Dil beynin süzgecinden geçenleri dile getirir. Neyi düşünürsek, dilimizden akıp giden o olur. Ve düşüncelerimiz; söze, söz eyleme ve bir şekilde de tavrımıza yansır. Böylelikle hem kendimizi ifade ettiğimiz bir tutum yapısı, hem de başkalarının gözünden karakter yapımız ortaya çıkar. Bu nedenle dil beynimizi yansıtır. Bu nedenle dil, acıyan yere dokunur.
Sözlerimiz, yazılarımız, yorumlarımız ve hepsini bütünleyen düşüncelerimiz dönemsel olarak Hamas’ın saldırısıyla başlayan ve İsrail’in soykırıma ve yerleşim yerlerini işgaline dayalı karşı saldırısıyla süren savaşın gelecekte nerelere uzanacağını, hangi ülkeleri kapsayacağını ve sürecin sonunda Kürtlerin ve Kurdistan’in geleceğinin nasıl şekilleneceği üzerine yoğunluk kazanıyor. Bundan bağımsız olarak elbette gündemimiz değişmiyor, değişmedi de. Sınıfsal ve ulusal mücadelelerde kimi zaman ikincil çelişkilerin ağırlığı öne çıkar. Bu durum birincil çelişkinin yok olması anlamına gelmez. Bizim temel ve çözülene kadar da değişmez çelişkimiz sömürge ve sömürgecilik üzerinedir. Bu gerçek değişmeyecektir.
Belki Hamas başlattığı saldırının hem geniş kitleler, hem de diğer islam devletleri tarafından destekleneceğini, böylelikle kendisinin Filistin özgürlük mücadelesinin temsiliyetini üzerine alacağını hesaplayarak hareket etmiş olabilir. Uzun yıllara dayanan İsrail’in Filistin üzerindeki işgal ve baskısının yarattığı öfkeyi yönetebileceğini politik ve yarar sağlayıcı bir adım olarak belirlemiştir diye düşünmeyi de gözden kaçırmamak gerekir. Böyle bir durumda kaybetmeye mahkum olacağını şimdiden belirtmek gerekir. Çünkü siyasi ve askeri olarak atılan her adım eğer, kendinden sonraki süreçleri çok dar olarak hesaplıyorsa yenilmeye mahkumdur. Bir örgüt halka sağlam ve üzerinde iyice düşünülüp hesaplanmamış nedenler vermeden onları eyleme sevk ederse, bu onları gerçeklikten uzaklaştırmak olur. Gerçekleşmeyecek umutlar verip, onları harekete geçirmek, onları kurtarmak yerine mahveder. 7 ekimden bugüne kadar yönetim şekillerini islami referanslara göre belirleyen devletler bilinen ve İsrail tarafından kabul edilebilecek seviyede olan açıklamaların dışında saflarını Hamas’tan yana açıkça ve savaşa katılacak şekilde belirlemediler. Çünkü İsrail ve destek aldığı ABD ile AB devletlerine karşı savaşacak ekonomik güce, askeri teknik ve teknolojik malzemelere sahip değiller. Bunlardan daha önemlisi: i̇deolojik olarak temel aldıkları referansı netlikle savunmuyorlar. Gazze’den hem göç ettirilen, hem de göç eden kitleler ise savaşın sahiplenilmesi bir yana, koşullardan kaynaklı haklılık payları bulunan kitlelerdir. Bu durumda “devrimin belirleyici teorik altyapısı” öne çıkıyor: kitlelerin sahiplenmediği bir devrim olamaz, ancak bir isyan olur, o da bastırılır. Çünkü devrim kitlelerin eseridir, örgütlerin değil. Örgütlerin tek sorumluluğu devrimi kitlelerin yaşamlarını daha iyi bir yere getirecek olan amacı gerçekleştirebilmek, kitleleri buna uygun kanalize edebilmektir.
