Her birey veya toplumsal yapı sürekli hareket halindedir. Bu hareket hem kendi iç dinamiklerinin, hem de kendinden bağımsız dış dinamiklerin katkısıyla oluşan bir süreçtir. Hareket her zaman bir bilinç içermez. Kimi zaman yaratılan etkinin karşılığında bir tepkinin oluşmasının öne çıkmasıdır.
Toplumsal yapılar bir bütün olarak bir hedefe doğru ve bilinç içeren bir tarzda ne zaman harekete geçerler diye sorduğumuzda bu aynı zamanda bir devrim, bir alt üst oluş durumuna karşılık gelir. Böyle bir durum ise toplumsal yapıların yaşamı alt üst olduğunda, var olan yaşam koşullarının kabul edilemez hale geldiğinde gerçekleşeceğini tarihsel örneklerden biliyoruz. Kitleler başka seçenekleri kalmayıp kapıldıkları bir umutsuzluk olmazsa, bir toplumsal hareket yaratmaktan kaçınırlar. Içinde bulundukları yaşam koşullarına “tevekkül” içinde kalarak katlanırlar. Bireylerin yaşamı da böyledir. İstemedikleri bir hayatı katlanarak sürdürürler, ta ki o yaşam koşullarının attıkları her adımda pranga olarak ayak bileklerine takılı olduğunu anladıkları zamana kadar.
Bu değişime yönelik atılan ilk adım dar bir örgütlenme şeklinde gelişir. Toplumsal yapıların içindeki en bilinçli, en kararlı bir grup insan teorik olarak içinde yanlışı barındırsa bile ilk adımı atarlar. Sonuçta pratik, teorinin yanlışlığından arındıkça bir anlam ve değer kazanır. Pratik karşılığı olan bu tür hareketler giderek bütün toplumsal yapıyı kavrar ve içine alırlar. Ancak toplumsal yapıyı oluşturan bireylerin o mücadelenin içinde yer almasının gerekçeleri farklıdır. Kimileri kişisel çıkarları, kimileri inanç özgürlükleri, kimileri sınıfsal veya ulusal hakları için yer alırlar. Bunların hepsini içeren katılım ancak hareketin hedefinin içeriği ve netliği ile ilgilidir.
Kurdistan Özgürlük mücadelesi geniş farklı beklentileri olan bireylerin, yüzyıllara dayanan ve hep savaşarak gelişen, bulunduğu yer itibariyle da tek cephede sürdürülmesi ve geri dönüşü artık mümkün olmayan bir mücadeledir. Sınırları gerçek anlamda ülke sınırlarını aşmış, birçok ülkeyi de içine çekmiş, uluslararası bir nitelik kazanmış bu temelde de çözümün sahibi olma isteğinin değişik katılımcıları olan bir gerçekliğin yansımasıdır. Bir devrim mücadelesinde ya ileriye gidilir, ya da geriye gidilir. Hiç kimse aynı yerde kalamaz ve aynı duygu ve düşüncelerle aynı şekilde savaşamaz. Maddenin hareketi gereği bu değişimi kavramak, talepleri ana hedef değişmeden günün pratiğine uyarlamak ve anı yakalamak gerekir. Bir mücadelenin dili aynı zamanda o mücadelenin anlayışını da belirler. Sürekli savunma, sürekli mazlum olmanın çığlığı ve sürekli kendi gücünün farkına varamamak, karşı tarafın psikolojik üstünlüğünü usul usul getirir. Saldırı veya savunma anlayışı toplumsal mücadelenin hedefini de ilgilendirir. Eğer sürekli savunmadan söz ediliyorsa doğal olarak güçsüzlüğün kanatlarına sığınmak kaçınılmaz olur. Böyle bir durumda da karşı tarafın eli daha da güçlenecektir. Örneğin Moğolların saldırısında Kürtler birleşip saldırmak yerine kaleye kapanıp savunmayı tercih ediyorlar. Aynı durum Bedirxan isyanında da yaşanıyor. Mahabad Kürt Cumhuriyeti döneminde SSCB çekilince Barzaniler hemen geri çekiliyorlar, aynı durumu DAİŞ saldırıları döneminde de yapıyorlar. Oysa bütün bu dönemlerde güçleri bir saldırı için yeterli düzeyde olmasına rağmen yine de savunmaya geçtiler. Kurdistan Özgürlük hareketi tarihiyle bu noktadan parlak bir noktada durmaktadır.
