Ali Engin Yurtsever: Yeni Döneme Girerken

Yazarlar

         Hep olduğu gibi, hep yaşandığı gibi; bireysel veya toplumsal gelişmeler sorunların keskinleşmesiyle gündeme girer ve değişimi zorlar. Eski ilişkileri savunan, o ilişkilerde diretenler sancılı bir süreçten sonra yerlerini yeni ilişkilere bırakırlar ancak alışkanlıkların zinciri o kadar kuvvetlidir ki, bu değişim ve dönüşüm yazıldığı gibi kolay olmaz, bireyler ve toplumları zora dayali yeniden yaratır diyebiliriz.

        Yüzlerce yıldır değişik yönetimlerle ancak değişmeyen ilişkileri sürdüren Ortadoğu şimdi yeni bir sürece girmiş bulunuyor. Savaş; demokratik yollardan çözülmesi ertelenen ve gittikçe büyüyerek toplumu ve sınıf örgütlenmesi olan devleti de saran sorunların gelip dayandığı son noktadan bir sonraki çözüm yöntemidir. Ayrıca savaş, bütün toplumsal ilişkileri değiştirmesi açısından bir sorunu en keskin bir şekilde ortaya koyar. Ortadoğu’nun geldiği nokta savaşın hükmünün geçerliliğinin başlangıcıdır. Ülkeler bazında sürecek bir devrim serisinin değişimi değil, müdahaleci nitelikte bir ihtilal serisinin olgusuyla karşı karşıyayız.

Devrim ihtilalden sonra gelen ve toplumsal sorunların yeniden ele alınıp düzeltilmesini gerçekleştiren bir tanımdır ama ihtilal zora dayanarak gücün elde edilmesini sağlar ve ihtilale dayanarak da devrimlerin gerçekleştirilmesinin önü açılır. Ortadoğu’da tek istisna olarak diyebileceğimiz yer Rojava’da gerçekleşen ve ihtilal ile devrimin iç içe geçtiği olgusallıktır. Bir ihtilalle başladı, sömürgeci Suriye devletine karşı silahlı isyanın pratiğinde topraklar ve halklar özgürleştirildi. Ardından da devrimin yasaları ve toplumsal yaşamın kuralları ihtilalin gerekçesine uygun olarak yürürlüğe konuldu.

    Yeni dönem, geliş haberini toplumsal sarsıntıların kitlesel eylemleri yerine öncü grupların çatışmalarıyla duyurdu, simdi kapımızda. Her kökten sarsıcı toplumsal olay gibi öncü güçlerin doğal görülen çatışmalarıyla başlayan süreç kendi içeriğini aşarak daha geniş ve daha büyük kitleleri de etkisi altına aldı. Geri dönülmez bir noktaya ulaştı. Sürecin fitilini ateşleyen her ne kadar Hamas’ın 7 ekim saldırısı olarak görülse bile temel olarak belirleyici unsur Ortadoğu’daki üretim ilişkileriyle üretici güçlerin çelişkisinin son noktaya gelmiş olmasıydı. Bölge ülkelerinin hem ic dinamikleri, hem de dış dinamikleri birbirinden bağımsız görünse bile bir zincirin halkaları gibi birbirlerine bağlıydı ve değişimin başlangıcı fizik kuralını bir kez daha doğruladı: “Bir zincirin gücü en zayıf halkasının direnci kadardır.” Zayıf halka bir değil, bir kaç taneden oluşuyor. Suriye, Iran, Irak, Turkiye, Lübnan ve muhtemelen Yemen de dahil olmak üzere belirgin zayıf halkaları yazabiliriz. 

    Bizler açısından ‘yeni döneme hazırlıklı mıyız’ diye kendimize sormamız, savaşın propaganda yönünden ayrılıp bu soruya eğilmemiz gerekiyor. Durum değerlendirmesi politik ve askeri olarak bağlarını birbirinden koparmadan ayrı ayrı yapılmalıdır. Askeri olarak yapılan açıklamalardan ve pratikte doğrulanmasından görüyoruz ki Türk devletinin askeri hava üstünlüğü kırılmıştır, karada ise belirleyici olmaktan uzak, bulunduğu yerlerde üs faaliyeti yürütmektedir. Ancak adım adım ilerleyen bu üs faaliyeti ilhaka hizmet etmekle birlikte askeri olarak da gelecekteki saldırıların temelini oluşturacaktır. Ortadoğu’nun politik durumunu dikkate alıp saldırılarını savaş sürecine bağlı olarak geliştirecektir, çünkü henüz başka araçlarla yürütülen İsrail-Iran savaşından önce genel saldırı yapamazlar, bitince de yapamazlar. Sürecin tam ortasında başlamalılar ki olası bir dış müdahalenin etkisini göğüsleyebilsinler.

