Asil Benler Dersim Gazetesi için yazdı:
Cerrah Devletin Neşterli Yalanı; Kurban Meselesi
Zygmunt Bauman modern ulus devletin toplumsal mühendislik projelerini hayata geçirme tarzını bahçıvanlığa benzetir. Bu benzetmeye göre ‘modern ulus devlet, bir tür bahçıvan devlettir.’ Bahçıvan devlet elinde tuttuğu makas ile bahçe düzenleme işine koyulur. Gelişen yeni koşulların ihtiyaçlarına göre yararlı bulduğu bitkileri beslemeyi ve büyütmeyi esas alır. Fakat kendisi tarafından kurgulanan bahçe modeliyle uyuşmayan ve kontrol edilemez bir şekilde büyüyen veya çiçek açan bitkiler, bahçe düzenini bozdukları gerekçesiyle ‘yabani, ayrıksı ve zararlı ot’ algısıyla ya kökten kesilir ya da budanarak gelişimi sürekli denetim altında tutulur
Bahçıvan devlet, “(…) nüfusu ikiye böldü: beslenecek ve özenle çoğaltılacak faydalı bitkiler ve yok edilecek ya da kökünden sökülecek yabani otlar. Bu ölçütlere göre, (bahçıvanın tasarımınca belirlenen) faydalı bitkilerin gereksinimleri el üstünde tutuldu, yabani ot ilan edilenlerinse yok sayıldı. Bu ölçütler, bu kategorilerin her ikisini de kendi eyleminin nesneleri olarak aldı, her ikisinin de kendilerini belirleme haklarını reddetti.”(1)
Bauman’ın sosyolojik teoreminde önemli bir yer edinen bahçıvan metaforu, modernite döneminde toplumlara karşı yöneltilmiş olan fiziki ve kültürel soykırımları açıklamak adına oldukça öğreticidir. Bahçıvan devlet, ayıklamak istediği bitkileri ortadan kaldırmak için en gelişkin ‘makaslara’ (soykırım araçları) ihtiyaç duyduğu gibi, kimi zaman çeşitli zehirli aşılar (her türlü kültürel asimilasyon argümanı) kullanmaktan da geri durmaz. Hakeza beslemek ve büyütmek istediği bitkilere vitamin vermeyi de ihmal etmez. (Her türlü şişirilmiş tarih verisi, üstün halk mitleri, kahramanlık hikayeleri vb..)
Bu vesileyle aslında çoğu zaman beslemeye yeltendiği bitkilerin doğal gelişimine müdahale ederek, onlara da zarar verir. Aynı benzetmeden devam edecek olursak GDO’lu hale getirir. Ulus devletlerin, devletin sahibi olarak sunduğu ulusların kültürel genlerini bozuma uğrattığı da bu açıdan bir gerçek. Burada önümüze milliyetçilik kavramı da çıkar. Milliyetçilik, söz konusu ulusların bünyesinde açığa çıkmış olan hakim sınıfların sımsıkı sarıldığı bir ideolojidir. Dertleri ulusun çıkarları değil, sermayenin ve pazarın çıkarlarıdır. Bu niyetin meşru görülebilmesi için ulusa ait kültürel değerler en ileri boyutta sloganlaştırılır. Lakin genel halk çıkarları her daim bu sloganlar arkasında görünmez kılınır.
Ulus devlet bir bahçıvan edasıyla, tarihsel toplumun farklılıkların birliği temelinde karakterize olmuş olan doğal halini hedef alır. Tarihsel toplumun çoklu varoluşsal yapısına tekçilikler dayatır. Ahlaki politik normlarla var olan toplumsalın sömürüye açık hale getirilebilmesi için tekçi dayatmayı zorunlu görür. Toplumların doğal varoluş hali olan ahlaki politik yapı tekçi dayatma ile parçalanmadığı sürece bünyeye iktidarın ve kâr hırsının sızamayacağı bilinmektedir. Bu nedenle kapitalist modernitenin kendini üzerinde var ettiği en önemli sacayaklarından biri olan ulus devlet, toplum kırım politikaları sonucunda tüm dünyada hakim hale getirilmek istenir.
Bauman modern ulus devleti bahçıvana benzetirken ne kadar haberdardı bilinmez ama, yaşadığımız coğrafyada gerçekleşen katliamlar planlanırken benzer metaforlar daha önceleri de kullanılmıştır. Yaşanılan katliamlarda, ‘elde neşterle cerrahi müdahalede’ görürüz ulus devleti. Dersim katliamına giden süreç içerisinde, “Dersim, Cumhuriyet hükümeti için bir çıbandır. Bu çıban üzerinde kesin bir ameliye yapmak gerekir” denildiği bilinmekte. Yani ulus devlet bahçıvanlıktan önce diplomasını almış ve Cerrah’lığa yeltenmiştir. Cerrah Devlet, ulus mühendisliği hedefiyle üzerinde tasarıma giriştiği toplumsal anatomide, ‘kanserli’ gördüğü hücreleri neşterle kesip atmaya başlamıştır. Kökten kesip atmadığını ise çeşitli tıbbi müdahalelerle sürekli gözetime alarak ‘yaşayan ölü’ modunda, yani bitkisel hayatta tutmaya gayret göstermiştir. Kültürel asimilasyon bağlamında gelişen müdahale ve yönelimleri bu metaforik yaklaşımın paralelliğinde ele alabiliriz.