Savaşlar artık geniş halk yığınlarının geride durduğu, ön cephede sadece askerlerin çarpıştığı dönemlerdeki gibi yapılmıyor. Teknolojinin olanaklarını ve psikolojik saldırının silah gibi kullanarak yapıldığını da unutmamak gerekiyor. Barış umutlu bir sözcük ama her koşulda geçerli değil maalesef. Savaşın ağırlığının hüküm sürdüğü bu dönemde, sömürgecilerin aralarındaki çelişkileri bile bir yana bırakarak hep birlikte saldırdığı güç Kürtlerdir. Barış kavramını dile getiren sadece Kürtler ve karşılığı da yok. Türk devletinin bırakalım barış görüşmeleri yapmasını en sıradan temel haklara bile saldırıp en geniş saldırı ve savaş hazırlığını yapması yolun neresinde olduğumuzu gösteriyor. Chamberlain Hitler’e sürekli umut bağlamış ve 1878’de B. Disraeli’nin Berlin Kongresi dönüşü kullandığı “size onurlu barışla döndüm” sözüne atfen 1938’de Hitler’le olan görüşmesinden sonra Londra’ya dönüşünde “Almanya’dan Dowling caddesine ikinci kez onurlu barış geldi” diye konuşmuştur. Oysa savaşın açıktan olmasa bile başlamış olduğunu göremeyecek kadar optimistti.
Günümüzde de Türk devletine hitaben sürekli kullanılan “onurlu barış” denilince unutmamak gerekir ki “onurlu barış” yoktur, keşke olabilseydi. Savaş, bir irade dayatması ve kendi egemenliğini kurma hareketidir. Elinde güç olan barış yapmaz, yener ve yendiğine kurallarını dayatır hepsi bu. Yıllardır Kürtlerin barış adına yaptığı fedakarlıklar boşa çıkarıldı, çünkü sömürgeci devletlerin böyle bir perspektifi bulunmuyor. Görmek isteyene her şey ortada; Kürt halkının Türk halkı ve devletiyle olan bağları koptu. Halayını çekemeyen, şarkısını söyleyemeyen, elbisesini giyemeyen en önemlisi dilini konuşamayan bir halkın bunları yasaklayan parlamentoda veya devlet kurumlarında bulunmasının yararı veya zararı konulu tartışma er ya da geç başlayacaktır.
“Kürt sorunu barışla mı, savaşla mı çözülür” sorusu geçmişte kaldı. Parlamento yolu maalesef karşılığını bulamadı, savaş seçeneği zorunluluk olarak öne çıktı ve bunu dayatan da sömürgeci devletler oldu. Bugün Ortadoğu’da Kürdistan özgürlük hareketinin silahlı gücü olmasa herkes biliyor ki Kürtlerin hepsine yönelip kalıcı bir soykırıma imza atacaklar. Sorunu sadece Kürdistan özgürlük hareketi bağlamında ele almak, içinde bulunduğu durumu kavrayamamak demektir. Hedef bütün Kürtler, kazanımları ve gelecekte bir daha böyle bir sorunun! olmamasıdır. Bu nedenle barış sözünün şimdilik karşılığı yoktur.
Bir hareket çıkış noktasından hareketle ilerlediyse teorik ve pratik olarak sınanmış bir gerçekliğe sahip demektir. Toplumsal kitlelerin önünde bir karşılık bulmuştur. Öyleyse o hareketin amacı doğrudur. Hedefin doğrultusunda yeni adım atılabilir mi, elbette ama bu adımın genel hedeften ayrı olmaması gerekir.
Uzun yılların mücadelesi bizi bir noktaya getirdi; ya ileri gideceğiz ya da yüzyıl öncesine döneceğiz.