Barış Ünlü: Türklük Sözleşmesinin devlet ayağı artık üstüne düşeni başaramıyor

GündemSöyleşi

-Kemalizm için, Kürtlükte ısrar etmek Türklüğe direnmek anlamına geliyordu. Ayrıca Kemalizmin kendisini Batı uygarlığının taşıyıcısı olarak görmesi, Kürtlüğü de o uygarlığın dışında bir kültür olarak görmesi sonucunu doğurmuştu.

-HDP’nin seküler bir siyaset olarak yükselişi, Selahattin Demirtaş’ın kişiliği ve kişilikli direnişi, Kürt kadın hareketinin çarpıcı gücü gibi etkenler hem CHP’nin hem de CHP seçmeninin Kürt meselesine yaklaşımını ve Türklük hallerini bence bir ölçüde değiştirdi.

-Türklük Sözleşmesinin krizine gelirsem, Türkiye’de tanık olduğumuz şey aslında çoklu bir çöküş. Devlet çöküşü, ahlak çöküşü, ekonomik çöküş, psikolojik çöküş vb. Türklük Sözleşmesinin devlet ayağı artık üstüne düşeni, yani modern, demokratik ve işleyen bir devlet mekanizması olmayı başaramıyor. Türklerde ne eğitime ne sağlığa ne yargıya ne seçimlere ne de orduya güven kaldı..

QAD-Barış Araştırmaları Derneği’nin yayın organı qad.institute ekibi, Türklük Sözleşmesi kitabının yazarı akademisyen Barış Ünlü ile Türklük Sözleşmesi; Oluşumu, İşleyişi ve Krizi üzerine bir söyleşi yaptı.

Ünlü ile yapılan röportajın tamamı şöyle:

Kitabınızda Modern Türkiye toplumunun inşasını Ermeni soykırımıyla birlikte Müslümanlık Sözleşmesi olarak ortaya çıkan, Cumhuriyet’in kuruluş aşamasında Türklük Sözleşmesine dönüşen ve çoğunlukla örtük anlaşma ve kurallarla işleyen bir toplumsallaşma süreci olarak tanımlıyorsunuz. Türklük Sözleşmesine göre toplumsal hiyerarşide üst katmanlara çıkabilmek ve güvenli ve imtiyazlı yaşayabilmek için Müslüman ve Türk olmak gerekiyor. Bu gereklilik iki gruba dair getirilen yasaklarla sınırlandırılıyor: Osmanlı ve Türkiye’de Gayrimüslimlere ve Kürtlere yapılanlar (tehcir, katliam, soykırım, gasp, ırkçılık, ayrımcılık vb.) hakkında doğruyu söylemek, onlarla duygudaşlık kurmak ve onlar lehine siyaset yapma yasağı. Bu sözleşmeyle ortaya çıkan Türklük, bir etnik ya da ulusal kimlik değil, sınıfsal ve ideolojik farklılıklarla çeşitlense de toplumun beklentilerinin içselleştirilmesiyle oluşan ortak “görme, duyma, al­gılama, bilgilenme, ilgilenme, duygulanma, tavır alma hâlleri ve biçimleri”ne dayanıyor. Bu Türklük hâlleri Türkler için çoğunlukla bilinçdışında işliyor fakat güvenli ve imtiyazlı bir yaşama ulaşmaya (ya da sadece “hayatta ve ayakta kalmaya”) çalışan Kürtler ve Gayrimüslimler için çok daha bilinçli Türklük performansına dayanıyor.

Bu çerçevede:

Q: Türkiye’de konuşulması tabu olan konuların başında ırkçılık geliyor. Sizin çalışmanız ırkçılığı belli biyolojik ya da fenotipik özelliklere dayalı olan bir hiyerarşinin gerçekliğine inanan ve bunu açık bir şekilde destekleyen bir ideoloji olmanın ötesinde, biyolojik/fenotipik farklarla kültürel, davranışsal ve dilsel farkların algılanışının pek kolay birbirinden ayrılmadığı ve toplumsal alanın bilinçdışını örgütleyen örtük bir mekanizma olarak da değerlendirebileceğimiz bir çerçeve sağlıyor. Irkçılığı sözleşme kavramıyla analiz etmek bize başka neleri gösteriyor?

