Başkaya: Cumhuriyet bir darbeyle ilan edildi…

GenelGündem

Perseus, peşlerinden gittiği devler kendisini görmesin diye, sisten yapılma bir takke kullanırmış. Bizse, devin varlığını inkâr edebilmek için, sisten takkeyi kendi gözlerimizin ve kulaklarımızın altına kadar indiriyoruz.

Karl Marks –Kapital Sayfa. 19.

*
-CUMHURİYET HALK İRADESİNİ VAR SAYAR 

Popülizm Peron sisteminin bir parçasıydı, yani liderin halka olan doğrudan yakınlığı, bir baba gibi şefkatli bir şekilde üzerine titreme siyaseti ki ülkenin babası bu şekilde çocuklarını disipline ediyor ve ulusu savunmaları için eğitiyordu. İlk adım kucaklama idi. Her kim bu sevgiye layık olmadığını gösterirse cezasını çekmek zorundaydı. Faşizm bireyi bir kitleye tabii kıllarken, Peron çifti için her bireyin mutluluğu önemliydi, elbette söz konusu birey tepeden inme bu mutluluğu müteşekkir bir şekilde kabul ettiği sürece. En büyük hedef sonuçta uslusun manevi birliğiydi. (Eva Peron / Bir efsanenin yaşamı ve ölümü. Ursula Prutsch- İletişim Y.S. 71)

Ahmet Külsoy

Yüz iki yıllık, tepeden inme cumhuriyet, uzun süredir, değişim süreci yaşıyor. Bu değişim “demokratik” yönde değil, daha totaliter, İslami rejimi içinde barındıran kulvarda yol almaya doğru. Sendikalar muhalif” olduğunu ileri süren partiler, demokratik kitle örgütleri, sivil kuruluşlar sessizliğini bozmamakla yeminli.  Yüz iki yıllık CHP ise “iç çatışmaların” kuyusunda debeleniyor. Demokratik kazanımların kuyusunun kazındığının farkında değil.  Yasama, yürütme, yargı, tek bir erk te toplanmış durumda.  Basın, ifade özgürlüğü her dakika ciddi kan kaybediyor. Toplumun büyük çoğunluğu nefessiz durumda.

Süreci Fikret Başkaya ile konuştuk.

Ahmet Külsoy : Cumhuriyet sözcüğü önemli; içeriği bakımından zenginlik taşıyor. Hiyerarşiye -otoriteye,” itiraz, şikâyet “edenlerin topluluğu. “Kul”luğu kabul etmeyen , “ yurttaş “,bilinciyle hareket edenlerin topluluğu. Büyük Fransız devrimi, dünya halklarına hediyesidir cumhuriyet. Cumhuriyeti, yasama, yürütme, yargı bağımsızlığı, yani kuvvetler –güçler ayrılığı güçlendirir. Yurttaşlara kamu yönetimini denetleme, gözetleme hakkını sağlar. Bu nedenle, Yasama, yürütme, yargı kesin – net birbirinden ayrılmayı varsayar Cumhuriyet. 

Kuvvetler “ayrılığı “olmazsa olmazıdır Cumhuriyet’in. 1923’te Cumhuriyet’i kuran kadro, erkler ayrılığını 1920- 1924 anayasasına “koydu” ama uygulama güdük kaldı, çoğu zaman baypas edildi. Neden? Kurucu kadro da Cumhuriyet “bilincinin” eksikliği mi söz konusu?

