Eşitlik, zayıflık değil bilgeliktir.
İyi olmaktan bu kadar korkmayın.
Bir kez olsun sevgiyle bakmayı deneyin dünyaya.
Hiçbir halk sonsuza dek efendi, hiçbir halk tutsak olarak yaşayamaz.
BARIŞ hepimizi onurlu ve özgür yapacak tek olanaktır.
Ş. Erbaş
Dil, bireyin kendisiyle ve çevresiyle kurduğu tüm ilişkilerde yadsınamaz bir öneme sahiptir. Bireyin iç dünyasının organize edilmesini ve şekillenmesini sağlayarak duyguların ifade edilmesine aracılık etmektedir.
Anadil ise çocuğun, bilinçli işleyen bir süreç olmadan, temas kurduğu ilk özneden (çoğunlukla anneden), içinde yaşadığı sosyal çevre ve kültürel topluluktan öğrendiği dildir. Anadil, bireyin doğup büyüdüğü sosyal çevresiyle güçlü bir bağ geliştirmesinde önemli bir etkiye sahiptir. Bu bağın, aynı zamanda bireyin kimlik duygusu üzerinde de önemli bir işlevi bulunmaktadır. Birey, kendini, içinde yaşadığı toplumu ve bu toplumla kurduğu ilişkileri anadili üzerinden tanımlamaktadır. Bu bağlamda insanın hayatında merkezi bir yere sahip olan anadilin, sınırlı bir alana hapsolması durumunda ortaya çıkacak sonuçların anlaşılmasının önemli olacağı düşünülmektedir. Bu çalışmada, anadilin kullanılmasının kısıtlanması veya engellenmesi durumunda ortaya çıkacak sonuçların kişinin kendisi ve sosyal çevresiyle kurduğu ilişkiye, ruhsal durumuna ve mekân aidiyetine etkilerinin ele alınması amaçlanmaktadır. Bir toplumun anadilinin, yaşadığı kentte, o kente ait mekanlarda, sosyal-kültürel etkinliklerde ve devletin resmî kurumlarında kısıtlanması veya engellenmesi, anadillerinin dar bir alana hapsedilmesine ve egemenin dilini kullanmaya mecbur bırakılmasına neden olmaktadır. Bireyin, yaşadığı kentte anadilini kullanamaması, kendisini sürekli tetikte olmaya itebilir ve birlikte yaşadığı diğer insanlarla ilişkilerinde güvenlik hissini zedelenmesine yol açabilir. Bu tetikte olma ve güvensizlik hali psikolojik açıdan bazı sonuçlar doğurmakta ve bireyi etkileyebilmektedir. Öncelikle ait olduğu kimliğin merkezi bir parçası olan anadilinin, kabul görmemesi, değersizlik duygularının gelişmesine zemin hazırlayabilir. Anadilini kullanmada yaşadığı engellenme duygusu, içsel bir çatışma yaşamasına neden olabilir. Yaşadığı içsel çatışma ise, bireyin hem anadiliyle hem de kullanmaya mecbur bırakıldığı egemen dil ile olumsuz bir ilişki kurmasıyla sonuçlanabilir.
Birey, anadilinin sınırlandırılmasının kendisi ve öteki ile kurduğu ilişki üzerindeki etkilerinin farkında olmayabilir ya da anlamlandırmakta zorluk yaşayabilir. Bu sınırlandırılmalar anlamlandırılamadığında, söz konusu ilişkiler olumsuz yönde etkilenebilir. Öncelikle anadilinin sınırlandırılması kişinin aidiyet duygularının değersizleştirilme hissini ortaya çıkarabilir. Egemen dilin sağladığı imkân ve konfor alan ise bireyde bu dile karşı hayranlık ve ait olma duygusu yaratabilir. Bu duygular egemen dile karşı yöneldiğinde, bireyin aidiyet gerçekliğinde yeterli bir karşılık bulamayabilir. Egemen dille her temas kurulduğunda, aidiyet gerçekliğinde yerine konulamayanın yani anadilin eksikliğinin deneyimlendiği düşünülmektedir.