Son yıllarda, kitabım yayımlandıktan sonra, ırkçılığa dair yine sözleşme kavramından yola çıkarak, ama bu defa özel olarak Türkiye’ye çok odaklanmadan, daha genel bir çerçeveden bakarak düşünmeye çalışıyorum. Toplumsal sözleşme kavramı kimilerine göre sadece normatif bir kavram, yani toplumların nasıl bir araya gelmesi ve toplumlarla devletlerin ilişkisinin nasıl olması gerektiğine dair bir kavram. Bu tarafı siyasal düşünceler tarihinde çok önemli olmakla birlikte, bence kavramın önemi ve kullanışlılığı bununla sınırlı değil.

Bana göre modern dünyanın bazı önemli dinamiklerinin ve sorunlarının kökeninde iki paralel egemenlik mantığı yatıyor: biri sözleşme diğeri ise sömürge. Bunlara liberal ve kolonyal modernite de diyebiliriz. Sözleşme ile anlatmaya çalıştığım egemenlik mantığı, aslında tedricen gelişen halk egemenliği kavramı ile yakından ilgili. Bu, devletin meşruiyetini ancak halkın egemenliği ve rızası ile kazanabildiği bir dünyaya geçişi anlatıyor. Fakat halk çok geniş, soyut ve duygusuz bir kavram. Toplum da öyle. Nitekim bunları tarif etmek, örneğin şu soruya cevap vermek çok zor: Halkın mensupları kim, kim değil? İşte millet kavramı, toplum ve halk kavramlarındaki bu muğlaklığı ortadan kaldırma becerisine sahip, çünkü millet belli özelliklere sahip insanlardan oluşan bir kolektifi anlatıyor. O özellikler ise ırksal, etnik veya dinsel oluyor, çoğu zaman da bunların bir kombinasyonu oluyor. Yani millet belli özellikler etrafında tarif ediliyor ve ancak o özelliklere sahip insanlar o milletin gerçek birer mensubu sayılıyor. Halk egemenliği dediğimiz şey de böylece millet egemenliği oluyor. Bu, devletin o millete ait olması demek. Devletin bir millete ait olması demek ise, devletin sadece o milleti ve o milletin mensuplarını koruyup kollaması, millet ile devlet arasında kültürel örtüşme ve devletin o milletin içinden çıkanlar tarafından yönetilmesi demek. Bir egemenlik modeli olarak ulusal sözleşme, bazen açık ama çoğu zaman örtük olarak verilmiş karşılıklı sözlerle ayakta duruyor. Devlet millete belli haklar, güvenceler, hizmetler sunuyor, millet de karşılığında devlete sadakat duyuyor, itaat ediyor, vergi veriyor ve devlet-millet için ölüme gidebiliyor. Bu modelde devlet ve millet bir bakıma bireyin içine işliyor, yani birey, millet ve devlet gibi düşünüyor, hissediyor, görüyor ve davranıyor. Sorunuzda değindiğiniz tepkiler ve eylem, düşünce, duygu ve söylem hatları bu model içinde bireyin doğasına dönüşüyor.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Sözleşme modelinin dışındakilere yönelik işleyen egemenlik biçimine de sömürge modeli ya da egemenliğin sömürge mantığı diyebiliriz. O millete ait olmayanların üzerinde devlet ancak şiddetle ve olağanüstü hallerle egemenlik kurabiliyor, çünkü o devlet sömürge halkına ait olmadığı için o halkın rızasına sahip olması da mümkün değil. Devlet ve halk arasındaki bu uyumsuzluklardan ötürü, sömürge devleti sömürge halkına hiçbir zaman güvenmiyor, ona oy hakkı vermemek veya onun oyunu çeşitli biçimlerde baskı altına almak, saymamak zorunda kalıyor. Bu nedenlerle, sömürge devleti sömürge bireyinin içine işleyemiyor, onu ancak korkutup sindirebiliyor.

Modern dünyadaki fenotipik, kültürel ve dinsel ırkçılıkların, tabii ki kısmen, bu genel modelle açıklanabileceğini düşünüyorum. Modern dünyanın ve onun cisimleşmiş hali olan ulus-devletin doğasında olan bir ırkçılıktan bahsediyorum. Ama sadece ırkçılık yok bu modelde. Ona paralel olarak işleyen bir içerme, haklarla ve güvencelerle donatma ve iyi hissettirme modeli, yani sözleşme modeli var.