Tarih Yağmacılığı
Egemenlikçi yaklaşım ezilenleri denetimine almak ve kurulu sistem içerisinde eritmek üzere ilk elden tarihsizleştirme yöntemine başvurur. Ezilenlerin tarihi ya tümden değersizleştirilip yok sayılır ya da değerli görülen kültürel unsurları elinden alınarak gasp edilmek istenir. Onları tarihin ‘avareleri’ olarak not düşmek adına her türlü yola başvurulur. Resmi tarih anlatısına göre, dünden bugüne insanlık için değerli olan her ne var ise “kutsal ulus” yaratmış ve gelişen tehditlere karşı yine aynı “kahraman ulus” kendisini siper ederek tüm insanlık adına savaşmıştır. Ötekiler ise “ilkel, barbar ve uygarlık düşmanı” olarak çoktan damgalanmıştır.
Neolitik dönemin kültürel değerlerini; hem yaşadığı coğrafyanın merkez konumda olması, hem de proto topluluklarla olan tarihsel bağlantısı itibariyle güçlü yaşayan (başka birçok halkla birlikte) Kürt halkının, maruz kaldığı tarihsizleştirilme politikaları bu değerlendirmelerin en belirgin örneklerini önümüze serer. Şikefta Şanîdar, Newala Çorî, Xerabreşk(Göbeklitepe) ve Qota Berçem(Çayönü) gibi birçok alanda yapılan arkeolojik çalışmaların ortaya çıkardığı verilere yaklaşım, tarihsizleştirme politikalarını zamanda başa sarma girişimlerinin somut göstergelerindendir. Bilinebilen ilk yerleşik köy yaşamının nüvelerinin atılmasıyla birlikte; ilk tarımın başlatılması ve yine ilk kutsal tapınakların inşasına varacak boyutta geniş ve derin bir maddi-manevi kültürel yaratıma beşiklik etmiş bir coğrafya söz konusu. Kürt halkının tüm bu gelişmelerin yaratımın da aktif özne olan halklardan biri olduğu gerçeği görünmez kılınmak istenir. Öncelikle Mezopotamya gerçeği bilinçli bir şekilde yok sayılır ve bu tarihi keşifler “Anadolu-culuk” paradigmasıyla soyut bir alana çekilir. Sonra arkeolojik alanların ismi Türkçeleştirilir. Yürütülen lobi faaliyetleri ve bilim insanlarını fonlama yöntemleri ile egemen kültür endüstrisi tüm gelişmeleri kendi hanesine kaydeder.
Tarihin şafağına kadar götürülen yağmacı yaklaşım, inkar düzleminde yürütülen politikalar aracılığıyla günümüze varıncaya kadar her döneme yansıtılır. Şarkılar, klamlar, halk oyunları ve besinsel üretimler dahi yağmalanmadan payını alır. Kürt halkının kültürel yaratımlarından, toplumsal varlığına kadar her bir değeri yağma alanı olarak hedeflenir. Kısacası “nan’ın(ekmeğin) ülkesinde nan’sız” bırakılmak istenir.
İnkarın Mürekkepleri
Cumhuriyet rejiminin, kuruluş yıllarından günümüze kadar yürürlükte tuttuğu Kürt karşıtı politikaları yapılan çözümlemelerin ışığında değerlendirmek meseleyi derinleştirmek adına önemlidir. Cerrah Devlet, bu dönem içerisinde Kürt halk gerçekliğinin kendi doğal dinamiklerini işleterek geliştirmek istediği uluslaşma sürecini tehdit olarak algılamış, süreci engellemek ve tersine çevirmek adına her türlü yönteme başvurmuştur. Katliam süreçlerinin yanında, Kürt halkının çoklu bileşenlerden oluşan zengin kültürel ve toplumsal varoluşunu dezavantajlı bir duruma çevirmek isteyip, beraberinde iç çelişkiler yaratmak ve bu çelişkileri devamlı kaşıyarak klasik böl-parçala-yönet denklemini işletmek, yüzyılını deviren toplum-kırım hedeflerinin ‘sürekli söylem teorisi ve sürekli eylem pratiği’ olmuştur.
Bu hedefle kimi zaman Kürtçe’nin zenginliği olan lehçe farklılıkları kullanılmış, kimi zaman aşiretsel çelişkiler yaratılmış, kimi zaman bölgesel faktörler karşıtlık temelinde ele alınmış ve hiç aralıksız olarak ulusal bünye içerisinde mevcut birer özgün bileşen olan inanç ve din farklılıkları çelişir-çatışır konumda tutulmak istenmiştir.
Çelişki yaratma politikalarının fikirsel ve yazınsal üretimini üstlenen ve ‘sürekli söylem teorisi’ dahlinde yazıp, çizen, işleyen resmi ideolojinin sadık kalemşörleri, mürekkeplerinden akan inkar kelamlarının etkisini arttırmak adına çok farklı taktiksel yöntemlere başvurmaktan da geri durmamışlardır. Bu minvalde İttihat ve Terakki döneminde Kürtler hakkında yazılan ilk kitaplardan olan ‘Kürtler: Tarihi ve İçtimai Tetkikat’ adlı kitabın serüveni oldukça ilginç ve inkar-ret politikalarını suç üstü yakalatan cinstendir.