Fikret Başkaya: Aslında cumhuriyetin nasıl ilan edildiği bilinirse, geride kalan dönemde yaşananları anlamak kolaylaşır. Cumhuriyet bir darbeyle ilan edildi… Cumhuriyetin ilan edildiği Meclis oturumunda milletvekillerinin yarıya yakını yoktu… 287 milletvekilinin 129’u mecliste değildi… Üçte iki çoğunluk bile söz konusu değildi… Muhalif grubun bazı üyelerinin evlerinin önüne polis barikat kurulduğu da söylenmiş… Halk da cumhuriyetin kurulduğunu jandarma ve vergi memurları marifetiyle öğrendi… Mustafa Kemal cumhurbaşkanı, parti başkanı, meclis başkanıydı…  Cumhuriyet ilanından sonra işçi eylemleri yasaklandı, basın özgürlüğünün de artık esamesi okunmuyordu… Kadın dernekleri dahil tüm dernekler kapatıldı…Hiçbir muhalif odağa yaşama şansı tanınmadı… Sendika kurma hakkı ancak 1946 yılında Cemiyetler Kanununda yapılan bir değişiklikle tanındı ama sendikaların grev ve toplu sözleşme hakları yoktu… İçi boş kabuktular… Bir Mayıs kutlaması da 1976 yılına kadar yapılamayacaktı… Tabii 1923-1946 aralığında siyasi parti kurmak da yasaktı… Milletvekillerini Mustafa Kemal tayın ediyordu… Özetle, söz konusu olan tipik bir tek parti diktatörlüğüydü… Bir de 1923-1927 aralığında İstiklâl Mahkemeleri Kanunu’nun estirdiği rüzgarı da unutmamak gerekir… Cumhuriyetin nasıl ilan edildiğini merak edenler Erdoğan Aydın’ın “Yanlış İliklenmiş Düğme” (Literatür yayınları) kitabına bakabilirler… 

Eğer rejimin niteliğini anlamak, bilince çıkarmak gibi samimi bir niyetin varsa, köşeli-bağnaz resmî ideolojiyi ve resmî tarihi sorgulayarak, sorun ederek işe başlaman gerekecektir… Senin soruya gelirsek,1923-1950 aralığında devlet-hükümet-parti birliği (tekliği) vardı…, cumhuriyetin tek parti diktatörlüğü döneminde kuvvetler ayrılığının esamesi okunmuyordu… Fakat, 1946-1950 sonrasında da radikal bir değişiklik olduğunu söylemek pek mümkün değildir. Seçimler seyirciyi oyalamaya yarıyor… Asla gerçek bir temsil söz konusu değil… Hiçbir zaman da olmadı…İnsanlar devlet partilerine oy veriyor… Verdikleri oyun bir karşılığı, bir değeri yok… 

Ahmet Külsoy: Muhalefet saltanatın devamını mı istiyordu? 

Fikret Başkaya: Saltanat isteyen yok.  İlan edilmeden de rejim cumhuriyetti zaten… Mustafa Kemal’in dayatmalarına itiraz vardı… Mustafa Kemal’in hiçbir muhalife, hiçbir aykırı sese, itiraza tahammülü yoktu. Muhalefete hayat hakkı tanımadı…Türkiye’deki iktidar hiçbir zaman görünen iktidardan ibaret değildir. Bizde ikili iktidar durumu geçerlidir… 1923-1950 aralığında devlet-parti-hükümet birliği, tekliği söz konusuydu… Kuvvetler ayrılığı diye bir şey yoktu… 1946 yılında, CHP’nin içinden Demokrat Parti’yi peydahladılar… 1946 sonrasında muhalif partiler kurulsa da, darbelerle, müdahalelerle, yasaklarla etkili olmaları engellendi… 1961 yılında kurulan ilk gerçek muhalefet partisi olan Türkiye İşçi Partisi 1971 Amerikancı- NATO’cu askerî darbe tarafından yasaklandı…Türkiye’de 1923 yılından beri ikili iktidar durumu geçerli… Biri benim asıl devlet partisi dediğim odak, diğeri de görünen-bilinen seçimle gelen iktidar… Kritik kavşaklarda asıl devlet partisi müdahale ederek rotayı belirliyor…Cumhuriyet, halk iradesinin gerçekleştiği siyasal-sosyal rejimin adıdır… Türkiye’deki rejim geride kalan dönemde hiçbir zaman gerçek cumhuriyet tanımına uygun bir varlığa sahip olmadı… Bir şeyin yokluğu başka bir şeyin varlığı demek değildir… Padişah sahneden çekilince otomatik olarak Cumhuriyet mi oluyor… Öyle bir zorunluluk mu var? Boşuna neden söz ettiğini, ne ile cebelleştiğini bilmek önemlidir denmemiştir…Cumhuriyet, halk iradesinin tecellisini varsayar… Eğer geride kalan dönemde gerçekten halk iradesi gerçekleşseydi Türkiye bugün bu sefil durumda olur muydu? 