Bireyin kendi anadilini, güvenli alanları (ör. aile, yakın arkadaş grubu) dışında içselleştirdiği şekliyle otantik bir şekilde kullanamaması olarak açıklanabilir. Açıktır ki burada en belirleyici rol yukarıda da değinildiği üzere yine egemenin sömürgeci tavrıdır. Egemen burada -diğer tüm olgularda olduğu gibi- egemen olmasından kaynaklı ötekinin dili üzerinde de belirleyici bir hakka sahip olduğuna inanır. Bu sömürgeci tavırda egemene; ötekinin dilinin sınırlarını ve çerçevesini belirleme hakkı bulunur. Örneğin egemen ötekinin dili için yasal bir sınır tanıyabilir. Söz gelimi hangi dilin nerede ve ne kadar konuşulacağına egemen karar verebilir. Bu tavır anadilin tüm unsurları üzerinde olduğu gibi estetik algısı üzerinde de söz sahibi olduğu inancını taşır. Bu inançlar, egemenin sahip olduğu dilin duru, temiz ve estetik olan; ötekinin dilinin ise ehlileştirilmeye, düzeltilmeye ve dolayısıyla estetik bir boyut kazandırılmaya muhtaç ve eksik olmasına yöneliktir. Söz konusu inançlar, yıllar içerisinde otoriter bir tavırla yansıtıldığında, bireyin güvenli alanlarının dışına çıktıkça dilini içselleştirmesini engelleyerek kendine yabancılaştığı bir sonucu ortaya çıkarabilir. Farklı şehirlerde aynı dili farklı ağız yapılarıyla konuşan insanlar, sömürücü tavrın bir yansıması olarak ele alınabilir. Özetle egemenin sömürücü tavrının güvenlik, ait olma şeklinde ihtiyaçların engellenmesine ve kendine yabancılaşmaya neden olabilmektedir. Bu durum ise kişinin psikolojik sağlığını tehdit etmektedir. Anadilin kullanılmasının kısıtlanmasının etkilediği bir diğer alan mekân aidiyetidir. İnsanlar, içinde bulunduğu topluluk ile ilişki kurmaya başladığı andan itibaren kendine ait olan alanı bulmak varlığını ve kimliğini inşa edebileceği mekânı bulmak ister. Mekânla olan ilişkilerinde ait olma ve orada varlığını sürdürme isteği mekânsal aidiyet kavramı olarak ele alınabilir.
Aidiyet kavramı, farklı şekillerde tanımlanmıştır. Antonsich (2010) “Bireyin kendisini “Evindeymiş gibi hissetme”si; Altman ve Low (1992) “Bireyin bulunduğu mekânla duygusal bir bağ kurma” ve Hidalgo ve Hernandez (2001), “Bireyin bulunduğu mekâna yüklediği anlam” olarak ifade etmişlerdir. Özetle aidiyet duygusunun güvenlik hissi, duygusal bağlılık ve aşinalık duygularıyla ilişkili olduğu görülmektedir. Mekânsal aidiyet ise insanların yaşadığı evi, mahalleyi ve çevreyi kapsamasıyla birlikte renk, doku, koku, ses ve orantı gibi birçok değişkeni de içermektedir. Bireysel kimliklerin, çevresel faktörlerin, psikolojik ve sosyo-kültürel yapıların aidiyet duygusunu etkilediği bilinmektedir. Bu bağlamda mekân aidiyetinin farklı bileşenlerden oluştuğu, değişmeye ve gelişmeye açık bir kavram olduğu söylenebilir. Yaşanılan ülke, kent, mahalle, sokak, apartman mekân aidiyetine dahildir. Tüm bu mekânsal aidiyet bileşenleri, insanların mekânda kendilerini güvenli hissetmelerini de sağlayabilmektedir. Kentsel mekânlar insanların yaşadığı ya da vakit geçirdikleri mekâna bağlanmalarını ve kendilerini o mekâna ait hissetmelerini sağlayacak alanlardır. Böylelikle bir mekâna karşı aidiyet hisseden insanlar, kendilerini yaşadıkları mekânın bir parçası olarak görmeye ve mekân üzerinde hak ve sorumluluk sahibi hissetmeye başlarlar. Bireyin bir yerle aidiyet oluşturabilmesi için kendini rahat, güvenli, anlaşılabildiğini hissetmesi gerekmektedir. Kendini ifade edebilmesi sonucunda çevresiyle ilişki kurabilir ve o yerle bağ oluşturabilir. Bu durumun gerçekleşmesi için de birey açısından dilin çok önemli bir araç olduğu düşünülmektedir. İfade ne kadar güçlü ve anlaşılabilir olursa kişi o kadar derin aidiyetlik duygusu yaşayabilir. Kendinden, kendi isteklerinden beslenen mekânlarda zaman geçiren bireyin mekânı kullanan biri olarak muhatap alındığını düşünmesini ve değerli hissetmesini sağlayacağına inanılmaktadır. Dilinin kısıtlandığı bir mekânda yaşamak, bireyin tüm çabalarına rağmen kendinden olanı verememe, sosyal-kültürel ilişkiler kurmakta zorlanma ve yaşadığı yerle sadece zorunlu bir ilişki içerisine girme ve sonucunda mekâna ait hissedememe risklerini taşır.