Kitabın yazarının ‘Alman bilim insanı, Alman bilimler akademi üyesi ve Alman şarkiyatçı’ unvanları ile nitelendirilen Dr.Friç olduğu söylenir. Kitap, Kürtlerin aslen Türk olduğunu konu edinen bir çerçeve içerisinde yazılmıştır. İçeriğinde yine ünvanı ‘Dr’(doktor) olan birçok farklı kişiden aktarımlar yer alır. Kitap yayınlandıktan sonra uzun bir dönem kitaptan yapılan alıntılarla inkar ve asimilasyon argümanları meşrulaştırılmak istenir. Daha sonraları yapılan araştırmalar sonucunda ise kitabı Dr.Friç adında birinin yazmadığı, kitabın Almancadan Türkçe’ye çevirisini yaptığını iddia eden Habil Adem takma adlı İttihatçı Naci İsmail’in, aslında kitabın gerçek yazarı olduğu açığa çıkar. Dr.Friç isimli bir yazar ve bilim insanı aslında yoktur. İttihatçı akıl yazınsal üretimini bilimsel açıdan tutarlı ve inanılır hale getirebilmek için “Alman yazar ve bilim insanı” vurguları kullanarak, yaratmak istediği tarihsel-sosyolojik dezenformasyonu daha şaşalı ve daha dikkat çekici kılmak istemiştir. Ayrıca Cerrah Devletin, “Dr.” unvanını bu alanda da kullandığı ve yeminli “doktorları” ile ameliyata yeltendiği de görülmekte.
Bir diğer ilgi çekici örnek ise Mehmet Şerif Fırat’ın kaleme aldığı ‘Doğu İlleri ve Varto Tarihi’ adlı kitap. Hiçbir tarihsel-toplumsal karşılığı olmayan bu kitap, Muş Jandarma Alay komutanın teşviki ve desteği ile yayınlanır. Kitabın ikinci baskısına önsöz yazan dönemin Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel, M.Şerif Fırat’ı ‘bilgin, idealist bir öğretmen’ olarak tanıtıp, yazardan övgüyle bahseder. Kitap ağırlıkla ‘Kürt’ten Alevi olmaz’ söyleminin farklı tonlarda dile getirilmesinden oluşmakta, Kürt halk gerçeği içerisinde vuku bulan aşiretsel ve dinsel çelişkilerin çözüm yöntemini çarpıtarak kimlik erozyonu yaratmayı hedeflemekte ve devamında bu kimlikleri taşıyan bölge halkının Türklüğünü keşfe çıkmaktadır. Kitabın devlet desteği ile birçok Kürt Alevi köyünde ücretsiz dağıtıldığını da vurgulamak gerek. M.Şerif Fırat’ın aslen Kürt ve Alevi olması, kitabının bu denli ciddiye alınmasının en büyük sebebi elbette. Çünkü hedeflenen inkar ve asimilasyon, içten gönüllü olarak dile getirilmekte ve bunun tesirinin haliyle daha güçlü olacağı hesaplanmaktadır.
Yine aynı mecrada İttihatçı ve Kemalist gelenek tarafınca Baha Sait Bey ve Hasan Reşit Tankut’tan, Fuat Köprülü ve Yusuf Halaçoğlu’na kadar uzanan geniş bir inkar ve asimilasyon külliyatı oluşturmaya girişildiği de bilinen bir durum. Tüm bu inkar ve asimilasyon külliyatı farklı ve çeşitli kestirme yollardan benzer adreslere çıkar: “Kürt Alevi yoktur, Alevilik Türklük inancıdır ve Kürtlerde aslında Türk’tür..”
Yağmacı Tarihçilikten, Yalan Hikaye Anlatıcılığına
Tarihsel hakikatle oynayarak geliştirilmek istenen kültürel gaspın, salt yazınsal düzlemde başarılamayacağının bilincinde olan Cerrah Devlet, destekleyici hikaye yaratımlarına da yönelir. İnkar ve böl-parçala-yönet politikaları kapsamında yerel-genel çok sayıda hikaye üretilir. Üretilen hikâyeler, yazılan kitapları ve atılan siyasi nutukları destekleyici nitelikte olup, sonuç olarak; yirminci yüzyılın ilk on yıllarında yaşanan savaş, isyan, yenilgiler, siyasi alt üst oluşlar ve diplomatik hamleler sonucu kurulmuş olan ulus devletin bakiyesini garanti altına almak ve yeni üretilen beka anlayışına tehlike oluşturacağı düşünülen Kürt aydınlanmasının önüne geçmeyi hedeflemektedir. Yapay hikayelerin tesirini arttırmak ve Kürt halkı içerisinde onarılmaz çelişkiler yaratmak adına her yol mubah görülür. Devletle çeşitli imtiyaz ilişkilerine yönelen ve bu vesile ile zihnini pazara çıkarmış olan belli sayıda din ve inanç ‘öncüsü’ eliyle, bu yapay ve kurgu hikayeler toplum gündemine sızdırılır.
Bu yapay hikayelerden en bilindik ve en etkili olanlarından biri kuşkusuz Şeyh Said ve Seyid Rıza arasında geçtiği söylenen kurban meselesidir. Hikayenin bıraktığı etki ve yarattığı tahribat düşünüldüğünde, üzerinde durulması gereken bir konu olduğu ve tarihsel gerçeklerden güç alarak, yapay olanın üzerine gidilmesi gerektiği kendiliğinden açığa çıkar.
