Hitler’in Almanya’sında olduğu gibi, Wilders’in söylemleri de toplumu kutuplaştırıyor ve entegrasyon çabalarını baltalıyor. Göçmen topluluklarını hedef alan bu tür retorik, yalnızca sosyal uyumu değil, Hollanda’nın demokratik değerlerini de aşındırıyor.
Hollanda’daki siyasi gerilim ve tarihsel bir perspektif: Wilders ve İkinci Dünya Savaşı’nın gölgeleri
Ajax ve Maccabi Tel Aviv arasında Amsterdam’da 7 Kasım’da oynanan maç sonrası yaşanan olaylar, Hollanda’da koalisyon hükümetinde derin bir krize neden oldu. 67 kişinin gözaltına alındığı şiddet olayları, futbol dünyasının ötesinde, Hollanda’daki göç ve entegrasyon tartışmalarını yeniden alevlendirdi. Koalisyonun büyük ortağı olan aşırı sağcı Özgürlük Partisi (PVV) ile Dilan Yeşilgöz liderliğindeki sağ-liberal Halkın Özgürlük ve Demokrasi Partisi (VVD), olayların ardından Müslüman toplumu hedef alan ve ayrımcılığı körükleyen sert açıklamalar yaptı. Bu açıklamalar Hollanda’ya göçle gelen halklarda derin endişeler yaratırken Hollandalı yoksul ve alt orta sınıfın karşıtlaşmasına zemin hazırlıyor.
Maç sonrası olayların “antisemitizm suçu” olarak nitelendirilmesi ve bu olaylara karışan çifte vatandaşlığa sahip kişilerin vatandaşlıktan çıkarılmasının talep edilmesi, toplumsal tansiyonu iyice artırdı. Özellikle Türkiye ve Fas kökenli göçmenleri hedef alan bu söylemler, Hollanda’nın göçmen topluluklarıyla arasındaki bağları zayıflatıyor. Fas kökenli vergi ve gümrük işlerinden sorumlu Devlet Bakanı Nora Achabar, hükümetin bu yaklaşımını protesto ederek istifa etti.
Hükümetteki kriz, PVV lideri Geert Wilders’in popülist ve ayrıştırıcı söylemleriyle daha da derinleşirken, Wilders Hollanda’da yaşanan her türlü ekonomik, sağlık, eğitim ve diğer sosyal sorunları Müslüman göçmenlere yüklüyor; bir “biz ve onlar” ayrımı yaratıyor. Bu yaklaşımıyla toplumda korku ve kaos ortamını körükleyen Wilders, kendisini tek kurtarıcı olarak konumlandırıyor. Maalesef Wilders’ın bu tutumu toplumda giderek daha fazla karşılık buluyor.
Bu bana tarih kitaplarında okuduğum İkinci Dünya Savaşı’ndan önceki Almanya’nın içinde bulunduğu dönemi hatırlatıyor. Hollanda’daki gelişmeler, tarihsel bir perspektiften incelendiğinde, Adolf Hitler’in Almanya’sında yaşananlarla ürkütücü benzerlikler taşıyor.
Adolf Hitler’in 1930’ların Almanya’sında yükselişi, ekonomik ve siyasi krizlerin yarattığı kaos ortamında mümkün oldu. Versailles Antlaşması’nın getirdiği ekonomik çöküş, Büyük Buhran ve siyasi istikrarsızlık, Alman halkını radikal bir çözüm arayışına itti. Hitler, Yahudileri ve komünistleri hedef göstererek Alman toplumundaki korkuları manipüle etti. Güçlü bir lider olarak, halkın ekonomik ve sosyal sorunlarına çözüm vaat etti. Benzer şekilde, Wilders’in söylemleri de modern Hollanda’da toplumsal bir ötekileştirme dinamiği yaratıyor. Hitler’in Yahudileri hedef gösterdiği gibi, Wilders Müslüman göçmenleri Hollanda’nın sorunlarının kaynağı olarak nitelendiriyor. Bu söylem, demokratik değerlerin erozyonuna yol açarken, toplumda derin bir kutuplaşma yaratıyor.
Wilders ve koalisyon ortakları hükümet krizlerini kendi lehine çevirerek ekonomik ve sosyal haklardan yeterince yararlanamayan halkın desteğini alabiliyor. Anketler, Wilders’in erken seçimlerde daha fazla milletvekili kazanacağını ve PVV’nin gücünü artıracağını gösteriyor. Bu, yalnızca Hollanda’nın siyasi sistemini değil, toplumsal yapısını da tehdit ediyor.
Hitler’in Almanya’sında olduğu gibi, Wilders’in söylemleri de toplumu kutuplaştırıyor ve entegrasyon çabalarını baltalıyor. Göçmen topluluklarını hedef alan bu tür retorik, yalnızca sosyal uyumu değil, Hollanda’nın demokratik değerlerini de aşındırıyor.
Tarih, radikal liderlerin ve popülist söylemlerin kısa vadeli çözüm vaatleriyle uzun vadede nasıl felaketlere yol açabileceğini bize defalarca göstermiştir.
Hitler’in Almanya’sındaki deneyim, Wilders’in yükselişine karşı bir uyarı niteliğinde. Göçmen karşıtı politikaların ve ayrıştırıcı söylemlerin sonuçları, yalnızca göçmenleri değil, Hollanda toplumunun tamamını etkiliyor.
Hollanda, ayrıştırıcı politikalardan uzaklaşıp toplumsal uyum ve hoşgörü temelinde bir siyaset anlayışı benimsemediği takdirde, tarihi hataları tekrar etme tehlikesiyle karşı karşıya kalabilir.
Tarih, “asla olmaz” dememeyi öğretti. Bugün Hollanda’nın önündeki en büyük sınav, bu hatalardan ders çıkararak göçle gelen diğer halklar ve inançları kapsayıcı ve adil bir gelecek inşa etmektir.
Ne yazık ki, şu anda Geert Wilders ve diğer koalisyon ortaklarından Dilan Yeşilgöz (Halkın Özgürlük ve Demokrasi Partisi – VVD) ile Carolien van der Plas (Çiftçi-Vatandaş Hareketi – BBB) cephesi ve onların destek aldıkları taban içerisinde bu sağduyunun mümkün olduğu görülmüyor.