“…kapitalist kölelik ile iç içe oluşmuş ABD’de ya da Güney Afrika’da yerleşimci beyaz üstünlüğünü güvence altına alan apartheid modelinde fenotipik ırkçılık çok daha önemli bir yer tutuyor. Türkiye’de ise dinsel ve kültürel ırkçılık, İsrail’de de yine dinsel ve kültürel ırkçılık daha hayati bir rol oynuyor. Dinin ve kültürün ırksallaşması da diyebiliriz buna.”

 

Q: Sözleşme ve sömürge mantığına dayalı modern egemenlik modeliyle dünyadaki farklı ırkçılık deneyimlerine baktığınızda nasıl benzerlikler ve farklılıklar görüyorsunuz? Örneğin Güney Afrika ve Amerika’daki ırkçılıkla Türkiye’de Gayrimüslimlere, Kürtlere, Suriyeli mültecilere ve diğer göçmenlere yönelik ırkçılık arasında bir bağlantı var mı?

Bu genel model modern dünyadaki somut ırkçılık deneyimleri arasında büyük benzerlikler olduğu anlamına gelmiyor. Her ülkenin kendi tarihine ve dünyadaki gücüne göre oluşmuş kendine has bir ırkçılığı olabiliyor. Örneğin kapitalist kölelik ile iç içe oluşmuş ABD’de ya da Güney Afrika’da yerleşimci beyaz üstünlüğünü güvence altına alan apartheid modelinde fenotipik ırkçılık çok daha önemli bir yer tutuyor. Türkiye’de ise dinsel ve kültürel ırkçılık, İsrail’de de yine dinsel ve kültürel ırkçılık daha hayati bir rol oynuyor. Dinin ve kültürün ırksallaşması da diyebiliriz buna. O nedenle doğuştan Müslüman ve Yahudi olmak, sonradan ateist bile olsanız, bu ülkelerin tarihinde çok önemli bir yer tutuyor. Demek istediğim, herhangi bir ırkçılığı eş zamanlı olarak hem modern dünyanın doğasından kaynaklanan küresel ikili bir iktidar mantığının ürünü olarak, hem de o ülkenin tarihinden kaynaklanan özgün bir ırkçılık türü olarak inceleyebiliriz.

Q: Gayrimüslimlere ve Kürtlere dair duymama, görmeme, bilmeme pratiklerinin İslamcı ve Kemalist Türkler için farklılaştığını söylüyorsunuz. Bu pratikler geçmişten bu yana da değişim gösterdi. Buna dair ne söylemek istersiniz?

Sözleşme mantığının önemli bir özelliği ideolojiler ve sınıflar üstü olması. Bunun en belirgin örneğini işçi sınıfının bir yandan devletle öte yandan sol hareketle olan ilişkisinde görüyoruz. Örneğin radikal potansiyelleri olan işçi sınıfını sözleşmeye entegre etme becerisi modern devletler açısından hayati bir öneme sahip olageldi. Bu entegrasyon sosyal devletin sağladığı hizmetlerle yapıldığı gibi, işçi sınıfını ırklara ve etnisitelere bölme ve yönetme yoluyla da yapıldı. İkinci yöntem, hem işçi sınıfı içinde bir iş rekabeti yaratma yoluyla, hem de egemen etno-ırksal gruba mensup olan emekçilere, yoksulluklarını–W.E.B. Du Bois’un ünlü ve bence birçok yere uyarlanabilir kavramıyla söylersek– “psikolojik ücret” ile telafi edebilecekleri bir üstünlük duygusu sağlayarak uygulandı. Örneğin, yoksul bir Türk emekçi kendisini Suriyeli ya da Kürt bir emekçinin karşısında her bakımdan üstün ve haklı, bir bakıma yarı-tanrı gibi hissedebiliyor. Böylece yoksulluğunun altında daha az eziliyor. Başka bir deyişle, kendinin altında birinin olması hem iyi hissettirebiliyor hem de içinde birikmiş öfkenin kanalize olabileceği bir hedef, yani kolay bir lokma sağlayabiliyor.