Hikayeye göre Şeyh Said Dersim’e gelerek tertiplemek istedikleri isyan için Seyid Rıza’dan destek ister. Dersimliler misafirlerini karşılamak üzere kurban keserek sofra hazırlamaya koyulur. Tam bu sırada güya Şeyh Said ‘Alevilerin abdestsiz olduğunu ve kestikleri kurbanı yemeyeceklerini söyler.’ Bu yaklaşımın üzerine destek talebinin geri çevrildiği iddia edilir.
Her şeyden önce merkezi bir devletleşme karşısında, kıt imkanlara sahip olmasına rağmen isyan gibi hayati bir kalkışmaya hazırlanan bir öncünün böyle basit bir hataya düşeceğini düşünmek dahi akıl almaz bir şey. Eğer Şeyh Said böyle bir önyargıya sahip olsaydı, Dersim’den destek istemeye neden gitsin ki? Böylesi bir önyargının, kurmak istediği ittifakı henüz doğmadan paramparça edeceğini düşünemeyecek kadar öngörüsüz müdür? Ya da meseleyi başka bir tarihsel veri üzerinden ele alacak olursak; bir Kürt Alevi aşireti olan Avdelan(Abdalan), Varto ve Hınıs’ta Şeyh Said öncülüğünde açığa çıkan isyana katılım gösterip büyük bedeller ödemeyi göze almışken, acaba Şeyh Said ve yârenlerini misafir edip, bir kez olsun sofralarını paylaşmamış mıdır?
Sorular çoğaltılabilir. Fakat tek başına bu sorulara verilecek cevaplar dahi, aslında gündemde tutulan kurban meselesinin gerçekle bir bağının olmadığını ve tamamen bir hurafe olduğunu gösterir nitelikte. Görünen o ki, Cerrah devlet burada devrede ve kendisi için tehdit gördüğü toplumsal hücreyi parçalayıp, bölmek adına hikaye yaratıcılığına girişerek müdahaleler de bulunmaktadır.
‘Şeyh Said Hiç Axdat’a, Sey Rıza’nın Evine Gelmedi’
Böyle bir görüşme olmadığına dair çok şey söylendi ve birçok belgede çeşitli araştırmacıların emeğiyle ortaya çıkarıldı. Bunlardan az bilineni Seyit Rıza’nın eşi Besê Hanım’ın kardeşi olan ve alıntı yapacağımız kitabın önsözünde ki vurguyla Seyit Rıza’ya ‘gölgesi kadar yakın olan’ Hemedê Boxi’nin yıllar önce söyledikleridir. Hemedê Boxi kendisiyle yapılan röportajda kurban meselesine dair bir soru sorulunca şu cevabı verir: “Hayır, hayır. Haşa, haşa. Hakk olsun ki iftiradır. Biz Şeyh Said’i Dersim’de hiç görmedik. Şeyh Said hiç Axdat’a, Sey Rıza’nın evine gelmedi.” (2)
Kitap içerisinde Hemedê Boxi, kendisiyle yapılan röportajda Dersim mebusu Hasan Hayri tarafından Seyit Rıza’ya gönderilen bir mektuptan da bahseder.
Hemedê Boxi : “Martın ortasıydı. Hozat’tan bir elçi geldi, dediler ki Hasan Hayri’den mektup getirmiş. Sey Rıza mektubu okuttu, baktık ki Hasan Hayri mektubunda “Şeyh Said ve çevresi başkaldırmış, Elazığ’ı almışlar. Diğer tarafta da Şeyh Said kuvvetleri Diyarbekir üzerine yürümüşler. Biz burada Şeyh Said’in yanındayız, birlikteyiz. Elinizden geldiği ölçüde acele ederek yörenizdeki hükümet merkezlerine el koyun” diyor.
Sey Rıza altına bir kaç kelime yazdıktan sonra mektubu Kalan aşiretinden Ali Ağa’ya yolladı.
Sey Rıza: ‘Ali Ağa hal, mecal böyledir(..)
Ben gidiyorum, biz Hozat’ı kuşatacağız, sen de Kalû, Keçelû, Boliyû ve başka da kimleri yanına alabileceksen al, Erzincan’ı kuşat. Hiç değilse Erzincan’dakileri meşgul et ki, oradan Şeyh Said’in üstüne kuvvet gitmesin..’
‘Sabahleyin haber salındı, çok kişi toplandı, Sey Rıza‘yı kızağa bindirdik ve Xaçelîye‘ye gittik. Geceyi Xaçelîye‘de geçirdik. Yine o gece de çevreden çok sayıda insan geldi. Silahı olanlar bir araya toplandılar, sabahleyin Sey Rıza‘yı yine kızakla yola çıkardık, Hozat yakınında Dewrêş Cemal‘lere ait bir mezra var, oraya götürdük. O gece Sey Rıza Hozat‘ta bulunan hükümetin gücü, devlet askerinin miktarı hakkında bilgi getirmesi için Hozat merkezine elçi yolladı. Ne var ki öteden haber geldi. Hasan Hayri çektiği telgrafta ‘Şeyh Said güçleri geri dönüp Palu‘ya çekilmişler’”(3) dediğini aktarır ve bu haber üzerine kuşatma planından vazgeçip, geri çekildiklerini söyler Hemedê Boxi.
