Arzu Yılmaz: Soytarısı bol bir trajedi

Yazarlar

Kürtlerin maruz kaldığı katliamları ve zulmü soytarısı bol bir trajediye benzetmek yanlış olmaz sanırım.

Sonuncusu Paris’te sahneye fırladı…

Geçtiğimiz yıl, bir kampta yaşayan göçmenleri öldürmeye teşebbüs ettiği için hapse giren ve henüz on gün önce adli kontrol şartıyla serbest bırakılan bir soytarı üç Kürt’ü öldürdü.

Bütün soytarılar gibi cüretkar ve arsız.

Bir elinde silahı, diğer elinde mermi dolu çantası, Paris’in göbeğinde o dükkan senin bu dükkan benim gezip yarım saat boyunca ateş ediyor.

Ve yine bütün soytarılar gibi biçimsiz, şekilsiz, pespaye.

Elindeki silahı bile doğrultmaktan aciz gibi görünüyor.

Fakat tam da bu haliyle bir trajedinin tam ortasında karşı karşıya olduğumuz gerçeğe ayna tutuyor:

Kürtlerin “inlerinde” ya da “kaçacak delik” aradıkları her yerde göstere göstere “kökü kazınıyor”.

Gerilim ve aksiyon dolu bu sahnenin ambale olmuş seyircileri, kanlı bir trajedinin şahidi olmanın ağırlığını yüksek perdeden fısıldanan kimi zaman “terör”, kimi zaman “meşru güvenlik endişeleri”, kimi zaman “ırkçı” repliklerine kulak vererek üzerinden atıyor. Tabii böyle bir ağırlık hissedenler varsa eğer, zira çoğunluk izleyicisi olduğu televizyon dizilerinde sergilenen dramla bu trajediyle olduğundan daha fazla ilgili…

Öyle bir trajedi ki soytarının fırladığı her bir sahnede eğer Kürtler kurban değilse bile katil oluyor.

Örneğin, daha bundan bir ay önce İstiklal Caddesi’nde altı kişinin hayatını kaybetmesine neden olan bombalı saldırıyı gerçekleştiren soytarının üç kardeşinin IŞİD için savaşırken öldüğü, bir erkek kardeşinin Efrin’deki Türkiye destekli Suriye muhalefetinin komutanı olduğu, kendisinin de üç farklı IŞİD savaşçısıyla evlendiği ve hatta resmi açıklamalarla da teyit edildiği üzere, Türkiye’ye İdlib-Efrin üzerinde giriş yaptığı ortaya çıktığı halde…

Hak, hukuk diyenler dahi “Eğri oturalım doğru konuşalım, anlaşılan bu saldırının arkasında PKK/YPG var” diyebiliyor.

Neye dayanarak?

Çünkü soytarı ”PKK/PYD/YPG terör örgütü tarafından özel istihbarat elemanı olarak yetiştirildiğini” söyledi.

Çünkü bu saldırı ertesinde Rojava’ya yeniden bir kara harekatı yapmaya niyetlenen Türkiye’ye Irak ve Suriye sahasında güçlü istihbarat ağları olan devletler sert tepki göstermeyip “meşru güvenlik endişeleri” repliğini tekrarladı, dolayısıyla vardır bir bildikleri….

Yani, “Hiçbir şey olmasa bile kesinlikle bir şeyler oldu” durumu…

Peki sahnelendiği haliyle bir trajediye, siyasal anlamda ise ağır çekim seyreden bir soykırıma işaret eden tüm bu gelişmeler bundan sonrası için bize ne söylüyor?

Her şeyden önce bu trajedinin alt metninde aslında Türkiye’nin trajedisinin yattığını görmek gerekiyor.

Selahatin Demirtaş’ın gönderme yaptığı “sarı öküz” misali, Kürtleri ister kurban ister katil olarak görmezden gelmenin sonu, yüzüncü yılında bir “Büyük Türkiye trajedisi”…

Zira bir ülkenin yüz yıl süren demokratikleşme iddiasının sonunda başladığı yere varması bir trajediden başka bir şey olamaz.