Ahmet Külsoy: Uzun bir değerlendirme olacak ancak, irdelenmesi gerektiğini düşünüyorum: 1923- 46/ 1946 -1960/ 1960 – 80/ 1980-2000 / 2000 -25 dönemlerindeki erkler, yasama, yürütme, yargı, “bağımsız” hareket edebildi mi? Örneğin,1923 ile 1946 dönemdeki, Yasama, yürütme, yargı ,2000 -2025 dönemi benzerlikler taşıyor mu ? Aklıma gelen bir başka konu ise, “muhalefet” partileri çoğu zaman, iktidarla birlikte , erkler ayrılığını birlikte çöpe attılar! Ne söylemek istersiniz?

Fikret Başkaya: Bizde siyasetin sınırı devlet tarafından belirleniyor… Muhalefet partileri ‘neyin yapılmayacağını’ biliyor… Sınırı geçtiği düşünülürse de gereği yapılıyor… Türkiye’nin tarihi açık-gizli darbelerin tarihidir… Sadece görünen-bilinen 1960, 1971, 1980 askerî darbeleri değil… Bizde kutsal devlet anlayışı geçerlidir ki, kutsal devlet anlayışının geçerli olduğu yerde gerisi teferruattır denecektir… Bu rejim iç ve dış düşmansız yapamaz… Kürt sorunun yüz yıldır bir türlü çözülememesini nasıl açıklayabilirsin? 

Ahmet Külsoy: Size göre rejimin bu kadar zamanda bu kadar kolay at koşturması, bu kadar kolay yönetebilmesi, manipüle edilmesi nasıl açıklanabilir? 

Fikret Başkaya: Maalesef bizde köklü bir yurttaş bilinci zaafı söz konusu… Yurttaş, içinde yaşadığı, ait olduğu toplumun sorunlarıyla ilgili olan anlamındadır… Maalesef bizde padişahın kulu hiçbir zaman gerçek bir cumhuriyetin yurttaşı olamadı… Aksi halde egemenler bu kadar kolay at oynatabilirler miydi?.. Ülkenin varı-yoğu bir avuç soyguncu çetesi tarafından bu kadar kolay, bu kadar hoyratça yağmalanır, talan edilebilir miydi? Sömürü, yağma ve talan insan havsalasını zorlayacak düzeylere çıkar mıydı?  İnsanlar yurttaş bilinci değil, bir tür mülteci, misafir, sığıntı bilinci taşıyor… Yurttaş bilinci taşıyanlar küçük bir azınlık… Sadece büyük deprem sonrasında insanların refleksine bak, ne demek istediğimi anlarsın… Verdiği verginin hesabını sormayan birine yurttaş denir mi? 

Ahmet Külsoy: Hocam kitaplıkta düzenleme yaparken, Yordam’dan çıkan “Çöküş” Kapitalizmin Nihai Krizi Üzerine Bir Deneme’ kitabınız gözüme takıldı. Kitabı okumuştum, ikinci kez okuma göz atma ihtiyacı duydum.  155 sayfa ikinci paragrafta dikkatimi çeken konu: Fransız devrimin geleneksel egemenlik biçimlerini ve politika yapma yöntem kurumlarını tasfiye ettiğini ifade ediyorsunuz. Ve devamında şöyle diyorsunuz: Artık egemenlik miras yoluyla devam etmeyecek, dine dayalı sistem devam etmeyecek ve dine dayalı sistem geçerli olmayacak. Bu görüşe itirazı yok. Türkiye 12 Eylül askeri darbesinden sonra adım adım adım teolojinin egemen olduğu topluma eviriliyor.