İsyanın Arka Planına Dair
Söz konusu isyan (her ne kadar erken başlamak zorunda kalsa ve dışarıdan şahıs ismiyle adlandırılsa da), içerisinde ve ilişki ağında Kürt Alevilerinde bulunduğu, ulusal hedefler temelinde kurulmuş olan Azadi örgütü tarafından örgütlenmiştir. Örgütün Erzincan, Xarput ve Dersim’i kapsayan bir şubeside vardır. Bu şubeleşmenin başkanlığını Kangozade Ali Haydar Bey (Hasan Hayri) yapar. Aynı zamanda Dersim mebusu(milletvekili) olan Hasan Hayri Bey’in daha sonra isyana destek verdiği için idam edildiğini de geçmeden vurgulamalıyız.
Şeyh Said, Azadi örgütünün iki lideri yakalandıktan sonra öncü karakteri ile öne çıkan bir şahsiyettir. Şeyh Said’in dinsel kişiliği işaret edilerek, iç ve dış kamuoyuna “irticai bir kalkışma” olarak damgalanıp sunulan isyan, resmi devlet erkânı içerisinde ise ulusal niteliği ile çok net bir şekilde tanımlanmış ve öyle de kabul görmüştür. Bizzat Genelkurmayın(Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Riyaseti), “bu Kürt isyanının bir Kürt milli hareketi olarak yayımlanması milli menfaatlerimize aykırıdır” diyerek dönemin hükümetini uyarmasıyla birlikte, Bakanlar kurulundan çıkan bir kararla, isyan, “Cumhuriyete karşı irticai ve gerici bir ayaklanma” olarak kamuoyunda işlenmeye başlar.(4) Bu tanımlama ortaya atılarak özellikle Batılı devletlerin desteği alınmak istenir. Aynı yaklaşımın Seyid Rıza’ya karşıda yapıldığını ve Alevi kimliğinden kaynaklı benzer argümanlarla “gerici” olarak nitelendirilmek istendiğini dönemin raporlarından ve gazete manşetlerinden bilmekteyiz.
Şeyh Said öncülüğünde açığa çıkan isyanın öne çıkan karakterlerinden ve aynı zamanda Şeyh Said’in kardeşi olan Şeyh Abdurrahim, isyanın yenilgisinden sonra Suriye’ye geçmiş ve 1938 yılında Dersim katliamını duyunca Xoybûn örgütlenmesinin desteğini de alarak yoldaşlarıyla beraber Dersim’e, Seyid Rıza’ya yardıma gelirken, Bismil civarlarında önce kurşuna dizilip, daha sonra yakılarak katledildiklerini geçmeden hatırlatmalıyız. Hakeza Beytüşşebap, Şeyh Said ve Ağrı isyanları arasında ki örgütsel bağı incelemekte bu açıdan önemlidir. Üç isyanda da birçok ortak öncü kadro rol oynamıştır. Bu gerçekten kaynaklı çoğu araştırmacı bu isyanları birbirlerinin devamı olarak dahi nitelendirir.
Tüm bu olan bitenlerin ışığında bazı gerçekleri de vurgulamalıyız. Birincisi, dönemin Kürt isyanlarının kimisi düşük seviyede bir iletişimle, kimisi ise daha organik bir bağ ile çeşitli Kürt aydın örgütlenmeleri ile ilişki halindedir. Bu gerçeğin üzeri, Batı modernitesini taklit ederek kurulan yeni Cumhuriyetin kadroları tarafından kasıtlı olarak örtülmek istenmiştir. Lozan’da(1923) Türkler ve Kürtlerin ortak vatanı olduğu yönünde beyanlarda bulunularak tapusu alınan ulus devletin, Türk milliyetçiliği esaslarıyla yapılan yeni anayasa(1924) aracılığıyla tersi bir yapısallaşmaya yönelerek, farklı ve inkarcı bir güzergaha girmesi sonucunda haklı olarak açığa çıkan Kürt halk itirazlarının kamuoyuna çarpıtılarak sunulması anlaşılırdır. Öte yandan “irticai kalkışma” vurgusuyla da direnişlerin meşruluğu bastırılmak istenmiş ve katliam saldırılarının dünya kamuoyuna sunulan ‘haklı gerekçeleri’ oluşturulmak istenmiştir.
İkincisi, Kürt örgütlenmelerinin sınıfsal karakterleri ve dönemin özgün koşul ve imkansızlıklarının da getirisi olarak, ulusal birliği sağlayacak ve ulusu bütünlüklü olarak motive edecek kapsayıcı bir ideolojik çerçeve eksikliği taşıması ve bunlarla bağlantılı olarak tamamen halklaşamama gibi sorunlar da, çok çeşitli çelişki ve engellerle karşılaşmalarına kapı aralamıştır. Yazının ilk bölümlerinde değindiğimiz gibi, Kürt uluslaşmasını tehlike olarak gören ve bu nedenle dönemin toplumsal çelişkilerini bazen kendisi yaratan, bazen de fark edip büyütmek için elinden gelen her türlü argümanı seferber eden egemenlikçi bir akıl söz konusuydu. Aşiret çelişkileri, inanç farklılıkları, Kürt dili içerisinde birer zenginlik olan değişik lehçelerin kullanımı ve bölgeler arası oluşan kopukluklar; egemenlikçi akıl nezdinde “Osmanlı oyunu” oynayabileceği alanlar oluşturuyordu.