Dil, çerçevelediği coğrafyanın kimliği ve bireysel özellikleri başta olmak üzere birçok dinamikle beraber ifade edilmelidir. Dil, her ne kadar mekânsal aidiyet ile bağdaştırılıyorsa da bu yalnızca bir dinamiğidir. Dilin kapsadığı coğrafya ve özellikleri, toplumsal ya da bireysel farklılıklar gibi öğelerin her birinin dil ile aidiyet ilişkisine dair bilgi vereceği düşünülmektedir. Söz gelimi, Kürt toplumunun coğrafi olarak belli bölgelerde nüfus yoğunluğuna sahip olması, merkezi yönetim faaliyetlerinin daha çok merkezlerle sınırlı kalıp taşralara ulaşamaması gibi sebeplerle Kürtlerin anadilinin nispeten korunduğu söylenebilir. Aksi yönde bir durum oluştuğunda yani kentlerde doğan yahut oralarda bulunan bireyleri ele aldığımızda mekân dinamiği ile birlikte özellikle bireysel farklılıkların, farkındalığın yahut bilginin aynı olmayan nitelikler doğurduğunu görebiliriz.
Yapılan bir araştırma Amerika’da nüfusun büyük çoğunluğunun doğup büyüdüğü yerin en fazla 100 kilometre civarında yaşadığını ve öldüğünü ortaya koymuştur. Ülkemizde ise doğduğu yerde yaşayanların oranının hayli düşük olduğu görülmektedir (Olcay, 2016). Kürt halkının yakın tarihinde birçoğunun mağduru olduğu köy boşaltmaları ve zorunlu göç deneyimleri bize kıymetli veriler sunmaktadır. Bu zorunlu göçler sonucunda köyden kente gelen ve Türkçeyle (köydeki sınırlı ilişki dışında) ilk defa ciddi bir ilişki deneyimi yaşayan Kürtlerin çoğunlukla olumsuz deneyimler edindiği düşünülmektedir. Travmatik bir zorunlu göç deneyiminin ardından taşındıkları kentlerle ilişki kurmaya çalıştıkları ilk andan itibaren dil kendileri için büyük bir engel olmuştur. Bu dil engelinin en büyük mağduriyet yaşayan kitlesini, okuryazar olmayan, Türkçe konuşamayan ya da çok az konuşup anlayabilen yaşlı Kürt kadınlarının oluşturduğu düşünülmektedir. Yaşlı Kürt kadınlarının devlet kurumları ya da devleti temsil eden resmî görevlilerle çok az temas ettikleri ve bu temasların çoğunluğunda değersiz hissettirildikleri, aşağılandıkları ya da yok sayıldıkları söylenebilir. Erkeklerin ise kadınlara oranla Türkçeyle temas kurma noktasında daha fazla imkâna sahip oldukları görülmüştür. Eğitim öğretim hayatlarında, çalışma yaşamlarında, kent mekân kullanımlarında, devletin resmi kurum ilişkilerinde ve askerlik deneyimlerinde Türkçeyle ve devletin resmî kurumlarıyla daha fazla temas etmişlerdir. Ancak yaşlı Kürt kadınları, erkek ve genç nüfusa oranla daha az ilişki kurma deneyimi yaşamıştır. Kürt kadınlarının, burada iki ayrı egemene maruz kaldığı düşünülmektedir. İçeride erkek egemene, dışarıda ise devlet kurumlarının egemenine. Sonuçta ötekinin diliyle yeterince temas edemeyen Kürt kadınlarının Türkçeye yabancılaştığı, kendini bilmedikleri bir dilin hâkim olduğu mekanda güvensiz hissedebileceği düşünülmektedir.
Bu çalışmada, okuryazar olmayan, Türkçe bilmeyen ve anadili Kürtçe olan yaşlı Kürt kadınlarının pandemi döneminde kent mekânları ve devletin resmî kurumları ile kurdukları olumsuz ilişki deneyimlerinin yorumlanması amaçlamaktadır. Çalışmanın asıl çıkış noktası, COVID-19 yoğun bakım merkezlerinde ve servislerinde yatan yaşlı Kürt kadınları ile yapılan psikososyal görüşmelerde anadilden ötürü yaşanan olumsuz deneyimler olmuştur. Bu bağlamda, altı kişiyle yapılan görüşmeler aşağıda yer almaktadır.