Bu bağlamda, Türkiye tarihinde bir dönüm noktası olması beklenen önümüzdeki seçimlerin sonucuna dair Kürtlerin, dindarların, sekülerlerin, gençlerin ya da kararsızların kime oy vereceği üzerinden yapılan hesabın yetersizliği ortada. Seçimin şeffaf ve adil yapılamayacağı, sandık güvenliğinin bile sağlanamayacağı bir ülkede seçmenin tercihlerine bu denli ilgi zaten yersiz. Üstelik, kimin cumhurbaşkanı adayı ya da parti olarak seçime girebileceğini tayin etme yoluyla seçmenin önündeki seçenekleri belirleyen asıl aktör bu iktidar ise…

Dolayısıyla, yalnızca seçmen tercihlerine dayalı bir hesap ya da beklentiyle bir “Büyük Türkiye” trajedisinin önüne geçilebileceğini düşünmek hiç de olası görünmüyor.

Çok partili sisteme geçildiğinden bu yana Türkiye’de yapılan seçimlerin sonuçlarıyla her zaman ilgili olagelen Batı’nın bu seçim sürecindeki tutumu ise hesaba katılması gereken bir başka faktör. Neredeyse Batılı hiçbir aktörün özellikle Erdoğan’dan memnun olmadığı herkesin malumu. Fakat bu kritik önemdeki seçimlere giderken Batı’nın Erdoğan’ın değirmenine su taşır görünmese de çomak sokmayan tutumu dikkat çekici. Bu tutum, kısa vadede İsveç ve Finlandiya’nın NATO üyeliğinin bu iktidarın iki dudağı arasından çıkacak onaya bağlı olmasına dayandırılabilir. Orta vadede de Türkiye’de iktidar namzeti muhalefetin en az Erdoğan kadar Batı’yla ilişkileri tansiyonu yüksek bir seyirde yürütme potansiyeli bir başka neden sayılabilir. Uzun vadeye gelince, Batı’nın bir Soğuk Savaş ve 1990’lar sonrası Ortadoğu stratejileri çerçevesinde olduğu kadar Türkiye’ye ihtiyaç duymamasına ya da zaten kendi derdiyle fazlasıyla meşgul olmasına bağlanabilir bu kayıtsızlık.

Ancak, 2017 ABD seçimlerine müdahelesi sabit ve henüz Haziran ayındaki Madrid zirvesinde NATO kararıyla hasım ilan edilen Rusya’nın lideri Putin’in açıktan ve güçlü bir şekilde Erdoğan’ı desteklediği bir süreçte, Batı’nın hala ilgisizliğini koruması gene de açıklanmaya muhtaç görünüyor. Bu durumda Batı’nın, nihayetinde baskı yoluyla da olsa içeride istikrarı sağlamayı beceren, dışarda ise kendisiyle asgari müştereklerde buluşan bir Erdoğan iktidarını, Erdoğan’ın iktidarı kaybetmesi durumunda seçim sonuçlarına razı gelerek köşesine çekilmeyeceği ve en iyi ihtimalle ardı ardına yaşanacak bir dizi seçimle istikrarsızlığa sürüklenecek bir Türkiye’ye yeğ tuttuğunu söylemek yanlış olmaz sanırım.

Bu izlenim yanlış olsa bile, Erdoğan’ın da aynı yanlış izlenimle hareket ettiğini varsaymamıza imkan veren birçok gösterge var. Rojava’ya bir kara operasyonunda ısrar, bu göstergelerden yalnızca biri. Aslında, Türkiye’nin 2019’dan bu yana sürdürdüğü hava operasyonlarına ve sınırdan top atışlarına kimsenin itiraz ettiği yoktu. Ancak, bu izlenimin yarattığı özgüven ve bu arada Putin’in Erdoğan’a destekte Batı’ya karşı, deyim yerindeyse, el yükseltmesiyle Rojava’ya bir kara operasyonu yeniden gündeme geldi. Öyle anlaşılıyor ki, Putin bu kara operasyonu baskısını hem Ankara-Şam arasında Adana Antlaşması’nı canlandırarak yakınlaşma sağlamak hem de pamuk ipliğine bağlı Ankara-Washington ilişkilerini germek açısından kullanışlı gördü. Buna karşılık ABD ise sert tepki göstermemeyi tercih ederek bir yandan Rusya’nın taktiğini boşa çıkarmaya, bir yandan da Türkiye tehdidini bir fırsat olarak değerlendirerek Rojava Yönetimi ve Ankara arasında dolaylı görüşmelerin önünü açmaya çalıştı. Ancak, günün sonunda Erdoğan’ın her iki tarafın da beklentilerini aşan maksimalist talepleri, Türkiye’ye yakılan yeşil ışığın sarıya dönmesine neden oldu.