Üçüncüsü, Ortadoğu tarihinde genel olarak bin yılı geçen bir süreyle yaşanan Alevi-Sünni İslam çelişkisi, diğer halklara olduğu gibi Kürt halkı içerisine de sirayet etmiştir. Tarihin üstünü örtmektense, onunla yüzleşmek ve dersler çıkarmak geleceği doğru bir güzergâhta ilerleyerek, özgür koşullarda inşa edebilmenin başlangıç ilkelerindendir.
Nuri Dersimi bu çelişkiyi erken fark edip, üyesi olduğu Kürdistan Teali Cemiyetine çözüm önerisi olarak heyet kurulması yönünde beyanda bulunmuştur. Hatıratım adlı kitabında Dersimi, Cemiyetin toplantısında söz alıp “Alevi-Sünni Kürtler arasındaki soğukluğun giderilmesi için bir heyetin Alevi Kürt mıntıkalarına gönderilmesini izah ettim” demektedir.
Şeyh Said isyanı sürecinde, temeli önceleri Hamidiye Alayları döneminde atılmış olan çelişkiler kendini yenileyerek tekrar açığa çıkarmıştır. Bu çelişkiler özellikle isyan döneminde, egemenlikçi aklın çeşitli yöntemleriyle de ‘kaşınmıştır’. Kürt Alevi aşiretleri olan Xormek ve Lolan’lar üzerinden okunan trajik süreç bu açıdan çıkarılması gereken derslerle doludur.
Şunu unutmamak gerekir; genel insanlık tarihinden, yaşadığımız yerel bölge tarihine kadar dünyada yaşanmış tüm dinsel/inançsal sorun ve çelişkiler, gelişen uluslaşma dönemleri itibariyle kendini bu alana da bir şekliyle taşımıştır. Kim Türkmen Alevi halkının, Türk egemenlerince hakaretlere ve katliamlara maruz bırakıldığını inkar edebilir ki? Selçuklu, Osmanlı ve Cumhuriyet tarihi bir yığın hakaret ve katliam örnekleri ile dolu. Ya da Arap Alevilerinin (Nusayriler), Arap egemenlerince aynı süreçlerden geçirildiğini kim yok sayabilir? Hala Ortadoğu’nun çeşitli yerlerinde benzer bir durum devam ediyor iken..
İnsan soyunun yaşadığı dönemlerin öne çıkan düşünce formlarıyla bağlantılı olarak çeşitli toplumsal kimlik tanımları edindiği bilinen bir gerçek. Dinsel düşünce formunun hakim olduğu dönemlerde, toplumların aidiyetlerini dinsel kimliklendirme ile ifadeye kavuşturması bu açıdan olağandır. Fransız devrimi sonrasında hızlanan uluslaşma süreciyle birlikte ise, ulusal ve dinsel/inançsal kimlikler arasında hem ideolojik, hem de yapısal bir kargaşa ortaya çıkmıştır. Kimlikler arasında çalkantılı bir değişim ve alt üst oluşlar süreci yaşanmıştır. Keskin bir ayrımla tamamen birbirini yok eden bir süreç olmamakla birlikte, dinsel aidiyetleri de bir şekliyle yanına alan ulusal kimliklerin, hakim aidiyet haline geldiği dönemlerle karşı karşıya kalınır. Dolayısıyla dinsel kimliklerin hakim olduğu dönemlerin ümmet ve cemaat dışı ilan edilen ‘karşıt’ kutupları, ulusal kimliğe geçiş dönemiyle birlikte ‘aynı’ toplumsal düzlemde bulunabilmişlerdir. Bir örnek vermek gerekirse, dinsel reflekslerin ön planda olduğu dönemlerde tamamı Kürt olan Ezidiler ile Müslüman Kürtler, dinsel kimlikler temelinde karşıt duruma düşmüş veya düşürülmüşlerdir. Ezidilerin yaşadığı ferman süreçlerinde bunun yoğun izleri vardır. Fakat uluslar çağında ‘hayali cemaatler’(5) olarak beliren ulusal kimlikler, aynılıkları önemli düzeyde öne çıkarabilmiş ve farklı inanç kökenli toplumsal grupları büyük ölçüde bir araya getirebilmiştir.
Hristiyan aleminden örneklerde verilebilir. Ortaçağ diye isimlendirilen dönem Katolikler ve Protestanlar arasında geçen savaşlarla doludur. ‘Otuz yıl savaşları’ ismi ile öne çıkan dönem bilinen örneklerden biridir. Savaş dönemi prensliklerin karşılıklı konumlanmasıyla ifade edilse de, aynı imparatorluk sınırları içerisinde bulunan halklarda mezhepsel ayrım temelinde birbirleriyle uzun süreli çatışmalı süreçler yaşamıştır. Fakat uluslaşma süreci sonrası ortaya çıkan birçok yeni savaşta, yine bu halklar ulusal aidiyet bilinci ile bir araya gelip, ortak cephede ortak ‘düşman’ ilan edilene karşı savaşabilmişlerdir.