Z.T. 73 yaşında Şırnak doğumlu hasta. On iki gün boyunca yoğun bakımda kalmış ardından bir hafta boyunca servise yatışı yapılmıştır. COVID-19 tanısı konulduğu süreci ve sonrasını şu şekilde anlatmıştır: “İlk benim oğlum hastalandı ama eşi iyiydi ona bir şey olmadı sonrasında da ben hastalandım, ilk iki üç gün vücudumda ağrılar vardı hastaneye getirmek istediler ama gelmek istemedim. Korktum! Ben Türkçe bilmiyorum, hastaneye gelirsem derdimi nasıl anlatacağımı bilemedim. Hem hastaneye gelenler sağ çıkmıyor öyle duyduk, aşı da olmadım zararlıymış diye duydum. Daha birçok şey duyduk. Hasta olanları ayrı bir yere alıyorlar kimseyle görüştürmüyorlar ölenleri yıkamadan gömüyorlar. Ben Müslümanım böyle gömülmek istemiyorum. Bütün bu dertlerimi ben kime nasıl anlatabilirim ki Türkçe bilmiyorum, kimse beni anlamaz. Doktorlar, hemşireler geliyor bir şey anlatıp gidiyorlar hiç anlamıyorum. Onların içlerinden Kürtçe bilenler var onlar her zaman gelmiyor, değişiyor. Sürekli ben dua ediyorum o Kürtçe bilenler gelsin diye”.
Yapılan görüşmeler sırasında hastanın sıklıkla “Yakınlarım burada değil mi? Dışarda beni bekliyorlar değil mi?” diye soruları olmuştur. Yakınlarıyla yapılan görüşmelerde ise yakınlarını bir yere gitmemeleri, hastaneden taburcu olacağı zaman kendisini almaları için burada olmaları gerektiği konusunda uyardığı öğrenilmiştir. Yapılan bir görüşmede hasta endişesini “Korkuyorum siz beni hastaneden çıkardığınızda yakınlarım yoksa ben evin yolunu bulamam, tek başıma gidemem.” şeklinde açıkça ifade etmiştir. Benzer endişeyi daha önce yaşadığı bir öyküyle anlatmıştır; “Ben bir gün tek başıma çarşıya gittiğimde dönüşte kayboldum çok korkmuştum. Yolda birilerinden yardım istedim. Onlar Kürtçe biliyorlardı yardımcı oldular., Tek başıma bir yerlere gittiğim her sefer bir sorun yaşadım. Zaten ben mecbur kalmadıkça tek başıma çarşıya bile gitmiyorum, Türkçe bilsem, okuma yazma bilsem, tabelaları yazıları okuyabilseydim korkmadan tek başıma her yere giderdim.”
Hastayla yapılan görüşmeler sonucunda zaman geçirmediği, tanımadığı, anlaşılmadığı, kendini ifade etme imkânının olmadığı bu mekanlarda aitlik duygusu geliştiremediği, anadilinin hakimiyet alanının gittikçe azaldığı, hor görülmüş hissedebileceği ve bunlara bağlı olarak da, korku ve kaygı duygularını deneyimlemiş olabileceği düşünülmüştür.
- B. 56 yaşında Hakkâri doğumlu hasta. Üç gün servise yatışı gerçekleşmiştir. Yapılan görüşmelerde, “Ben Türkçe bilmiyorum. Kürtçe bilen hemşire de benim Kürtçemi anlamıyor. Ben Kürtçe konuşuyorum. Türk değilim. Türkçe bilmiyorum. Kimse beni anlamıyor korkuyorum. Beni çıkarın burada ölmek istemiyorum.” şeklinde ifadeleri olmuştur. Sonraki görüşmelerde ise öyküsünü şu şekilde anlatmıştır: “Hakkâri’de 2000’lerin başında göç edip Van’a geldik. Şehre gelince eşim iş bulamadı bu yüzden sürekli İstanbul’a çalışmaya gidiyordu. Çocuklarımı tek başına büyüttüm. Türkçe bilmediğim için resmî kurumlara her gittiğinde çok zorluk çektim. Bu yüzden her gittiğinde yanımda mutlaka Türkçe bilen bir çocuğumu götürdüm çünkü geçmişte kötü deneyimlerim oldu. Birgün muhtar beni nüfusa gönderdi ama nüfusa gittiğimde Kürtçe bilen kimse yoktu. Yanımda çocuğumu götürmüştüm oda bir yıldır okula gidiyordu ama Türkçeyi tam öğrenememişti. Derdimi kimseye anlatamadım oda, oda dolaşmaktan en son kızdılar bana derdimi anlatamadan eve döndüm. Bir gün de hastaneye geldim, kızımı da aldım yanıma, o Türkçe biliyordu. Doktorun yanında ben derdimi kızıma anlattım kızım doktora anlattı ama kızım şikayetlerimi tam anlatamıyordu. Ben bu şikâyetim var diyorum kızım anne ben bunu nasıl çevireyim diyordu. Bu anlaşmazlık yüzünden doktor yardımcı olamadı git Türkçeyi iyi bilen biriyle gel demişti. Sonrasında bir akrabam başka bir hastanede bu isimde Kürtçe bilen bir doktor var dedi. Ben de ona gittim. Bu sefer Kürtçe konuştu benimle çok da şaşırdım. O zaman azdı Kürtçe konuşan doktor şimdi şükür Allah’ıma çok var (gülerek) o ilgilendi sağ olsun benimle.”