Israil başından beri yaptığı açıklamalarda “Iran” adını anmadan geçmiyor. Çünkü az çok politik durumu okuyan herkes biliyor ki uzun süredir bölge devletleri kendilerini de kapsayacak olan bir savaşın kapıda olduğu gerçeğinden hareketle bu savaşa hazırlanıp ve savaşın sonrasında kaybedenler tarafında olmamak için saf belirlemeye çalışıyor. Savaşın şimdilik sadece Gazze’de sürmesi kimseyi yanıltmasın, İsrail önce cephe gerisini güvenlik altına aldıktan sonra adım atacaktır. Bunun için de Lübnan ve Suriye’de İran’ın milis kuvveti görevini gören güçleri savaşın seyrini değiştirecek şekilde adım atmasını engelleyecek bir hareket içinde olacaktır. Neredeyse her gün ABD üslerine yapılan saldırılara karşılık olarak bir süre sonra ABD’de fiilen savaşa girmiş gibi hareket edecektir. Yapılan (itidal, Gazze’yi korumak gibi) basın açıklamaları sadece “dostlar alışverişte görsün” türünden öteye değildir.
Suriye bizi ilgilendiren boyut olarak öne çıkıyor. Çünkü Türk devleti Rojava’ya karşılık Israil tarafında yer almayı öne sürecek ama bunun garantisini alana kadar da ikili oynayacaktır. Bu ikili oynama tavrı gelenekseldir. Kurucu liderleri de devletin kuruluş aşamasında hem SSCB’ye, hem de Avrupa’ya aynı şekilde yaklaşmış, yetmemiş hem İttihatçı olup, hem de İttihatçılığı mahkum etmiştir. Kürtlerle ittifaka girip sonra da ölümle karşılaşmasının ikili tavrını da unutmadık. Bu, son tahlilde bir devlet politikası haline gelmiştir. Rovaja karşılığı destek alabilirse: Türk devletine ABD, AB ve Israil’in gerek Rojava’daki devrimle oluşan statüyü, gerekse Kurdistan Özgürlük Hareketi’ni altın tepside sunmak için bütün güçlerini kullanacağını bilerek bu durumu da unutmamak gerekir. Her ne kadar şimdilik bu gerçekleşmesi olası olmasa bile yine de unutulmamalıdır. Çünkü geçmişten bugüne değişmez gerçeklik; haklılık üzerine değil, güç üzerine şekillenmiştir. Maddi güce sahip olmayan nice haklı düşünce tarihin tozlu sayfalarında silik bir şekilde yerini almıştır.
Bu açıdan bakıldığında Türk devletinin kuzey Kurdistan’da uyguladığı baskının daha da ağırlaşacağını görmeliyiz. HEDEP dahil olmak üzere insan hakları örgütlerini de kapsayan bir çemberin üzerine basmak için postallarını giyip yürüyeceğinin mesajları D. Bahçeli tarafından veriliyor. Binlerce defa yaşanan, binlerce defa tecrübe edilen bir gerçeği yeniden yazayım: Türk devletinin ne demokratikleşmesi, ne de “tekçi” anlayışından vazgeçmesi mümkündür. Bu, kendi tabiatına aykırıdır.
Hizbullah lideri Nasrallah yaptığı açıklamayla kendi tabanını savaş dışına çıkarmaya çalıştı. Şimdilik savaş meydanının içinde almasa bile, günün birinde yer almak zorunda kalacağı kesindir.
Bir işgalin sonlanması, sömürgeciliğin sona erdirilmesi veya öncü bir gücün bir sınıf adına silahlanarak iktidarı alması devrim değildir. Devrim; çıkarı olan bir halkın veya bir sınıfın devrimin oluşmasına bizzat katılması, onu yeni bir üretim ilişkisi olarak doğurmasıdır. Kurdistan Özgürlük hareketi kaderimizi belirleyecek olan sürece girmiş bulunuyor. Tarihin seyri Ortadoğu’da hızlandı. Sömürgeler, halklar ve ezilenler kendi tarihlerini yazmak için ya ayağa kalkacaklar, ya da boyunlarındaki zincirler daha da sıkılacaktır.
Özgür bir toprak, özgür bir tarih, özgür bir kimliğin ve yaşamın hak edilerek alındığı geleceğimizin mimarı olan Kurdistan Özgürlük hareketine şunu diyeceğiz: “daha önce zafere ulaşamamıştık çünkü kaybetmeye borçluyduk. Bugün, bu borcu kanımızla ödedik”.