Suriye’de 27 Kasım’da yükselişe geçen iç savaş dengeleri değiştirdi. Eski adı El Nusra olan Heyet Tahrir el-Şam HTŞ adlı cihadist örgüt ve Türk devletin direk himayesinde olan ‘Suriye Milli Ordusu’ SMO’nun başlattığı hareket kısa sürede Suriye haritanın değişmesine neden oldu.
Batı medyası tarafından ‘’isyancılar’’ ve ‘’Suriye muhalefeti’’ olarak tanımlanan güçler önce ikinci büyük şehir Halep’i çok kısa bir zamanda aldılar, daha sonra Hama’yı ele geçirdiler. Şimdi İse Humus şehrinin kapılarına dayanmış durumlar. Güney Suriye’de ise Dara kentinin düştüğü gelen haberler arasında. Suriye’nin doğusu da ise SMO daha çok liderliğini Kürtlerin yaptığı Suriye Demokratik Güçleri SDG’yi hedef almakta. SDG ise son iki günde Fırat’ın batısı geçerek rejimin terke ettiği alanlarda hakimiyet sağlamış durumda.
Askeri alandaki bu değişikliğin siyasi olarak nasıl sonuçlanacağı ise en büyük soru. Londra merkezli Al Majalla dergisinden Husam İytani analizinden daha çok bu soruya yanıt arıyor.
Şarku’l Avsat tarafından çevrilen yazıda İytani şu görüşlere yer veriyor:
‘’Suriye ve Lübnan’da yenilenen iki savaşın ortak noktası, iki ülkede çöken devlet yapılarının yeniden onarılmasının zorluğunu göstermesidir. Suriye’de otoritenin 2011 öncesi haline dönmesi mümkün değil. Lübnanlı grupları ayıran uçurum, her türlü dış çatışma veya iç gerilimle birlikte genişlemeye devam ediyor.
Heyet Tahrir el-Şam ve müttefiklerinin İdlib-Halep kırsalına doğru genişlemesinde korku uyandıran ilk husus, çoğunluğu Kürtlerden oluşan Suriye Demokratik Güçleri (SDG) ile çatışmaların yaşanması ve Halep’teki Hıristiyanların can ve mal güvenliğini tehdit eden ihlallere maruz kalmalarıdır. Etnik ve mezhepsel unsurların varlığı, yakın zamanda görüldüğü gibi bir tarafta Suriye ordusu ile “Askeri Harekat Dairesi”, diğer tarafta SDG arasındaki çatışmalara paralel olarak birden fazla cephenin aynı anda alevlenmesi tehlikesinin yakın olduğunu gösteriyor. Zaten karmaşık olan tabloya daha fazla sıkıntı ve korku katıyor, daha fazla dış müdahale çağrısı yapıyor.
Lübnan’da İsrail’in son saldırısı, onlarca yıldır süren ve eski başbakan Refik Hariri’nin 2005’te öldürülmesi, Temmuz 2006 savaşı, 2008 Beyrut işgali, Lübnanlıların 17 Ekim 2019’daki ayaklanmasının temsil ettiği sokaktan reform girişiminin başarısızlıkla sonuçlanmasının ardından daha da kötüleşen dini gruplar arasındaki yabancılaşma ve soğukluğu derinleştirdi.
Bu olaylar, iç savaşı sona erdiren (1975-1990) ve savaş sonrası dönemdeki güç dengesini yansıtan yorumlara göre uygulanan Taif Anlaşması’na dönüşü engelleyen büyük zorlukları ortaya çıkardı. Lübnanlı Şiilerin büyük bir kısmı Emel Hareketi ve Hizbullah’ı içeren Şii İkilisi çatısı altında birleşti. Hıristiyanların 7 Ekim 2023 öncesine dönülmemesini talep eden sesleri daha da yükseldi. Her dini grubun mahremiyetini koruyan, ister demografik baskıya karşı, ister birkaç yılda bir, 2006 ve 2024’te olduğu gibi, pek çok vatandaşın hiçbir faydası veya ilgisi olmadığını düşündüğü yıkıcı bir savaşa sürüklenmeye karşı, grupların güvenliğini sağlayan, federal bir sistemin benimsenmesi çağrısını da içerdi.
Eski yapısı daha 2011’den önce iflas etmiş olan Arap Sosyalist Baas Partisi’nin yeniden iktidara geleceğini aklı başında hiç kimse hayal edemez. Bu tarihten sonra da devrim ve ardından iç savaş, en güçlüsü SDG olan yarı ayrı bir grup oluşumun ortaya çıkmasına neden oldu.