Hastanın anadilinin sınırlandırıldığını en açık hissettiği ve olumsuz deneyimler yaşadığı ilişkilerin devletin resmî kurumlarıyla olduğu yorumu yapılabilir. Bireyin resmî kurumlarda mekânsal aitlik kuramamış, kendini güvende hissedememiş, bağ kurmakta zorlanmış olabileceği ve tüm bunlara bağlı olarak olumsuz duygular yaşamış olduğu düşünülmektedir Söz konusu deneyimlerin bireyin resmî kurumlara gittiğinde aynı olumsuz duyguları tetiklemiş olabileceği söylenebilir.
- D. 62 yaşında, Hakkâri doğumlu hasta. Dört gün boyunca servise yatışı yapılmıştır. Hastaneye geldiğinde kulaklarının duymadığını ifade ederek kimseyle iletişim kurmadığı ancak kulak burun boğaz muayenesi sonucunda herhangi bir işitme engeli olmadığı öğrenilmiştir. Ailesiyle yapılan görüşmede de benzer şekilde hastanın bir işitme problemi yaşamadığı teyit edilmiştir. Başlangıçta hasta ile iletişim kurulamamıştır. İlerleyen görüşmelerde ise yalnızca göz teması kurmuş ve soruları başıyla onaylamıştır. Sonraki görüşmelerde ise sınırlı bir iletişim kurulabilmiştir. Kendisiyle yapılan görüşmelerde, “Kalmak istemiyorum buradan çıkmak istiyorum. Beni yalnız bırakma lütfen yakınlarımdan biri gelsin yanımda dursun sürekli.” Demiştir. Öyküsü dinlenildiğinde, 1990’lı yıllarda köyünün boşaltıldığı ve sonrasında Van’a yerleştikleri, kenti bilmediği ve çarşıya giderse kaybolabileceğini düşündüğü öğrenilmiştir. Hasta “Çarşıya gittiğimizde de gittiğimiz yerler az, bize göre yerler yok çarşıda. Bir ihtiyaç için gidince yanımızda bir genç geliyor yardım ediyor bize. Birkaç defa deniz kenarına pikniğe gittik, hiç denize (Van gölü) girmedim, devlet kurumlarına gitmekten utanıyorum, çekiniyorum.” Sadece birkaç defa yardım için devlet kurumlarına tek başına gitmek zorunda kaldığı öğrenilen hasta, “Kürtçe bilen çalışana denk gelmedim. Türkçe konuşan memurlar sorular sordular. Onları anlamıyordum ve orada da derdini anlatamadığım için eve geri döndüm.” Demiştir. O günden sonra bir devlet kuruluşuna tek başına gitmediğini ifade etmiş ve şu ifadeleri eklemiştir: “Burada kalmak istemiyorum çünkü burada yaşlılar ölüyor. Genç kadınların da bir daha çocuğu olmuyor… “Beni buradan çıkarın ölsem kimsenin umurunda olmaz, benim değerim yok onlar için biliyorum. Kurban olayım beni çıkarın ölürsem de evimde ölmek istiyorum.”
Burada hastanın ana dili ve aidiyet bağlamında bazı bilişsel yanlılıklarına değinilebilir. Kürtçe konuşan ve Türkçeye yabancı olan hastanın, gerçekleri değerlendirme yetisinin zarar görmüş olabileceği ve buna bağlı olarak kaygı duygusunun ortaya çıkmış olabileceği düşünülmüştür. Egemenin, anadili üzerinde kurduğu tahakküm, hastanın güvenlik, aidiyet ihtiyaçlarının zedelenmesine ve tehlikeyi doğru değerlendirmesini engellediği düşünülen bilişsel yanlılıklar ile bir savunma mekanizması haline getirebildiği yorumu yapılabilir.
- D. 64 yaşında Van doğumlu hasta. Yoğum bakımda ve serviste kaldığı süreçte görüşme yapılmıştır. Başlangıçta ajite olması nedeniyle görüşmeyi reddetmiştir. Kendisiyle Kürtçe iletişime geçildiğinde görüşmeyi kabul etmiştir. Yapılan görüşmelerde hasta, “Doktor ve hemşire arkadaşların yaptığı işlemleri bana söyleyin, yanlış bir şey yapmamışlar değil mi? Şeklinde endişesini dile getirmiş ve görüşmeciden onay beklemiştir. “Türkçe bilmiyorum ben çevremde de Kürtçe konuşan insan sayısı azalıyor. Kendi yakın çevremde Kürtçe bilenler bile artık Kürtçe konuşmuyor. Yeni gençleri ve çocukları hiç söylemiyorum bile onlar hiç Kürtçe bilmiyorlar. Şimdi oğlumun, kızımın çocukları var okula gidiyorlar. Türkçe konuşuyorlar seviniyorum zorluk çekmeyecekler (benim gibi) ama üzülüyorum da çünkü beni anlamıyorlar. Kürtçe hiç bilmiyorlar e bende Türkçe bilmiyorum. Bu beni çok yalnız hissettiriyor.”
