Constantino Kavafis’in Barbarları Beklerken adlı şiiri, şiir severler için bir yel gibidir. Her okunduğunda insanı tarihin dışına ya da düşünceden uçurtmaların peşine yolcular. Elbette İnsan evladının, her sözü , hayali, hayat hissi ve hakkı değerlidir ama çok az hikâye ve his, tarihin dikkatini çekebildiği için esere dönüşmüştür. Bu yüzden her eser kendi sosyal ve toplumsal siyasasını kalıcılık mertebesine taşırken, geldiği yer kadar tanındığı yerlerin realitesine de benzeyerek büyüklüğünü kanıtlar. Kavafis ‘in dizeleri çağımızın gençlik döneminde kaleme alındığında barbarlığın mizacı eskimiş örneklerden ibaretti. Tarihin ufkunda; Ermeni tehciri, Gulag Takımadaları, Zilan Vadisi ,Dersim’in mağaraları, Auschwitz kampları, Saygon ve Diyarbakır vahşetleri görünmüyordu henüz. Ancak Kavafis’ in dediği gibi barbarlık farklı yer, ad, ideoloji ve iştirakçileriyle bir çağı kirletmeye gelmişti ve tüm vahşetler “pek hoşuna” gitti ” (1903)
1950’ye geldiğimizde adı geçen Diyarbakır”ın kaderi diğer yerlere benzemeyecekti. Zira tarihinin en büyük beş dağ savaşına imza atmış Kürtler için , bu defa soğuk savaşın taktikleriyle bezenmiş yeni bir vahşet çağı başlayacak, Kürdistan en uzun soluklu sömürgeciliğin pençesine düşecek ve buna karşı direnen nesillerin zindanlarda geçecek ölüm kalım mücadelesi de başlayacaktı. Barbarlığın gelişini Kavafis gibi Kürt Dengbêjler de bu mekanları ve öncülerini tarif edecek, buradaki acının kapsamını siyaset ve örgütçü teorisyenlerden evvel ifşa edeceklerdir.
Mesela hepsa Sinop ê û Zonguldax ê Mehpûsxana Diyarbekir ê gibi dengbêjlik patenti ile ünlenen hapishanelere düşenlerin dönüşsüzlüğü, siyasi mahkumlara verilen cezaların ağırlığı, aşıkların sürgünü ayrılığa yeğleyişleri ,firarilerin ama en çokta başkaldıranların çürütüldüğü mekânın tasviri toplumsal duyarlılığın sanatsal bir işlenişi olarak bu devirde karşımıza çıkmaktadır.
İşte benim jenerasyonumun hikayesi bu işleyişin Kürt evlerini dolaştığı günlerin tarihidir. Gece dinlediklerimizin benzerleri gündüz karşımıza kolayca çıkardı. Bir dejavu gibi; Cemseler, komandolar, süngülüler, silah toplamalar, başka dilde küfürler, tehditler, yasaklanan isimler, gizli dinlenilen kasetler ve devlete devlet gerek diyen sitemlerin sohbeti mimlediği günler. Bu yüzden ” Girtî û Mehkumê vê Hukûmatê ” Barbarlara karşı bir Kürt klişesidir. Bu klişenin okul ve siyah beyaz ekrandaki imasına çocuk aklımız ermezken, aynı zamanın; dakika, saat, gün, ay ve yıllarında bizden büyük olanların, bizim için göğüsledikleri bir vahşet çağı kendi tarihini yazıyor ve yaşatıyormuş meğer.
Daha önce On İki Eylül Karanlığında Diyarbakır Şafağı’nı, ondan çok sonra, Hep Kavga İdi Yaşamım ve Cesur Yürekli İnsanlar gibi Kürtlerin gözünden 12 Eylül’ü anlatan kitaplar okumuştum. Bir okur olarak hepsinde de insan iradesini aşan ve başka bir irade türünü ispatlayan izlenimler edinmiştim. Ama öğrenci, siyasetçi, direnişçi ve hepsinden sonra da yazan Yazar Recep Maraşlı ‘nın Diyarbakır Ya da Sodom ‘un 5 No’lu Bin Günü adlı anılarını okuyunca Kürtlerin hapishanelerde ama özellikle de 5 No’lu işkencehane tarihinin en az savaş meydanı kadar korkunç ve büyük sonuçlar doğurduğuna inanıyorum. Kitap Dipnot Yayınları etiketi ile basılmış 134 sayfadan oluşsa da okunması çok zor kitaplardan biri sayılır.
Recep Maraşlı ,bıyıkları yeni terlemiş bir genç olarak başladığı siyaset ve hapishane yıllarından, kendi deyimiyle ” % 70 oranında ” sakatlanarak çıkmış ve geride anlaşılması, anlatılması ve unutulması çok zor bir dönem bırakmıştır.