    Politik olarak maalesef ulusal bir birliktelik umudu pamuk ipliğine bağlı gibi görünüyor. Bir saatte bile çok şeyin değiştiği politik hayatta, Ortadoğu gibi bir yerde bir dakika içinde bile yeni ittifaklar kurulabilir. Bu nedenle şu anda sürdürülen işbirlikçilik çizgisi güney iç dinamikleri (halkın bir noktada bu politikaya net bir karşı duruş sergilemesiyle) ve ABD dış dinamiğinin etkisiyle terk edilebilir. Şimdilik net olan Türk devletiyle birlikte hareket eden, ortaklıktan daha çok işbirliğine yönelen bir güney yönetiminin varlığıdır. Kurdistan sınırları dahilinde parçalanmış bölgeler kendi içlerinde sömürgeci yönetimlerin çıkardığı ve bütünü görmeyi engelleyen sorunlarla boğuşmaktadır. Güney’de tam anlamıyla Ankara ve Bağdat’a kendi geleceğini bağlayan bir yönetimin ‘Kurdistani’ çizgiyi taşıdığı söylenemez. Son Kerkük vali seçimlerindeki tutumu bunu bir kez daha doğrulamıştır. 

   Kuzey Kurdistan’da ise daha farklı bir çizgi gelişmektedir. Türk parlamentosunda yasalar desteğiyle sağlanan Kürtlüğünden ayrı tutma kıskacına karşı mücadele eden DEM Parti tam anlamıyla programını uygulamaya veya örgütsüz yığınları kendine katmaya hazır değil. Geçmiş yılların ısrarlı yanlış pratiği taban kaybının yanı sıra politik tutarlılığı da bulanık hale getirdi. Üçüncü yol çizgisini neredeyse “her çizgiyle” “yolunu” birleştirmek olarak sanması, seçimlerde ucu açık destekler sunması ve gündem oluşturamayıp gündemin peşine takılması politik görünürlüğü bulanıklaştırdı.

Yine de geçmiş döneme göre daha politik ve mücadeleci bir çizginin varlığını inkar edemeyiz. “Emek ve Özgürlük İttifakı” çöktü, henüz kabul edilmiyor ama bu gerçeği kabul etmeyerek sürdürülen politika ve tekrar girilecek yeni bir seçim ağır bir yenilgiyle sonuçlanacaktır. Üye sayısı olarak baz alırsak, 200’e bile ulaşmamış yapılara temsiliyet sağlandı. Üye sayısına bakmayıp politik mücadeleye bakarsak ortada böyle bir şey de yok. İttifak halka öncülük edecek, örgütlü ve tabanı olan yapılarla olur. EMEP, TİP vb yapılarla olmaz. Hele ki Kürt halkının emeği altın bir tepside sunulmaz. Seçimden sonra tel tel dökülüp gidenlere sıfat belirlemek yerine, gidenleri partiye getirenlere sıfat belirlemek daha doğru olur. Neden seçim komisyonlarının kaç seçimdir bu tercihleri açıkça sorgulanmıyor, kitleye kim oldukları açıklanmıyor? Dem Parti sokağa indiginde halkın da sokağa indiğini gördük. Öyleyse ‘halk öncüsünün sokağa inmesini beklemektedir’ belirlemesi yanlış değildir. 

      DEM Parti ve diğer sol partilerin en büyük açmazı kuzeydeki ağır ekonomik-politik sorunlara karşı söylem düzeyinden öteye bir varlık gösterememeleridir. Bilinçli bir işçi sınıfının varlığından söz edemeyiz, buna yönelik yürütülen emek odaklı mücadele de istenilen düzeyde gelişip atılım yapmaya hazır değil. Seneye bir erken seçim olasılığı gittikçe gündeme oturuyor. Bürokratik, ekonomik ve politik olarak çöküşe giden bir devleti yeniden yapılandırmanın çözüm olacağını söyleyenlere iki soru sormak gerekir; birincisi, “bu bizim görevimiz mi, ikincisi, buna yönelik programınız nedir?” Maalesef genel geçer sözlerden öteye yoksulluğa ve tarih boyunca işlenen suçlara karşı ne yapılacağına dair ciddi bir plan ve programa hiçbir parti sahip değil. Kimlik kazanımı elde edilince halk ikinci gün ekonomik kazanımları soracaktır. Geçmişe takılıp Türk devletini ıslah etme çalışması bizi geleceğe taşımayacaktır. İşgal ve ilhakın ilan edilerek sürdüğü bir dönemde, özgürlük hareketi direnişçileri devletin yapısını çok daha iyi bildikleri için direniyorlar. 

       Çok değil bir sene sonra daha farklı bir gündemi konuşacağız. Taşıdığımız umut bizi kendi geleceğimizi kendimizin belirleyeceği bir ufka doğru götürüyor. Ulaştığımız ufuk çizgisinden geriye dönüp baktığımızda kurtulması mümkün olmayan dört ölümcül hastayı ve onlara el uzatıp, yaralarını sarmaya çalışanlarımızın da onlarla beraber ölümünü göreceğiz.

İlginizi Çekebilir

Müslüm Yücel: Dreyfus Davası ve entelektüeller
Ber Bi Bextîyar Elî

Öne Çıkanlar