Türkçe bilmeyen annelerin, ninelerin Kürtçe bilmeyen torunları… Bu öykünün tek başına birçok şey anlattığına inanılmaktadır. Bir dili kullanamamanın, aynı ailenin bir ya da iki kuşağı arasında derin uçurumlar yaratabileceği fikrini geliştirmiştir. Dil ve kültür kuşaktan kuşağa aktarılan ve bu yolla devamlılık sağlayan öğeler iken bu hikâyede de görüleceği üzere dilin bir sonraki kuşağa aktarımı nispeten de olsa eksik kaldığında hikâyelerde ve aile içinde trajik durumlar ortaya çıkabilmektedir. Kişi önceki kuşaktan kendisine aktarılan ve kendi hayat deneyimleriyle beslediği kültürünü sonraki kuşağa aktarma noktasında dil engeline takılabilmektedir. Bireyin anadilinin sınırlarını, yakın ilişkilerinde de hissetmesinin yoğun bir yalnızlık duygusu yaratabilmektedir.
- N. 69 yaşında, Van doğumlu hasta. Serviste yatışının yapıldığı ilk hasta görüşme yapılmıştır. Hasta tüm görüşmelerde, “Köydeki kızıma haber verin. Ölmeden onu görmek istiyorum.” şeklinde isteğini belirtmiştir. Sağlık durumunun iyiye gittiği söylendiğinde ise “Yok oğlum biliyorum bu hastalığı çıkardılar, biz Kürtler arasında yaydılar, hepimizi öldürecekler. Benim sekiz çocuğum var. Bu Saddam’ın bombasından daha büyük bir kırım olacak.” demiştir. Neden böyle düşündüğü sorulduğunda ise “Oğlum bu hastalık bizi öldürmek için çıktı. Aşı da o yüzden çıktı. Ben de aşı olmadım o yüzden. Köyde yaşıyoruz. Kocam ve büyük oğlum Batıya çalışmaya gidip aylarca gelmezlerdi. O süreçte bu çocuklara hep ben baktım belediyeye, valiliğe, kaymakamlığa hep gittiğimde derdimi anlatacak yardım isteyecek kimse yoktu. Bir gün sağlık ocağına gittim. Küçük oğlum hastaydı yanımda komşunun küçük kızını götürdüm. İlkokula gitmişti. Türkçe biliyordu o. Sağlık ocağındaki hemşire neden bu kadar çok çocuğun var bu gidişle bizi geçeceksiniz demişti. İşte bu hastalık hep bizim çok çocuğumuz var çıkarıldı. Allah veriyor bu çocukları biz ne yapalım. Ben eve geldiğimde o zaman o doktorun verdiği ilacı içirmedim çocuğuma, korktum, güvenmedim. Bir resmî kuruma gitmek zorunda kaldığım zaman önceki geceden stresim başlıyor. Kürtçe bilmiyorsa görevli konuşmak istemiyorum çekiniyorum bir de küçümseyerek bakıyorlar sanki ben öyle hissediyorum.” diye kendini ifade etmiştir.
Hastanın yaşamış olduğu olumsuz ilişki deneyimlerinin, sadece egemen dil ile değil bu dili kullanan kişilerle de duygusal kopukluk yaşamasına neden olduğu söylenebilir. Öte yandan hastanın anadiliyle ilgili yaşamış olduğu travmatize edici deneyimlerin, egemene dair bir protestoyu ve öfkeyi doğurmuş olabileceği düşünülmüştür. F.N.’nin hikâyesi, egemenin dile dair tahammülsüzlüğünün veya tahakkümünün ötekinde, güvensizliğin tetiklediği bir itiraza dönüşebildiğine bir işaret olarak yorumlanabilir.