Böyle kitaplara tarihin tarihi demek daha doğrudur. Zira anlatılanlar birebir insanların bedeninde ve bilincinden geçerek yazı malzemesi olmuştur. Belkide düş gücünün işlemediği ve işe yaramaz olduğu tek yazımsal örnekler bu tür tanıklıklardır. Okumak için tahammül , tahammül için de takat gerektiren bu kitap için şok tarifi hafif kalmaktadır.
Maraşlı’ nın 16 yaşında ve 1970’te Erzurum’da başlayan siyasal mücadelesi Mamak ve Diyarbakır hapishaneleri arasında tarihi yıllara dönüşürken, devletin iki işkencehane arasında bile nasıl bir ayrımcılık uyguladığını göz önüne sermektedir. Bazı tespitleri bizatihi yaşayan ve yazan Maraşlı’ dan okumak buranın nasıl bir konsept dahilinde seçildiğini de göstermektedir.
” Diyarbakır 5 No’lu Cezaevinde yaşananlar, modern sömürgeciliğin de bu iktidar fiziğinde faşizm kadar maharetli olduğunu’ gerici’ bir siyasal islamcılıkla ile ‘ aydınlanmacı’ kemalizm’in öteki kimliklerin ‘ fethedilmesi’ yolunda birbirleriyle ne kadar uyumlu olduğunu gösteriyor. “
……….
” Askerler dünyasının koğuş ve kantinlerinde doludizgin yaşanan ve cinsel açlıkla kamçılanan lümpen kültürü, Türklük gurur ve şuuru ile yüceltip, düşmanı cezalandırma, coşkusuyla kışkırtılmış olarak cezaevinde, geleneksel toplum değerlerine bağlı şekilde yetişmiş utangaç Kürt köylülüğünü ve sosyalist muhalefetin en naif ahlaki değerlerini un ufak etti, adeta onların üzerinde tepindi. “
Kitabı Pasolini’nin bir filmi ile paralel bir anlatımla yazan Maraşlı, bu paralel anlatımda gerçeklere barbarbarlık kodu da vermiştir. ” sadistlikten türeyen bu şiddet ve şiddet kompleksi” ancak bu psikolojik perspektifle ele alınabilir. Aksi her durumda Diyarbakır 5 No’lu da özellikle Kürtlere uygulanan vahşetin bir izahı yoktur. Ankara’da MGK masasından, cunta yönetimine ve en dipte ki emir komuta zincirine dek işleyen devlet aklının niyetini görmek bakımından da önemli gözlemler barındırmaktadır. Bu yüzden Diyarbakır hapishanesi bir Kürdistan minyatürü sayılır. Her katmandan, düşünceden, inançtan, cinsiyetten ve yaştan insanın ahlaki ve insani soykırıma uğratıldığı bir minyatür. Üstelik burada planlanan vahşet senaryosunda, gelişecek olan savaşın materyallerini yaratmak ve bu şiddetten nasıl beslenileceğinin de hesaplandığı bir resmi ideoloji stratejisi de yatmaktadır.
Kitap sadece Maraşlı’ nın anlatımı ile sınırlı değildir. Çeşitli zamanlarda aynı olayları yaşayanların tanıklıklarına da yer almıştır.
Beş başlık altında yazılan kitapta önemsiz tek bir satır yok. Her şey gerçek. Her şey insanların başına getirilmiş ve herkes Kürt olduğu için bunlara maruz kalmıştır. Bize inanılmaz, imkânsız gelen her şey bu insanların beynine, bedenine kazınmıştır. İşkence, tecavüz, dışkı banyosu, hakaret, küfür, aşağılama, izolasyon ve yıkım.
Ancak yine bir şiir dizesinde olduğu gibi.
” Çin Seddi bittiği akşam duvarcılar nereye gittiler?
Kürtlerin de büyük sorusu şudur:
Diyarbakır’da o zulmü yapanlar nasıl yaşadılar, nasıl çocuklarını evlendirdiler, nasıl camiye gittiler, hak sözcüğü geçince ne düşündüler, kendileri ile baş başa kaldıklarında insanlıkla vahşet arasındaki o büyük çizgide yüzlerinde ne gördüler, yüzleri ve yürekleri var mıydı acaba?
Yoksa her şey hukuka yansıtılmadan boş duvarların ardından bakarak: “Burada büyük bir mağduriyet yaşandı. O mağduriyetler artık geride kaldı. Türkiye eski Türkiye değil” Demek kadar kolay mı?
Peki o barbarlığa maruz kalanlar nasıl unutacaklar, neyi geride bırakabilecekler acaba!
İyi hafta sonları