Lübnanlı siyasetçiler arasında mevcut felaketten kurtulmanın yolları hakkındaki hakim söylem, Taif Anlaşması’nın yeniden tesis edilmesi ve herkesin bu anlaşmanın hükümlerine bağlı kalması etrafında dönüyor. Bu eğilim, Hizbullah Genel Sekreteri Naim Kasım’ın son konuşmasında Hizbullah’ın resmi mevkileri Hıristiyanlar ve Müslümanlar arasında eşit olarak dağıtan, bir bütün olarak Bakanlar Kuruluna geniş yetkiler veren “Taif çatısı altında” çalışacağını duyurmasıyla güçlendi.
Ancak bu sözlerin bir anlamı yok. Bunun nedeni de, 2005’ten bu yana birbirini izleyen deneyimler, 2008’deki Doha Anlaşması, Hizbullah’ın, 2014’te Lübnan’ın Arap çatışmalarına karışmamasını içeren Baabda Deklarasyonu’nu reddetmesi, Hizbullah ve müttefiklerinin askeri ve güvenlik gücünün, Lübnan devletinin idari ve adli düzeyde bile asgari işlevlerini yerine getirmesini engelleyecek boyutlara ulaşmasıdır. 2020’deki Beyrut Limanı patlamasına ilişkin soruşturmanın engellenmesi buna bir örnektir. Bunların hepsi konuşmayı eyleme geçmekten daha kolay hale getiriyor. Onlarca yıldır Lübnan’da kamusal sahneye hakim olan “siyasi evler” tarafından yönetilen merkezi bir devlete dönmenin imkansızlığı karşılığında, federal tipte yaklaşımların önerilmesini veya Hıristiyanların daha fazla anayasal güvence elde etmesi çağrılarını teşvik ediyor.
Suriye’de de benzer tezahürler var. Eski yapısı daha 2011 öncesinde iflas etmiş olan Arap Sosyalist Baas Partisi’nin yeniden iktidara geleceğini aklı başında hiç kimse hayal edemez. Bu tarihten sonra da devrim ve ardından iç savaş gelerek, en güçlüsü SDG olan yarı ayrı bir grup oluşumun ortaya çıkmasına neden oldu. Dürzi çoğunluğun bulunduğu Süveyda şehrinde iki yıldır yaşananlar ve Rusya’nın denetlediği uzlaşmalardan bu yana Deraa’daki beklenti durumu da unutulmamalı.
Suriye siyasi sisteminin yeniden gözden geçirilmesinden bahsetmekse, Cumhurbaşkanı Beşşar Esed’e en çok karşı olan güçler için bile hâlâ bir tabu. Gerçek şu ki, herhangi bir taraf fiili güç kullanarak Kürt özerklik alanlarını ortadan kaldırmaya çalışırsa, kan oluk oluk akacaktır.
Suriye’nin geleceğine biraz daha yakından bakıldığında, iki farklı siyasi sistemin, Türk ve Irak modelinin arasında yer aldığını belirtmek gerekir. Birinci model, Osmanlı Devleti’nin son yıllarından bu yana derin ulusal huzursuzluklara tanık olan merkezi bir ulus-devlet olan Türkiye’dir. Bu huzursuzlukların nedeni geçen yüzyılın birinci ve ikinci on yıllarında Ermeni meselesiydi. Daha sonra Kürtler öne çıkarak siyasi ve kültürel haklar talep ettiler. Türkiye’deki merkezi ve ulusalcı devletin kuruluşunun üzerinden bir asır geçti ve kendisi katı laiklikten ılımlı siyasal İslam’a geçiş yaptı ama Kürt sorunu henüz çözülemedi.
Öte yandan Irak Kürtleri, anayasa tarafından tanınan ve Bağdat’taki merkezi devlet ile onlarca yıldır süren çatışmalardan onları koruyan özerkliğe kavuşarak tarihi bir zafer elde ettiler. Irak hükümeti ile Erbil arasındaki ilişkiler sürekli bir balayı şeklinde olmamasına ve aralarındaki anlaşmazlıklar gerçek ve hassas olmasına rağmen, Irak Kürdistan bölgesini çevreleyen varoluşsal bir tehdit en azından şu anda mevcut değil.
Bu nedenle, belki de bir yandan Lübnanlı ve Suriyeli bileşenler arasındaki uçurumun derin olduğunun ve kronik hastalıklar için eski ilaçlarda ısrar etmenin istenen iyileşmeyi sağlamadığının, diğer yandan yeni yönetim, ortaklık ve otorite biçimleri tasarlama yolunun hâlâ uzun, biraz tevazu ile dünyanın bu bölgesinin gerçeklerinin kabul edilmesini gerektirdiğini itiraf etmenin zamanı geldi. Sayısız mağduriyet ve kayıplara sebep olan “birlik” deyiminin yerini, “birlik içinde çeşitlilik” veya güzellikle ayrılma alabilir.
/Al Majalla/