- Ç. 73 yaşında, Hakkâri doğumlu hasta. COVID-19 servisinde ve yoğun bakımda yatışı yapılmıştır. Hastanede kalmak istemediği, sağlık çalışanlarının yönergelerine direnç gösterdiği ve sürekli yakınlarını görmek istediği bilgisi edinilmiştir. İlk görüşmelerde sınırlı bir iletişim kurulabilmiştir. Sonraki görüşmelerde ise diğer hastalar gibi D.Ç. de, hastanede olmaktan korktuğun, bu hastalığın bilerek çıkarıldığını ve kendisinin burada kalırsa öleceğini düşündüğünü bildirmiştir. Hasta kendini şu şekilde ifade etmiştir: “Aşı olmadım ben. O aşı bizi öldürmek için çıkmış bir aşı. Çocuklarımın söylemesine rağmen olmadım. Kızım hemşirelik okuyor, o da anne aşı ol dedi ama olmadım. Yok oğlum, kızım gençtir o bilmiyor görmedi. Biz çok şey yaşadık çok şey gördük. Ben Türkçe bilmiyorum o yüzden hastaneye de gittiğimde derdimi benle beraber gelenler anlattı. Çocuğum küçükken okuldan geldi, öğretmeni dövmüştü. Ben okula gittim söyledim ona, niye çocuğumu dövüyorsun ama Kürtçe konuşuyorum o da Kürtçe bilmiyor o da bana Türkçe bir şeyler söyledi, bağırdı. Birbirimizi anlamadık. Çocuğum okula gitmek istemedi ama ben zorla götürdüm. Sınıfını değiştirdim, biz okumadık o okusun diye. Eğer ben bir yıl okusaydım Türkçe öğrenirdim, derdimi anlatırdım her yere de giderdim. Bak o okudu kurtardı kendini.”. 1990’lı yıllarda Hakkâri’de köylerinin boşaltıldığı, önce Yüksekova’ya geldikleri oradan da Van’a geçtikleri ve 22 yıldır Van’da yaşadıkları bilgisi edinilmiştir. Ayrıca şart olmadıkça dışarı çıkmadığını, şehrin ona yabancı geldiğini ve köyünü özlediğini ifade etmiştir. “Şimdi köye gitmek serbest ama artık bir şeyimiz kalmadı. Oraya gidemeyiz. Hem çocuklarım da burada okudu, işleri de burada, çoğu istemiyor dönmek.”
22 yıldır yaşadığı şehirle hala bağ kuramadığı ve dilinin sınırlandırıldığı bir alanda tutsak bir hayat yaşadığı düşünülmüştür. Çocuğunun okuyup Türkçe öğrenmesi nedeniyle kendisiyle aynı hayatı yaşamayacak olması hastanın ancak egemen dilli öğrenerek bu tutsaklıktan kurtulunabileceğine dair inancını yansıttığını düşündürmüştür. Kendi özgürlüğünün de ancak köyüne dönerek mümkün olacağını ancak içinde bulunduğu koşulların köye dönmesini engellediğini ifade eden hastanın yaşadığı bu tutsaklığı, müebbet dil tutsağı benzetmesi yapmanın abartı olmayacağı düşünülmektedir. Yapılan görüşme, egemen dilin, birey üzerinde yarattığı tahribatın yıkıcılığı, anadili engellenen hastanın özgürlüğü, güveni ve aidiyeti tekrar egemende bulabileceğine dair işlevsiz bir inançlarının gelişmesine zemin hazırlayabileceği, kişinin özgürlüğünün ancak anadilini kullanabileceği mekâna dönüşte görebileceği yönünde bir tablo çizmektedir. Bu hikâyeden yola çıkarak, hastanın anadili ile yeterli bağı ve aidiyeti kuramadığı ve egemen dil ile bir tür “Stockholm Sendromu” gerçekleştirdiği düşünülmektedir.
Sonuç
Bu çalışmada, okuryazar olmayan ve köylerinden zorunlu göç ile kente gelmek zorunda kalan altı yaşlı Kürt kadınının ana dil hapishanesindeki tutsaklık deneyimlerini ele almaktadır. Kentle, toplumla, resmî devlet kurumlarıyla kurdukları ilişki deneyimlerinde travmatik öykülerinin olduğu düşünülmektedir. Yapılan görüşmeler sonucunda bu travmatik ilişki deneyimlerinin, yaşadıkları kentle bir bağ kurmalarına engel olmuş olabileceği ve sonucunda da patolojik bazı tepkiler ortaya çıkarmış olabileceği izlenimi edinilmiştir. Ana dilleri ile kendilerini ifade edecek mekânsal alanların azlığı, bu bağı zedeleyen önemli bir faktör olarak değerlendirilebilir. Dolayısıyla görüşme yapılan kadınların, yaşadıkları kentle çok sınırlı bir ilişki geliştirmek zorunda kaldığı yorumu yapılabilir.
Bireylerin kendini ifade edebilme gücünün özellikle analitik ve dinamik çalışmalarda önemli bir yeri bulunmaktadır. Egemenin tahakkümü nedeniyle anadili üzerinde baskı hisseden bireyin zayıflatılan ifade gücünün, psikolojik, sosyal ve fiziksel anlamda iyilik halini olumsuz etkilediğine inanılmaktadır.