Solun sözleşme milletleriyle, yani sözleşme modeli içinde oluşmuş olan milletle ilişkisi de zaman içinde solu, dünyanın her yerinde, enternasyonalden ziyade ulusal bir harekete dönüştürdü. Sol çoğu zaman sayısal çoğunluğu da oluşturan egemen etno-ırksal gruba seslenmek zorunda, ama bunu yaptığı zaman da sömürge durumuna karşı kayıtsız kalmak zorunda olabiliyor, bu da onu solculuktan giderek uzaklaştırıyor. Sömürge durumuna eğildiği zaman ise sözleşme milletinin gözünde bir haine dönüşüyor. Demek istediğim, ulusal sözleşme fenomeni, ya da sözleşme kavramını kullanmadan söylersem milliyetçilik ve ulus-devlet fenomeni, yapısal olarak sol dahil her ideolojiyi ve toplumsal hareketi sınırlandırıyor. Ama bu, sözleşme içinde sınıfsal ve ideolojik farklılıklar olmadığı anlamına da gelmiyor tabii. Sözleşmelere ya da milliyetçiliğe ve ulus-devletin limitasyonlarına aldırmayan hareketlerin ve kişilerin ezici çoğunluğu, Türkiye’de ve dünyanın her yerinde, yine soldan çıkıyor.

Sorunuzdaki İslamcılık ve Kemalizm’e gelirsem, bu konuda ancak çok sınırlı bir şey söyleyebilirim, çünkü açıkçası üzerlerine araştırma yaptığım veya derinlemesine düşündüğüm konular değil, sadece gözlemlediğim konular ve hareketler. İslamcılık Sünni Türkler ve Sünni Kürtler arasındaki gerçek bir din ortaklığına, yani dindarlığa her zaman daha büyük bir önem verdi. Kemalistler içinse din ortaklığı, dine inanmaktan ziyade, dinin doğuştan getirdiğiniz bir ırk gibi işlev görmesinden kaynaklanıyor. Sonuç olarak bu fark, İslamcılığın Kürtlüğü din kardeşi, yani aynı ümmetin bir parçası olarak görmesini sağlamış, en azından muhalif dönemlerinde. Kemalizm içinse, Kürtlükte ısrar etmek Türklüğe direnmek anlamına geliyordu. Ayrıca Kemalizmin kendisini Batı uygarlığının taşıyıcısı olarak görmesi, Kürtlüğü de o uygarlığın dışında bir kültür olarak görmesi sonucunu doğurmuştu.

“CHP’nin Baykal’dan sonra tedricen sola kayması (…), ordunun ilerici bir kurum olduğu fikrinin bütünüyle çökmesi, Kemalizm’in resmi ideoloji hüviyetini yitirmesi, HDP’nin seküler bir siyaset olarak yükselişi, Selahattin Demirtaş’ın kişiliği ve kişilikli direnişi, Kürt kadın hareketinin çarpıcı gücü gibi etkenler hem CHP’nin hem de CHP seçmeninin Kürt meselesine yaklaşımını ve Türklük hallerini bence bir ölçüde değiştirdi.”

Fakat bu tablo son yıllarda değişti bana göre. CHP’nin Baykal’dan sonra tedricen sola kayması (tabii Baykal döneminde o kadar sağa kaymıştı ki, bu sola kayış aslında sosyal demokrasiye geri dönüş anlamına geliyor), ordunun ilerici bir kurum olduğu fikrinin bütünüyle çökmesi, Kemalizm’in resmi ideoloji hüviyetini yitirmesi, HDP’nin seküler bir siyaset olarak yükselişi, Selahattin Demirtaş’ın kişiliği ve kişilikli direnişi, Kürt kadın hareketinin çarpıcı gücü gibi etkenler hem CHP’nin hem de CHP seçmeninin Kürt meselesine yaklaşımını ve Türklük hallerini bence bir ölçüde değiştirdi. Şunu da vurgulamak isterim. CHP büyük Türk partileri arasında burjuva demokrasisine gerçekten inanmış tek parti Türkiye’de. Eskiden merkez sağ partiler de kısmen böyleydi ama onlar artık yok. Burjuva demokrasisine inanmış derken şunu kastediyorum: Seçimle gelip gitmenin önemine, hukukun göreli bağımsızlığına, kurumların özerkliğine büyük ölçüde bağlı olmak, siyasette medeni ilişkiler yürütmek, şiddetten uzak durmak ve popülist hamasetten korkmak… Bütün bunlara son yıllardaki CHP’nin demokratlaşma ve sivilleşme eğilimlerini de eklersek, CHP ile Kürt hareketi arasında belli bir yakınlaşma olmasında şaşıracak bir şey yok. Bu tabii Atatürkçü bireylerin Türklük hallerinde de belli bir esneme ve yumuşama yaratabiliyor. Ama son tahlilde ben bu trendlere güvenemiyorum. Esneyen ve yumuşayan şey aynı hızla katılaşıp sertleşebiliyor, İslamcılıkta ve İslamcılarda da gördüğümüz gibi. Çünkü devletten gelen mesaj Kürt meselesinde hep önemli olagelmiş. Türklük hallerinde gerçek ve kalıcı bir dönüşüm olması için vasat olmanın ve oportünizmin ötesine geçebilen başka türlü bir siyasi vizyona ve cesarete ihtiyaç var. Özellikle devlette ve CHP dahil anaakım siyasette böyle bir vizyonu ben şu an için göremiyorum.

