Toplumları bir arada tutan faktörlerin en önemlilerinden ve en belirleyicilerinden biri de ekonomik sistemin kuruluşunun ne ve nasıl olduğu ve hangi şekilde işlediğidir. Toplumsal üretimin ne şekilde ve nasıl dağıtıldığına göre oluşan toplumsal yapı i̇deolojik olarak bütün bir yaşama damgasını vurur. Bir toplumda ekonomik-politik işleyiş incelenirken, bütünün hem kendi iç dinamikleriyle, hem de dış dinamiklerle olan bağı birbirinden koparılmadan ele alınmalıdır. Bu aynı zamanda bir yöntemdir. Diyalektik materyalizm adı verilen bu yöntem ekonomik-politik kavramsallığında bize tarihsel geçmişin, günümüzün ve geleceğin nasıl bir toplumsal yapı içerdiği konusunda yol gösterici bir fener görevi gördüğünü anlatmaktadır. Idealist yöntem bütünü parçalarından koparıp incelerken bizim sadece görmesini istediğimizi görmemizi sağlar, böylelikle olgular ve gerçeklik parçalı bir şekilde önümüze düşer. Geçmişin izleri silinir ve bütünden bir parçayı gerçeklik sanıp, inceleriz.
Anlaşılır kılmak için bir örnek vermek gerekirse, 100 yıldır bizi sömürgeleştiren devletlerin sürekliliğini esas almayıp, sadece iktidarları değerlendirdiğimizde despot yönetimlerin değişince, yerine gelenin demokrat, eşitliği sağlayacak ve hakları teslim edecek olacağını düşünürüz. Ancak sömürgeciliğin farklı isimler altında sürekli olarak egemenliğini koruduğunu gözden kaçırır, böylelikle ana çelişki yerine, ikincil çelişkilerle mücadele ederek kendimizi tüketiriz.
Türk devleti kuruluşundan itibaren, soykırıma uğratılan Ermeni, Rum, Süryani ve Kürt halklarının maddi birikimlerine de el koyarak, cumhuriyetin sermaye birikimini sağladı. Elbette bu sermaye birikimi, oluşturulan yeni oluşturulmak istenen burjuva sınıfına teslim edilerek, bir anlamda cumhuriyetin i̇deolojik politik kimliği ilan edilmiş oldu. Ancak devlet burjuva sınıfını oluştururken gerçek anlamda bir burjuva sınıfı oluşmasına da izin vermedi. Ne de olsa “imtiyazsız, sınıfsız kaynaşmış bir kitleyiz” denilmişti hem de 10. yıl Marşı’nda. Diyalektik açıdan zincir devam ediyor. Devlet, başka halkların toprağına el koydu, birikimlerini çaldı ve bir sınıf yaratmaya çalıştı. Bunu kutlamak için yazılan marşın bestesi de çalıntı olmadan olmazdı elbette. C. Reşit Rey, J. J. Rousseau’nun bestesini aşırmakta beis görmedi.
Özünde başta Kürt isyanları olmak üzere her isyana karşı örgütlenen devlet bütün anlayışını bunun uzerine kurdu. Çünkü hak sahiplerinin bir gün haklarını almak için harekete geçeceğini biliyordu. Elinde çekiç olduğu için, her sorunu çivi olarak görmesi kaçınılmazdı.
Ekonomi son tahlilde belirleyici değildir ancak, belirleyici faktörler içinde üst sıralarda yer almaktadır. Kuruluşundan itibaren bozuk olan ekonomik sistem uzun yıllar içinde ağır ağır toplumsallığın bozulmasına da ön ayak oldu. Sınıfsallaşamayan bir avuc burjuva asalağı sürekli devletin ve iktidarın uşağı olarak hareket etti. İktidara gelen güçler ise “çalı(şı)yoruz” sloganını şiar edinerek olması gereken ama olamayan işçi ve burjuva sınıfları arasındaki uçurumu derinleştirmekten başka bir şey yapmadılar. Gelinen nokta: Erdoğan’ın yarattığı zenginler çetesinin, yüzyıllık, burjuva adını tasiyan sınıfsal olarak da gerçek anlamda burjuva sınıfının özelliklerini fazlaca taşımayan bu sınıfı tasfiye etmesi oldu. Zengin olmakla burjuva olmak arasındaki farkı bilemeyen yeni asalaklardan oluşan bir küçük gruptular.