Son 22 yıl da Türkiye toplumu dindarlaştı. Tarikat ve cemaatler her alanda söz sahibi oldu. Güney komşumuz Suriye’de yönetime gelenlerin sicili orta da. Fransa’da 9 bin kilise, 2 bin 500 camii var. Burjuvazi ve devlet teolojiye sarılmış durumda. Bu paradoks değil mi? Söz sizin…

Fikret Başkaya: Bizim mahallede 200 metre aralıkta 2 cami var… Bilmem daha fazlasını söylemeye gerek var mı… Laiklik dinin siyaset alanının dışına çıkarılmasını varsayar… Din hiçbir politik işlev üstlenmeyecek, politika da asla dine karışmayacak. Laikliğin kuralı ve gereği budur. Bizde bidayetten itibaren devlet dine karıştı… Devletin göbeğinde Diyanet İşleri Başkanlığı gibi devasa bir kurum varken, halâ laiklikten söz edilebilir mi? Bir rejim, anayasasında laiklik yazılı diye laik olmaz… Demokratik de olmaz, ne demekse “hukuk devleti” de olmaz… Aslında söz konusu olan başkanlık değil, bakanlık… Örgütlenme tarzı aynı bakanlıklarınki gibi… 6 bakanlıktan fazla bütçeye sahip… Başlarda dini gemleme söz konusuydu… 1946 sonrasında Türkiye ‘Küçük Amerika’ olma tercihi yaptı, kaldı ki, Türkiye’nin egemenleri sadece uyduruk resmî ideolojiye dayanarak yönetemeyeceklerini biliyorlardı. Dini yardıma çağırmak zorundaydılar ve çağırdılar… Adım adım tarikat ve cemaat denilenler devlet aygıtına sirayet etti… 22 yıllık İhvancı AKP iktidarında da artık adı konmamış tuhaf bir İslam Cumhuriyeti haline gelmekte…

Ahmet Külsoy: Böyle giderse Türkiye Afganistan’a mı benzeyecek?

Fikret Başkaya: Her ülkenin tarihi, kültürü farklıdır. Hiçbiri bütünüyle tamı tamına diğerlerine benzemez… Türkiye’deki İslami rejim de eğer başarabilirlerse, alaturka bir İslami rejim olabilir… Afganistan gibi, İran gibi, Suudi Arabistan gibi değil, o halde burası bir İslami rejimi değil demek doğru olmaz…

Ahmet Külsoy: Size göre neden böyle bir dayatmaya ihtiyaç duyuyorlar, rejimi İslamlaştırmaya çalışıyorlar?

Fikret Başkaya: Eğer başarabilirlerse, ilelebet iktidar olacaklarını düşünüyorlar… Ondan sonra hiçbir etkili engelle karşılaşmadan iktidarda kalıp ülkenin varını-yoğunu ilelebet talan edebileceklerini, yağmalayabileceklerini düşünüyorlar…

Ahmet Külsoy: Başaracaklarını düşünüyor musunuz?

Fikret Başkaya: Aslında bizde laik-demokratik bir potansiyel var ama sürece etkili bir müdahale yapamıyor… Elbette bu, bundan sonra da yapamayacak demek değil… Hala bir umut var ama geç kalmamak kaydıyla…

Ahmet Külsoy: Hocam, Sovyetler Birliği’nin tarih sahnesinden çekilmesinden sonra uluslararası sermaye, insan hakları – demokrasi, emeğe saldırıları hız kesmek şöyle dursun, var gücüyle devam ediyor. Önce Yugoslavya, sonra, Irak, Libya, son olarak ta Suriye’yi tarumar ettiler. Rusya’n in Ukrayna’yı işgali, nükleer savaşı gündeme getirdi. Kafkasya da huzur yok. Bir avuç petrol için Ortadoğu ‘da savaşsız gün geçmiyor. Dünyanın efendileri, dünyayı yeniden dizayn mı ediyor.

Fikret Başkaya: Aslında senin sözünü ettiğin dizayn yeni bir şey değil… Emperyalist statüko’nun oluştuğu günden beri devam ediyor… Dizayn emperyalist statükoyu sürdürmenin bir aracı. Aslında ikinci emperyalistler arası Savaş sonrasında statükonun değişmesi bir olasılık haline gelmişti… Sömürge halkları tarih sahnesine çıkıp biz de varız demişlerdi ama daha fazlasına izin verilmedi… Sömürgecilik, yeni sömürgecilik şeklini alarak yola devam etti, ediyor. Şimdilerde kapitalist dünya sistemi kendini yeniden üretmekte zorlanıyor… Globale South (Küresel Güney) dedikleri ülkelerin doğal ve beşerî kaynaklarını daha çok sömürerek, talan ederek, yağmalayarak yola devam ediyorlar…

