapsedebildikleri sadece kendi politikaları ve yalan üzerine kurulu bir devlet anlayışı, başka da bir şey değil. Çünkü gerçeklikler hapsolarak değil, özgür olarak yaşarlar ve kendilerini dayatırlar. Ve geçmişi örneklerden de biliyoruz ki gerçeklik kendi zamanını bekler. Zamanından önce ortaya çıkmaz.

           Sömürgeciliğin tanımını unutturmak, değiştirmek için üretilen kavramlar, gerçekliği anlamayı zorlaştırır. Örneğin “Türk-Kürt ilişkileri (böyle tanımlamayla bile başa “Türk” yazarak bir alan hakimiyeti sağlamaya çalışıyorlar) ve Kürt sorunu” Oysa tanım çok basittir: Kurdistan dört devlet tarafından işgal edilerek sömürge haline getirilmiştir. Bu eyleme de birçok devlet destek olmuştur. Halen de destek olmaktadırlar. Elbette çıkarları gereği Kürt direnişinin kırılamadığını da görerek politikalarını da buna göre değiştirmektedirler. Ortada bir sömürgecilik var, ortada buna karşı direnen Kurdistanlılar var ve ortada Kürt olup da bu direnişin karşısında olup veya sessiz kalanlar var.

         Gerçeklikler, bireylerin veya siyasal yapıların isteklerine göre değiştirilemez bir karaktere sahiptirler. Bu nedenle sömürgecilik nasıl adlandırılırsa adlandırılsın, hangi biçime girerse girsin, özü aynıdır, değişmez. O, bizim tarihimize, toprağımıza, kültürümüze saldırmaktadır. Bu saldırının karşılığını da alacaktır.

       Türk devletinin başta ABD ve Rusya’nın görmezden gelmesiyle son günlerde Rojava’ya saldırılarını yoğunlaştırması devam eden savaşın niteliğini daha da görünür kılmaktadır. Kabul edilmesi gerekir ki, barış daha uzun süre coğrafyamıza uğramayacak. Savaşın sadece Kürt ve Türk savaşı olmayıp, güçlü kapitalist devletlerin de içinde olduğunu, paylaşımına karar verilen toprakların sosyal ve siyasal düzenlemelerinin yapıldıktan sonra görece barış denilen bir sürecin geleceğini bilmek ve ona göre hazırlanmak gerekir.

Çünkü hiçbir savaş karşılıklı savaşan iki gücün niyetiyle sonuçlanmaz. Bir zincirin halkaları gibi birbirine bağlı birçok halkadan oluşur. Kürtlerin sömürgecileriyle olan savaşı da bu nedenle başka devletlerin çıkarlarının sonuçlarıyla bağlantılıdır. Doğal olarak somut durum karşımıza çıkıyor: çıkarlarımız, sömürgecilerimiz hariç diğer devletlerin politikaları ile uyuştuğu ölçüde geçici anlaşmalar yapabileceğimizi gösteriyor. Çünkü bir tek sömürgecilerle anlaşmamızın olanağı yoktur. Aradaki ilişkinin karakteri bunu belirlemektedir. Çıkar anlaşmalarına bir örnek olarak Hitler’in tüm Avrupa’ya savaş ilan ettiğinde SSCB ile saldırmazlık anlaşması imzaladığını unutmayalım. O anlaşmanın imzalanması, ne Hitler’i sosyalist, ne de Stalin’i faşist yapmıştır.

       Türk devletinin son günlerde Rojava’ya yoğun saldırısı sanki daha önce hiç yapılmamış gibi karşılanıyor. Oysa yıllardır kimyasal silah kullanmak da dahil olmak üzere her türlü savaş suçunu işlediler ve işlemeye devam ediyorlar.

      Türk devleti, başkentinde ve içişleri bakanlığı hedef alınarak vuruldu. (Bu eyleme “trol” anlayışıyla saldıranlara yanıt vermeye değmez. Yeri gelir ‘kuzeyi bıraktınız’ denilir, yeri gelir “zamanı mıydı?’denilir. Ne eylem beğenirler, ne de süreç. Elbette, Kürtlerin sırtından meclise girenleri ve tavırlarını başka bir yazıda ele alacağım, hem de kendilerine o ikbal kapılarını açanları da unutmadan). Hiç beklemedikleri bir anda yedikleri bu darbeyi telafi etmek adına Rojava’ya bahane üreterek saldırıyorlar. Yedikleri baskın olmasa bile yine saldıracaklardı.

     Ancak uğradıkları saldırıya yanıt olarak savaş yoğunluğunda toplumsal yaşam alanlarını vuracak şekilde gündeme taşınması başkentlerinde yedikleri darbeden kaynaklanmıyor. Misak-i Milli anlayışı gereğince Kurdistan’ı bütünüyle sömürgeleştirmek, bunu başaramasalar bile kendi hakimiyetlerinde olacak bir sosyal ve siyasal yapı planlıyorlar. Tıpkı Kıbrıs’ı işgal ettikleri günden beri. Gündemden düşürülen bir önemli nokta ise Kürtler göç ettirildikten sonra onların yerleşim yerlerine kendi istedikleri milliyetlerden insanları doldurarak Kürtsüzleştirilmiş bir Kurdistan kurmak niyetindeler. Askeri politikaların öne çıkması, bizi, askeri politikaların siyasal durumdan bağımsız olduğu yanılgısına kaptırmasın.

     Nedendir bilinmez hep: “barış gelecek” sloganının çekiciliğine kapılıyoruz. Oysa barışın gelebilmesi için kitlelerin savaştan yorgun olması gerekir. Somut bir gerçeklik değil mi: Kürtler ve Türklerin arasında bir bağ kalmadı. Sevinç ve kederlerimiz ayrı, birbirimize tahammül sınırını geçtik. Hangi sihirli cümle kurulup barış getirilecek? Barış gelecekse, sömürgecilerin tüm işgal alanlarından çekilmesi, tutsakların hemen bırakılması ve daha birçok faktörün hemen devreye girmesi gerekir. Bunun olacağına inanan iyi niyetlileri geride bırakarak savaşın nerelere yayılacağını, kitlelere ne gibi koşullar dayatılacağına yoğunlaşmak gerekir. Eğer topyekün bir soykırımdan söz ediyorsak, buna hazırlanmalıyız.

      Edison, sadece bilimsel bir çalışmanın peşindeydi ve vazgeçmedi. Bizler ise daha kapsamlı bir çalışmanın peşindeyiz. Bin yıldır tarihin sadece zulüm sayfalarında kurban olarak yer alan bir halkın özgürlük mücadelesinin peşindeyiz. Ve barışı cok defa denedik.

     “Taşı delen suyun kuvveti değil, damlaların sürekliliğidir”. Kürtlerin özgürlük umudunu ve direnişi azalmayan damlalar gibi akıyor. O taşı deleceğimiz günler yakındır.

İlginizi Çekebilir

İsrail ordusu ‘Demir Kılıçlar’ operasyonu başlattı
Hamas, İsrail’e saldırı düzenledi: İsrail savaş ilan etti

Öne Çıkanlar