Derin bir yoksulluğun pençesinde kıvranan toplumsal yığınların örgütsüzlüğü, var olan ve bunu ortadan kaldırmak için mücadele eden örgütlülüğün ise güçsüzlüğü nedeniyle kendi çıkarları dogrultusunda mücadele edemeyen, bu yoksulluğu da göçmenler ve Kürtlere bağlayan toplumsal yığınlar kaçınılmaz olarak bir çürümenin ortasına düştüler. Bu çürüme maalesef devrimci güçlerin kıyısına da ulaşmaya başladı. Net bir çizginin bulanıklaşması nasıl hedeflenen ufku belirsiz kılarsa, bugün kitlelerin kurtuluşu istemeyip ikircikli kalması hem baskıların gittikçe daha da artmasını, hem de bu baskılara karşı mücadelenin zayıflamasını mümkün kılmaktadır.
Çözüm önerilerine sahip olanların bu çözüm önerilerini kitlelere ulaştırmasının önünde duran devletin bu tavrı bir gerekçenin baş aktörü olamaz. “Yoksullara neden ulaşamıyoruz” sorusuna cevap olarak baskıları gerekçe olarak göstermek mücadelenin süreçlerinden bir şey anlaşılmaması demektir. Tarih istenilen, elverişli koşullarda yazılacak olsaydı, mücadelenin çetin süreçlerine gerek duyulmazdı.
Yoksulluğa neden olan hırsızlığın gözden kaçırılması da dahil olmak üzere Kürt soykırımının sonuçlarından biri olan Türk toplumsal yapısının bozulması, gelen göçmenlerin/sığınmacıların düşman kategorisine sokulmasından ayrı, bu halk topluluklarına ilişkin bir politikanın olmaması gelecekte yaşanacak sorunları göstermektedir. Turk devletinin içerde baş edemedigi yoksulluğa son çare olarak emperyal hedefler belirlemesi, bu hedeflerin de yine Kurdistan sınırları içinde olması göstermektedir ki, devlet: Kurdistan halklarıyla son bir savaşa girmeyi politik olarak belirlemiştir. Yapılan tüm hazırlıklar sürdürülen savaşın daha geniş bir zemine yayılmasından başka bir şey değildir. Ancak içerdeki yoksulların bu durumu alkışlaması göstermektedir ki, toplumun kimlik anlayışı, ekonomik gereksinimlerin önüne geçmiştir. Nazilerin yedek polis kuvveti adı altında oluşturdukları birlikler, özünde sıradan insanlardan oluşmaktaydı. Hatta bazıları demokrat olarak biliniyordu. Ancak başta Yahudiler olmak üzere düşmanlaştırılan öteki kimliklere karşı akıl almaz derecede vahşete imza attılar. Kitlelerin bu özellikleri günümüze kadar hiç değişmedi.
Türk devleti ve toplumsal yapısıyla yaşanan ve temelinde yanlış örgütlenen ilişkileri yeniden kurmak adına veya Türk devletinin toplumsal ilişkilerini devrimci bir tarzda düzenlemek adına yola çıkanların bu süreçte yoksulluğun başrolü oynadığı hayata dair teorik ve pratik adımlarının eksikliğinin kitlelerden uzaklaşmanın altyapısını hazırladığını görmek gerekir. Çünkü kendilerine çıkış kapısı bulamayan kitleler kaçınılmaz olarak faşizmin ürettiği ilişkilerin ağına düşerler ve hayatı hem kendileri, hem de başkaları için cehenneme çevirirler. Bugün yaşadığımız tam da budur.