Q: Son otuz yıllık sürece baktığımızda Türklük Sözleşmesinin varlığını ve işleyiş prensiplerini açığa çıkaran Türklük krizleri toplumsal dönüşüm için bir fırsat sağladı mı? Bu fırsatlar nasıl kaçırıldı?

Sorunuza yine genelden başlayarak cevap vermek istiyorum. Sözleşme/sömürge ilişkiselliğinin ve diyalektiğinin önemli bir özelliği, bunun hep dinamik bir süreç olması. Örneğin, sömürge durumunda yaşayan ve yaşadığını düşünen halkların direnişi ve güçlenişi, sözleşme milleti içindeki belli grupları değiştirip dönüştürebiliyor. 1968 devriminin önemli arka planlarından biri de bu halkların ayaklanışı ve özellikle merkez ülkelerdeki gençliği etkilemiş olmasıydı. Bunun güncel bir örneği olarak, Batı kampüslerinde bu sene ortaya çıkan pro-Filistin politik hareketliliği ekleyebiliriz. Ama hemen buna karşı bir backlash (reaksiyon) de oluşuyor ve sözleşme milletleri içindeki politik ve kültürel kamplaşma artabiliyor. Etnisiteler ve ırklar üstü bir sol ortaya çıkmadıkça, çıkamadıkça, krizlerin yarattığı fırsatlar da boşa harcanıyor. Ama daha önce söylediğim gibi, böyle bir solun ortaya çıkışı önünde de yapısal engeller var.

“Türkiye’de de Kürt hareketinin güçlenişi ve Hrant Dink gibi Ermeni aydınların Ermeni Soykırımı’nı gündeme taşımaları, Türkler arasında kayda değer bir değişime yol açtı.”

Türkiye’de de Kürt hareketinin güçlenişi ve Hrant Dink gibi Ermeni aydınların Ermeni Soykırımı’nı gündeme taşımaları, Türkler arasında kayda değer bir değişime yol açtı. Örneğin Türkiye akademisi dünyanın en radikal akademilerinden biri haline geldi bana göre, büyük tasfiyeye kadar. Fakat bu yükselişler ve değişimler maalesef çok kırılgan, çünkü karşılarında büyük güçler ve ters akıntılar var. Yine de solun, devasa kültürel etkisinin ötesine geçebilecek bir şekilde, bunun yolunu bulmasından başka bir çare göremiyorum ben. Kimileri bu soruna, çare sol popülizm diye cevap veriyor.

Q: Türklük Sözleşmesinin 1960’lı yılların sonundan bu yana devam eden uzun krizi, 2000-2015 döneminde önemli kırılmalar yaşamasına rağmen hala çözülmüş değil. İktidarın ve sözleşmenin çatışmalı 2015-2016 dönemi sonrası izlediği rota düşünüldüğünüzde, acaba sosyal bilimciler olarak şiddetin, baskı rejimlerinin etnik-ulusal hiyerarşileri sürdürme ve yeniden üretme bağlamında dönüştürücü rolünü hafife mi alıyoruz? Pesimist bir yaklaşıma savrulmadan otoriterleşme süreçleri ve Türklük Sözleşmesi arasındaki bağı nasıl anlamalıyız?