Geçtiğimiz hafta IŞİD’e Karşı Koalisyon Gücü’nün komutanı ABD’li General Matthew McFarlane’in yanına Kürdistan Yurtseverler Birliği (KYB) lideri Bafel Talabani’yi de alarak Rojava’da boy göstermesini ise ışığın kırmızıya döndüğünün işareti olarak yorumlayanlar oldu. Bu arada, Bafel Talabani’nin ziyaretini Kürtler arası bir dayanışma göstergesi olarak okuyanlar da çoğunlukta. Ancak, bu ziyareti ve verilen fotoğrafları tam tersine hem Türkiye’nin bir kara operasyonu yapma hem de Kürtler arası çatışma ihtimallerinin giderek arttığına yormak da mümkün.

Her şeyden önce, ABD’li komutanların, hatta Pentagon’un öteden beri Beyaz Saray’ın Suriye politikasını onaylamadığı biliniyor. Pentagon Beyaz Saray’ın Afganistan’dan çekilmesini de onaylamıyordu. Ama nihayetinde Beyaz Saray’ın dediği oldu ve ABD Afganistan’dan çekildi. Bu bağlamda, ABD’li General Matthew McFarlane’in hamlesini en fazla sarı ışık imkanları dahilinde atılan ve Beyaz Saray’ın Türkiye’ye karşı yürüttüğü caydırıcılık politikasına hizmet ettiği ölçüde hayata geçirilen bir hamle diye okumak yanlış olmaz.

Bafel Talabani hamlesinin ise Irak Kürdistan Bölgesi (IKB) ölçeğinde yaşanan iktidar krizini ve siyasi tıkanmayı Rojava’yı da içine alacak bir biçimde büyütme potansiyeli taşıdığını gözden kaçırmamak gerekiyor. Halihazırda, IKB yönetiminden çekilen ve sınır kapıları ile petrolden elde edilen gelirlerden istediği payın lideri olduğu KYB’ye doğrudan verilmediği durumda, Süleymaniye’yi IKB’den ayırmakla tehdit eden Bafel Talabani’nin Kürtlerin birliğine katkıda bulunacağını düşünmek fazla iyimserlik olur. Bu arada, Bafel Talabani’nin asıl amacının Erbil’de geçtiğimiz aylarda yaşanan cinayet ve mevcut hükümet krizi nedeniyle ABD ile bozulan ilişkilerini Rojava üzerinden düzeltmek olduğunu iddia edenler de var. Ancak, Talabani’nin Rojava’yı ziyaret eden ilk IKB’li parti lideri olarak neredeyse bir çatışmanın eşiğine geldiği Kürdistan Demokrat Partisi’ne (KDP) karşı önemli bir avantaj sağladığına da şüphe yok.

KDP ise uzun zamandır elinde tuttuğu Kürt siyasal alanına yön verme becerisini kendi içinde yaşadığı bölünme nedeniyle zaten büyük ölçüde kaybetti. Öyle ki, KDP’nin son kongresinde Mesud Barzani bölünmenin tarafları olarak beliren oğlu IKB Başbakanı Mesrur Barzani ve yeğeni IKB Başkanı Neçirvan Barzani’yi birlikte çalışacaklarına dair herkesin önünde kürsüden söz vermeye çağırdı. Yani Kürtlerin yaşadığı trajedinin tek sorumlusu sahneye bir anda fırlayan soytarılar değil sadece. Dolayısıyla, yaşanan trajedinin Kürtlerin kendi aralarında daha fazla bölünmesiyle derinleşmesi muhtemeldir.

Son tahlilde, herkesin bir bakıma kendi trajedisini kendi eliyle hazırladığını kabul etmek gerekiyor. Ve seyirci kalınan Kürtlerin trajedisinde sahneye fırlayan soytarılara bakıp da aslında yaşananın bir “Büyük Türkiye trajedisi” olduğuna körleşmemek…

İlginizi Çekebilir

Temel Demirer: Şiir İlla da Şiir
Behice Feride Demir: Arka Bahçe

Öne Çıkanlar