Egemen dil ile mesafeli ilişkileri olduğu izlenimi edinilen altı kişi, sahip oldukları kültürel değerlerinin zedelendiğini ve anadillerinin yaşam alanının gittikçe daraldığına dair kaygılarını dile getirmişlerdir. Öte yandan bu görüşmelerden ortaya çıkan dikkat çekici bir detay da kişilerin, aynı zamanda dar bir alana hapsolan anadilin en kıymetli koruyucu özneleri haline geldiği söylenebilir. Diğer bir deyişle, bu zor kişisel deneyimlerin bir noktada, kimlik mücadelelerinde de önemli bir rolü olduğu şeklinde ifade edilebilir. Bu özne hali, maruz kaldığı yok sayılmayı kabul etmemiş ve mücadele alanını tam da bu reddedilişi kırıldığı nokta üzerinden kurmuştur. Sonuç olarak bu durum onları Kürt kültürü ve dil mücadelesinin önemli bir parçası kılmaktadır. Son olarak Kaya’nın (2023), Kürt kadınına dair şu ifadesine yer verilmenin önemli olacağına inanılmaktadır: “Kürt kadınının, yoksul köylü ve mülkiyetsiz sınıfların tarih sahnesine çıkmasındaki olağanüstü emeğini, sömürgeciye yönelik korkuyu nasıl yıktığını her daim teslim ettik.” Özetle Kürt kültüründe yaşlı kadınların ne denli önemli bir rol üstlendiği görülmüş olup yaşamının yitiren her yaşlı Kürt kadınının bu kültürün önemli bir parçasını da beraberinde götürdüğünü söylemek mümkündür. Genel olarak bu çalışmadan da anlaşılacağı üzere egemen dil ve anadil ilişkisini incelerken önümüze oldukça fazla dinamik çıktığı görülmektedir. Bu dinamiklerin her birine değinilememiş olmanın çalışmanın bir sınırlılığı olduğu düşünülmektedir. Söz konusu çalışmada genel çerçeveye ve hikâyelere sadık kalınmaya çalışılmıştır. Bu tür niteliksel çalışmaların literatürde yeterince yer almadığı ve daha detaylı araştırılmasına ihtiyaç olduğu düşünülmektedir. Son olarak sosyolojik ve psikolojik faktörler kadar sistemsel ve politik faktörlerin de egemen dil ile anadil ilişkisi bağlamında ele alınması gerektiğine inanılmaktadır. ile bunun sosyal yaşamda temas ettiği her bir pratik olgu sadece bilinçli bir süreci değil fazlaca bilinçdışı bir süreci de içermektedir. Son olarak; her ne kadar sosyolojik, psikolojik olgularla açıklamaya çalışsak da bir yönüyle sistemsel ve politik olguların, bunların doğurduğu etmenlerin de unutulmaması gerekir.
/ Bu yazı Kürd Araştırmaları Dergisinden alınmiştir: /
Kaynakça
Akbarishahabi, L. (2022). İnsan ölçeğinde tasarlanan kentsel mekanlar ve kent sakinlerinin aidiyet duyguları üzerine bir değerlendirme. Kent Akademisi Dergisi, 15(1), 136-154.
Altman, I., Low, S. (1992). Place Attachment. New York: Springer.
Antonsich, M. (2010). Searching for belonging—An analytical framework. Geography Compass, 4(6), 644-659.
Çakı, F. (2017). Aidiyet ve mekân olarak sokaklar: balıkesir örnek olayı çerçevesinde bir tipoloji önerisi. Dergipark, 5(10-11), 25-54.
Erbaş, Ş. (2019). Size Barış Deniliyor. İnsanın Acısını İnsan Alır. (5. Baskı, s. 29-30). Kırmızı Kedi Yayınevi.
Hidalgo, M.C. ve Hernandez, B. (2001). Place attachment: conceptual and emprical questions. Journal of Environmental Psychology, 21, 273-281.
Kaya, R. (2023, 5 Şubat). Meclise yürüyen bir Kürt anarşist. https://www.nupel.tv/ramazan-kaya-meclise-yuruyen-bir-kurt-anarsist-270332.html.
Olcay, S. (2023, 1 Şubat). Yılmaz Güney’in Umut’u (1970). https://www.otekisinema.com/yilmaz-guneyin-umutu-1970/.
Şentürk, A. (2018). Aidiyet, Kent Kimliği ve Kentsel Koruma Etkileşimi Bağlamında Kullanıcı Sürekliliğinin İrdelenmesi: Kadıköy Moda Örneği. (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi). İstanbul, İstanbul Teknik Üniversitesi.
Yılmaz, H. (2022). Uluslararası göç bağlamında kentsel aidiyetin incelenmesi: İstanbul’da geçici koruma altındaki suriyeliler üzerine bir inceleme. Dergipark, 8(2), 287-318.