Bir yandan, evet, sanki hafife alıyoruz, özellikle de güzel günler yaşarken, diyelim Gezi’de ve Haziran 2015 seçimlerinde. Ama öte yandan da karşımızdaki bu gücü yenilmez bir şey olarak görmemek gerekiyor. Bence bizim gibi insanların ve yakınlık duyduğumuz hareketlerin önemli bir eksiği, teoriyi ciddiye almamak. Sol eskiden teoriyi çok ciddiye alırmış ve teoriye göre de taktikler ve stratejiler belirlenirmiş. Lenin belki de bunun en bilinen ve en başarılı örneği. Eski solun yanlışlarını tekrarlayalım, örneğin sol-içi sonu gelmeyen teorik polemiklere girelim ya da gerçekliği teoriye uyduralım demiyorum, ama eski solun teoriyi ciddiye alışından bir şeyler de öğrenebiliriz gibime geliyor. Örneğin teori sayesinde, içinden geçtiğimiz küresel çoklu kriz momentinin doğasına dair ve açık ki onlarca yıl sürecek bu kriz momentinde solun kısa, orta ve uzun vadeli olarak neler yapabileceğine dair bir tartışma yürütülebilir. Hem ulus-devletler içinde hem de uluslar-üstü biçimde. Farklı zamansal ritimlere göre farklı kavrayışlar ve siyasetler geliştirilebilir. Bu yapılabilse, devletin, sermayenin ve sağın saldırılarına ve yöntemlerine karşı da bu kadar kırılgan olmayabiliriz diye düşünüyorum.

“Baskı ve zulme ek olarak, aşiret reislerini, dini hareketleri ve genel olarak muhafazakarlığı kullanarak Kürt hareketini sağa çekme ve devletçileştirme çabası son yıllarda bence iyice aşikâr hale geldi. Buna, HDP’nin veya DEM’in solla ilişkisine dair Kürt ve Türk liberallerden gelen eleştirileri de ekleyebilirim. Sol ve solculuk olmasa, bu iş çoktan çözülebilirdi deniyor veya bu ima ediliyor. Bütün bunlar hem ideolojik hem de sınıfsal müdahaleler sanki.”

Q: Kürt hareketinin siyaseten ve toplumsal olarak güçlenmesini Türklük Sözleşmesinin krizini derinleştiren önemli etkenler arasında ele alıyorsunuz. Michael Omi and Howard Winant’ın Racial Formations in the United States (Amerika Birleşik Devletleri’nde Irksal Oluşumlar) başlıklı kitabı Amerika’da benzer bir süreci anlatıyor. ABD’de 1950’ler ve 1960’larda Sivil Haklar Hareketi aleni ırkçı politikaların meşruiyetini yitirmesini sağlama kazanımına rağmen aynı süreçte hareketin ekonomik/sınıfsal taleplerinin nasıl bastırıldığını ve sınırlı hukuksal reformlarla sisteme entegre edildiğini ele alıyor. Dönüp bakacak olursak, Kürt meselesine dair çözüm sürecine girişilmesini ve iktidar tarafından bu sürecin sona erdirilmiş olmasını benzer bir reform ve seçici baskı girişiminin (ya da pasifize etme projesinin) 2013-2015 arasında başarısız olması olarak okuyabilir miyiz?

Barış süreçlerinde dediğiniz dinamiğin ortaya çıkması sık rastlanan bir şey. Barış olabilir, biz de tavizler verebiliriz, ama siz de radikalizminizden, solculuğunuzdan taviz vereceksiniz deniyor. Bunun için sermaye ve devlet çeşitli yollarla baskı yapıyor, aracılar devreye giriyor, direniş hareketindeki sınıfsal ve karakter olarak zayıf olan halkalara ulaşılıyor, direniş içindeki orta sınıflaşma özlemleri etkili olmaya başlıyor vs. Güney Afrika örneği böylesine bir sürecin tipik örneklerinden biri. ABD’de ise hem sınıfsal olarak bir Siyah orta sınıfın ortaya çıkışı desteklendi, hem de Martin Luther King gibi giderek sistem-karşıtı olmuş karakterler bütün içeriklerinden arındırılarak ulusal kahramanlara, yani Amerikan Rüyasının gözde örneklerine dönüştürüldüler.