Kimlikler arası geçiş dönemini ihtiyatla değerlendirmekte fayda var. Tümden uluslaşmayı ret eden yaklaşımlar toplumsal doğayı tahlil etmede büyük zafiyetler taşıyacağı gibi, bu geçiş sürecinin tüm dinamiklerini olumlayan yaklaşımlarda sakıncalıdır. Gelinen aşamada kapitalist modernite güçleri oluşturdukları ideolojik hegemonyanın etkisiyle değişimin seyrine yön verebilmişlerdir. ‘Her ulusa bir devlet’ anlayışı sağ ve sol ideolojilerin tamamına enjekte edilerek, kapitalist izleğin bir dünya sistemi olma hedefini başarabilecek önemli stratejik adımlar atılmıştır. Çatışmalı süreçler bu sefer uluslar düzlemine çekilmiş ve tarihin gördüğü en kanlı savaşlar bu çağda yaşanmıştır.
Konumuza dönecek olursak, kimlik kargaşasının tamamen son bulduğunu da iddia etmiyoruz elbette. Egemen dinsel aidiyeti ulusal kimliğin içerisinde hakim konumda var eden ve buradan kurulan tekçilikler üzerinden, azınlık ilan edilerek ötekileştirilmiş inançsal gruplara baskı ve tahakküm kuran örnekler kendini var etmeyi sürdürmektedir. Türk-İslam sentezi dahilinde toplumlara yaşatılanlar en yakın örnek olarak verilebilir.
Geçiş süreçlerinin sancıları da kimi toplumlarda, özellikle ötekileştirilen inanç mensubiyetlerinde, geçmişin trajik izlerinden kaynaklı belli bir seviyede de olsa güncel olarak devam etmektedir. Tarihsel açıdan Kürt halkının belki de en doğal ve en ilksel haline tekabül eden Ezidiler içerisinde, geçmişte yaşanmış süreçlerin hafızada bıraktığı izlerden kaynaklı ulusal aidiyete dair çekinceli yaklaşımlar hala gözlemlenebilmektedir. Bu örnek Kürt Aleviler içinde geçerlidir.
Kimliksel geçişlerin yarattığı tedirginlikler bağlamında Kürt Alevi gerçekliğine bakmak bu açıdan önemlidir. Başka bir çalışmanın konusu olabilecek düzeyde geniş bir çerçevesi olan bu toplumsal gerçeklik; dinsel ve ulusal kimliklerin geçiş ve sentez süreçlerini kapsamına alan ve sosyal bilimlerin yöntem ve araçları ile nitelikli değerlendirmelere ihtiyaç duyan hassas bir noktada durmaktadır. Yöntem olarak yapılacak değerlendirmelerin kapsamı Cerrah Devletin rolünü içermesi gerektiği gibi, dinsel kimliklerin hakim olduğu tarihsel sürecin çelişkileriyle de yüzleşmeyi göze almalı ve güncele miras kalmış olan tedirginlikleri ortadan kaldırmaya yönelik demokratik zihin ve kurumlaşmalara dair önermelerde de bulunmalıdır.
Dolayısıyla Kürt halk tarihi içerisinde, İdris-i Bitlisi dönemi ve Hamidiye Alaylarının faaliyette olduğu dönemlerde yaşanılanlara dair, daha nitelikli yorumlara ve eleştiri yelpazesini geniş tutarak, derinlikli bir bakış açısıyla yapılmış yüzleşmelere ihtiyaç vardır. Fakat yukarıda değinildiği gibi her ulusun bünyesinde benzer çelişki ve trajediler olmasına rağmen, Kürdün bünyesinde gelişen süreç, Alevileri Kürtsüzleştirme sonucuna götürülmek istenmektedir. İtiraz ettiğimiz durumun önemli bir boyutu bu olmakta..
Nuri Dersimi’nin Önerdiği Heyet ve Demokratik Ulus
Nuri Dersimi’nin yaşadığı dönemde öngörü ve tahlillerine dayanarak kurulmasını önerdiği heyetin, ihtiyaca rağmen kurulamadığını yine kendisinden öğreniyoruz. O tarihten bu yana var olan inançsal çelişkileri büyütmek adına çok şey söylendi ve çok şey yapıldı. Bazı alanlarda iki inancın da temsil tekelini elinde bulundurduğuna kendini inandırmış olan çevreler, hapsoldukları dincilik ve milliyetçilik gibi ideolojik sapmaların etkisiyle bu çelişkiyi büyütecek birçok argüman ürettiler. Cerrah Devletin bu konuda ki teşviki ve müdahaleleri de eklenince, inanç mensubiyetleri arasında oluşturulan önyargıların büyümesi ve yer yer gerilimlere dönüşmesi ile de karşı karşıya kalındı.
Fakat tüm bu olumsuzlanan tarihsel seyre karşılık; genel hakim ulus anlayışının tekçilikler üzerine kurgulanmış zihin dünyasını aşıp, farklılıkların zenginlik olduğu bilinciyle demokratik zeminde bir uluslaşma sürecini esas alan ve temas ettiği her toplumsal grubu bu demokratik yaklaşımıyla özneleştirebilen bir ideolojik-politik hatla hareket eden Kürt siyasal hareketinin, yarım asra yakın bir süredir inançsal gruplar arasında köprü rolü oynayabildiği ve onları eşitlikçi yaklaşımıyla bir araya getirebildiği dönemler yaşıyoruz. Bu sürece duyulan güven ve inanç doğrultusunda inşa edilmiş toplumsal çelişkiler ile yüzleşilebilmekte, karartılmak istenen tarih aydınlatılabilmekte, uzak düşürülen inanç grupları bir araya gelebilmekte ve birlikte demokratik siyasetin yöntem ve araçlarını işleterek çoklu özneler bütünü olarak tarif edilmiş olan demokratik paradigma ile uluslaşma fikriyatını bedenleştirmek adına çaba gösterebilmektedir.