Ahmet Külsoy: Sosyalist –Sol ,12 Mart ve 12 Eylül’de düştüğü yerden ayağa kalktı. Bazı kesimler “küçümsese de” Fatsa, Yeni Çeltek, İzmir Tariş de yaşanan Komün deneyimlerini önemli varsayıyorum. 12 Eylül Sonrası da “Bahar Eylemleri, Zonguldak Büyük Madenci Grevi. Büyük Madenci Grevi, grevi aşan boyutlara ulaşmıştı. Kent grevdeydi. Ankara’da yaşanan, Tekel Direnişi’ de hafızalarda yerini aldı. 

Ekoloji ve kadın direnişlerini de yok saymıyorum. Bu direniş ve grevlere rağmen, kalıcı toplumsal dönüşümü neden sağlayamadık. Sosyalist solda mı zaaf vardı, yanlış teşhis mi kondu. Neler söylemek istersiniz?

Fikret Başkaya: Elbette askerî darbelerin tahribatı çok büyüktü… İşçi sınıfına ve bir bütün olarak emekçi sınıflara kapsamlı bir saldırı söz konuşuydu ama işçi sınıfının ve bir bütün olarak emekçi sınıfların püskürtülmesinin ve bir türlü ayağa kalkamamasının küresel kapitalizmin geldiği aşamayla ilgisini de unutmamak gerekir. Neoliberal politikalar, işte serbestleşme, özelleştirme, kuralsızlaştırma …işiçi sınıfının mücadele yeteneğini aşındırdı… Sermayenin önündeki tüm engellerin aşılması, sermayeye büyük bir hareket alanı açtı… Sermaye ücretlerin düşük olduğu ülkelere kaydı ve maalesef her ülkedeki işçi sınıfını diğerlerinin ‘rakibi’ haline getirdi… Bir ülkede ücretler yükseldiğinde sermaye tası-tarağı toplayıp başka bir ülkeye, ücretlerin, vergilerin daha düşük, çevre korumanın pek olmadığı ülkelere iltica ediyor… 

Ahmet Külsoy : Hocam konferans, söyleşi, kitaplarınızda öne çıkan görüş: Kapitalizmin krizde değil, “çöküş” sürecinde olduğunu ifade ediyorsunuz. Bunu detaylandırır mısınız?

Fikret Başkaya: Kriz, genel denge durumundan, normal durumdan bir sapma demeye gelir ama nihai durum veya bir son değildir. Geri dönüşü de ima eder… İşte, kriz geçirmiş denir… Kalp krizi olur, masaj yapılır, anjiyo yapılır, ameliyat yapılır… Böbrek taşı düşürülür normale dönüş mümkün olur… Mesela Çince de kriz, risk ve fırsat anlamlarına geliyor… Yeni imkanların, fırsatların da yolunu açan anlamında… Çöküş söz konusu olduğundaysa artık geriye dönüş mümkün değildir… Eğer bir sosyal sistem, bir üretim tarzı, verili yasal ve kurumsal çerçeve dahilinde toplumun temel ihtiyaçlarını, (işte beslenme, barınma, ulaşım, sağlık, eğitim, güvenlik…) asgarî düzeyde bile karşılayamaz duruma gelmişse, orada artık krizden değil, çöküşten söz edilecektir… Fakat sosyal bir sistemin çöküşü anlık bir şey olarak değil, zamana yayılmış bir süreç olarak tezahür eder…Bir binanın, çökmesi, bir kuşun, bir insanın ölümü gibi anlık bir şey değildir… Mesela Roma İmparatorluğunun uzun zamana yayılmış çöküşünü ifade etmek için décadance (dekadans) kavramı peydahlanmıştır… Bazen bana “hocam, paradigma iflas etti diyorsunuz ama hala yerli yerinde duruyor” diyenler oluyor… Ben de onlara ‘sen Romanın ne kadar zamanda çöktüğünü biliyor musun” diyorum… 

 

İlginizi Çekebilir

Trump: Gazze planı kapsamında Filistinlilerin geri dönüş hakkı olmayacak
61. Münih Güvenlik Konferansı 14 Şubat’ta başlayacak

Öne Çıkanlar