2013-2015 arasında yaşananları ve önümüzdeki dönemde yaşayacaklarımızı ise bu açıdan ancak daha sonra, yani belli bir zaman geçtikten sonra değerlendirebiliriz gibime geliyor. Ama devletin Kürtleri ve Kürt hareketlerini entegre etmek için eskiden beri kullandığı araçlar olduğunu biliyoruz. Baskı ve zulme ek olarak, aşiret reislerini, dini hareketleri ve genel olarak muhafazakarlığı kullanarak Kürt hareketini sağa çekme ve devletçileştirme çabası son yıllarda bence iyice aşikâr hale geldi. Buna, HDP’nin veya DEM’in solla ilişkisine dair Kürt ve Türk liberallerden gelen eleştirileri de ekleyebilirim. Sol ve solculuk olmasa, bu iş çoktan çözülebilirdi deniyor veya bu ima ediliyor. Bütün bunlar hem ideolojik hem de sınıfsal müdahaleler sanki.

Q: Çalışmanızda belirttiğiniz üzere, Türklük Sözleşmesinin en önemli ayaklarından birisi sözleşme-içi grupların çeşitli olanaklardan, imtiyazlardan ve kurumlardan faydalandırılması. Son yıllarda Sözleşmenin bu bağlamda işlevinin azaldığını belirtiyorsunuz. Diğer yandan, aynı süreçte Türklük Sözleşmesinin baskı politikalarıyla katılaştırıldığı, militarizm ile yeniden etle tırnak ilişkisi kurduğu ve hatta Ülkücülüğün anaakımlaştırılmaya çalışıldığı bir dönemin içinden geçmekteyiz. Acaba imtiyaz ve fırsat dağıtma kapasitesi azalmakta olan Türklük Sözleşmesinin güncel işlevi (asli unsurlarını da doğrudan etkileyen) artan eşitsizlikleri, sistematik yolsuzlukları, meşruiyet açığını ve büyüyen yasadışı ekonomiyi ideolojik-kültürel alanlarda ikame etmenin en başat yoluna mı dönüştü?

Evet, sözleşme devletlerinin ve genel olarak milliyetçiliğin en büyük güçlerinden biri, ulusa belli imtiyazlar, güvenceler ve yükselme imkanları sunabilmesi. Bu kapasitenin, çeşitli sebeplerle, örneğin küreselleşme ve neoliberalizm denen süreçler içerisinde, büyük ölçüde aşındığını görüyoruz. Bugün dünyanın birçok yerinde olduğu gibi liberal demokrasi Türkiye’de de büyük bir krizden geçiyor. Bunun nedenlerine şimdi eğilemeyiz. Ama semptomlardan ilerlersek, devletlerin ve kapitalizmin büyük itibar kaybını, özerk kurumların çöküşünü, seçimlerin dürüstlüğüne ve bir şeyleri değiştirebileceğine yönelik büyük güven kaybını, yolsuzluk ağlarının ulusal ve küresel düzlemlerde temel yönetim ve iktidar biçimlerinden biri haline gelişini, mafyatik ve kleptokratik liderlerin siyaset dünyasına hâkim oluşunu ve bu liderlerin aynı zamanda erilliğin restorasyonunu temsil ettiklerini ve daha başka birçok semptomu gözlemliyoruz. ABD’de liberalizmin zaferinin ilan edildiği 1990’lardan, ABD’nin Rusya’laşmasına ve azımsanamayacak kadar insanın Rusya’laşmayı arzuladığı bir noktaya geldik. Amerikalı aşırı-sağcı popüler gazeteci Tucker Carlson’ın geçen seneki Rusya gezisi ve gördüklerine duyduğu hayranlık, liberalizmin çöküşüyle birlikte muhafazakarlığın da giderek aşırı sağcılaşmasının bir örneği idi. Ve tabii ABD’deki Cumhuriyetçi kesimi buna hazırlama çabasını da içeriyordu.

Demek istediğim, liberalizmin ve liberal devlet modelinin büyük bir çöküşüne tanık oluyoruz. Teoriye geri dönersek, bence modern dünyanın işleyişlerini en iyi görmüş gözlemcilerden biri olan Immanuel Wallerstein liberalizmin çöküşünü de çok önceden öngörebilmişti ama bahsettiğim teoriye olan ilgisizlik nedeniyle o öngörü de ciddiye alınmadı. Ama şimdi herkesle birlikte sol da liberalizmin çöküşü içinden düşünmeye ve bir çıkış bulmaya çalışıyor. Sağ giderek aşırı sağcılaşıyor, devletler giderek daha fazla şiddete başvuruyor.