Bu konuda sonsuz çaba ve sayısız emek verildi elbette. Farklı çevrelerden çeşitli yöntemlerle hala emek verilmeye de devam ediliyor. Güncel olarak sessiz sedasız ama simgesel yanı önemli ve maneviyatı büyük olan bir örnek hayata geçirildi. Demokratik Alevi Dernekleri (DAD), tarihsel olarak inşa edilmiş önyargıların saldırgan eleştirileri ile karşılaşabilme ihtimalini bir an olsun unutmadan, güç aldığı rıza toplumu felsefesine olan güvenle, geçen sene Varto’da dost kurumlarla birlikte düzenlediği festival kapsamında Şeyh Said’in esir düşürüldüğü köprü üzerinde, Şeyh Said’in torunları ile birlikte ortak bir açıklama yaptı.
İlk bakışta niceliksel açıdan küçük bir olay olarak gözükse de, tarihsel değeri büyük olan bir yan yana gelişti. Çünkü resmi tarihin tüm bilinç karartan müdahalelerini, doğru bir tarih ve güncel okumasıyla aydınlatıp, karşıtlıklar sonucunda yaratılmış olan tüm kaygıları aşarak bir araya geliniyordu. Ve belki de Alevi cenahından ilk kez, inşa edilmiş tedirginlikler aşılarak böyle bir buluşmayı gerçekleştirmek adına adım atılıyordu.
DAD devamında, yine dost kurumların birlikteliği ile bu sene Dersim katliamının yıldönümü olan 4 Mayıs döneminde Seyid Rıza’nın köyü olan Axdat’da, Seyit Rıza’nın torunları ile bir araya gelerek anma programı düzenledi. “40 mekan, 40 fidan” şiarı ile Axdat’ta fidanlar dikildi.
Bir ulusu parçalamak adına, öncü kişilikleri ‘araçsallaştırılarak’ karşıt hale getirilmek istenen iki direnişçi Dede’nin torunlarıyla bir araya gelmek, tarihsel ve ideolojik değeri büyük bir buluşmadır. İki Dede’nin şahsında, inanç kimlikleri ve şehirlerin simge haline geldiği düşünüldüğünde bu buluşmaların önemi daha net anlaşılır. Bu yönde ki her buluşmayı aynı zamanda Dersim ve Amed’in buluşması olarak okumak yanlış olmayacaktır. Böylesi buluşmalar yazı boyunca deşifre etmeye çalıştığımız tüm yalan ve çarpıtmalara karşı da toptan verilmiş mütevazi bir cevap niteliğindedir. Elbette devamı ve örgütlü zeminde sürekliliği daha kıymetli olacaktır.
…
Özetle;
Resmi tarih, egemenler tarafından kendisini var eden resmi ideolojiyi besleyecek bir konumlanma ile yazılır. Resmi tarih aynı zamanda hegemonik tarihtir. Dayanaklarını ezilenlerin yağmalanan tarih bilgisiyle oluşturur. Bu tarih algılayışının esaslarından kurtulmak sanıldığından çok daha zordur. Nitelikli bir sorgulama yapılmadığı takdirde zalimi mazlum, mazlumu da zalim olarak tanıtabilme kabiliyetine sahiptir. Kışlalar, ibadethaneler ve okullar bilgi ve tarih tekeli oluşturmanın laboratuvarları işlevi görür. Resmi tarih zemini üzerinde arsasını kuran ulus devletler, bu zeminde tek tip vatandaş inşasını hedefler. Cerrah Devlet misyonu da tam bu anda devreye girer.
Bu hedef Türkiye ulus devletinin kurgulanışında Türk-İslam sentezi üzerinden gerçekleştirilmek istenmiş ve buna uymayan kimliklerin toplumsal tüm değerleri yok sayılmış, inkar edilmiş veya gasp edilerek egemen kimliklerin hanesine yazılmıştır. Bu inşa dolaysız ve tek bir yöntemle olmamıştır elbette. Manipülasyon, böl-parçala taktikleri ile zayıf düşürüp teslim alma, değersizleştirme, karşıtlaştırma, ilericilik ve gericilik kıskacına alma, dayatmalarda bulunma, asimile etme ve daha birçok benzeri yöntem ideolojik ve zor aygıtların bir arada kullanımı ile denenmiştir.
Dolayısıyla bu açıdan resmi anlatıların ötesinde tarihte ezilenlere ait izler bulmak; üzerine yüzlerce kilit vurularak karanlık mahzenlere hapsedilmiş olan hakikati, elde küçük bir kibrit çöpünün yaydığı cılız ışıkla arayışa koyulmaya benzer. Kilitleri parçalayanlara, kibriti çakanlara, ışığı büyütenlere ve karanlığa karşı çerağ olanlara; Aşk ile..