“Türklük Sözleşmesinin krizine gelirsem, Türkiye’de tanık olduğumuz şey aslında çoklu bir çöküş. Devlet çöküşü, ahlak çöküşü, ekonomik çöküş, psikolojik çöküş vb. Türklük Sözleşmesinin devlet ayağı artık üstüne düşeni, yani modern, demokratik ve işleyen bir devlet mekanizması olmayı başaramıyor. Türklerde ne eğitime ne sağlığa ne yargıya ne seçimlere ne de orduya güven kaldı.”

Türklük Sözleşmesinin krizine gelirsem, Türkiye’de tanık olduğumuz şey aslında çoklu bir çöküş. Devlet çöküşü, ahlak çöküşü, ekonomik çöküş, psikolojik çöküş vb. Türklük Sözleşmesinin devlet ayağı artık üstüne düşeni, yani modern, demokratik ve işleyen bir devlet mekanizması olmayı başaramıyor. Türklerde ne eğitime ne sağlığa ne yargıya ne seçimlere ne de orduya güven kaldı. Türkler kendilerine ve mesleklerine saygılarını sürdürerek devlette ve hatta özel sektörde bir yerlere gelemiyor artık. İnsanlar bu nedenlerle büyük riskler alarak kendileri ve çoğu zaman da çocukları için yurtdışına kaçabiliyorlar, ki buna artık Meksika-ABD sınırını kullanarak Kuzey Amerika’ya geçiş de dahil. Bütün bu devlet çöküşü bağlamında, meşruiyeti ve kapasitesi eriyen devlet şiddete, şiddet tehdidine ve hamasete giderek daha çok başvuruyor. Türkiye çöktükçe Osmanlı’nın yükselişine olan ihtiyaç da aynı oranda artıyor. Çöküşü yükseliş olarak gösterebilmenin hamasetten başka bir yolu kalmadı.

Q: Kitap basıldığından beri Türkiye’de işler sadece Kürtler ve Gayrimüslimler için değil Türkler için de kötüye gidiyor. Geçtiğimiz aylarda yeni çözüm süreci ve barış imkanının sinyalleri olarak da okunan gelişmelerin oldu. Bu ortamda tarihi ve toplumu okumakta Türklük Sözleşmesi bize nasıl bir yol gösterebilir?

Yeni bir çözüm süreci mi başlıyor denen gelişmelerin, Bahçeli gibi aşırı sağcı ve aynı zamanda da sözüne çok güvenilmeyecek birinin sözleriyle başlaması ve sonra mafya babalarının destek gösterisi olarak onu ziyaret etmesiyle devam etmesi, Türklük Sözleşmesinin veya Türk milliyetçiliğinin Türkiye’yi ve Türkleri getirdiği noktayı göstermesi açısından bana semptomatik ve ibretlik geliyor. Bütün düşünen insanların gördüğü gibi, siyaset dahil her alanda korkunç bir lümpenleşmenin içinden geçiyoruz. Böyle bir ortamda iyimser olmak çok zor. Kitabımın içeriği de ancak pesimizmi artırabilir diye düşünüyorum. Fakat, daha önce vurguladığım gibi, solun teorik ve tarihsel tartışmalardan yola çıkarak belirleyeceği kısa, orta ve uzun vadeli, şeffaf ve dürüst bir siyaset Türkiye’yi bulunduğu bu çukurdan belki çıkarabilir ve Kürt meselesinin çözümüne katkı sağlayabilir. Sözleşme kavramı üzerine düşünmek de bunun bir parçası olabilir. Sözleşme sonuçta, Hannah Arendt’in vurguladığı gibi, söz verme ve sözünü tutma ile yakından ilgili bir ilişki biçimi. Solun ve Kürt hareketinin, söz vermek ve sözünü tutmak üzerinden bir siyaset izlemesi mümkün olabilir mi? Böyle bir siyaset hem haklı hem doğru hem güçlü hem de güvenilir olabilir mi? Cevabından emin olmadığım bu sorularla bitireyim. Teşekkür ederim.

İlginizi Çekebilir

BM: Çatışmaların sürdüğü Kongo’nun doğusundaki insan hakları krizi kötüye gidiyor
Van’da ‘Kadın Sığınma Evi’ açılacak

Öne Çıkanlar