Politikacılar ideolojik memurluğa ve şirketlerin teşviklerine göz kırpmadan evvel dünya siyasetinde devlet adamı (Homme d’etat) tabiri kuramsal olarak göz ardı edilemeyecek kadar ciddi bir kavramdı. Hatta ulusların güçlü birer yapı olabilmeleri için devlet adamlığına layık fertler çıkarmaları siyasî bir gereklilikti.
Eğitim,ulusal gelenekler,toplumsal kültür, erdemli yönetime olan inanç ve diplomatik kabiliyet, bu fertlerin ajandasındaki temel başlıklardı. Kanunların dokunulmazlığı kadar, bunun uygulamasıda tarihsel bir katma değerdi. Siyasal kurumlar azdı fakat felsefe,sanat ve kültürün baskın olduğu yakın bir yüzyıldan gelindiği için devlet adamlarının idealizme yabancı olmaları da beklenemezdi.
Bunun bir örneği olarak Birinci Dünya Savaşı, bir nevi devlet adamlarının kendini gösterdiği bir savaştı ve yeni dünyanın şekillenmesinde bu savaşın sonuçları etkili olmuştu. Daha sonraları Batı Avrupa’yı esir alacak olan totaliter rejimlerin bu sismolojiden tersi istikamette faydalandığını da ayrıca hatırda tutarak.
İki kutuplu dünyanın istihbarat,ideoloji ve ekonomik gelişmelerle konjonktürü biçimlendirdiği yıllarına geldiğimizde ise klasik devlet adamının yanında, parti bürokrasileri, kamplaşmış kitleler ve sermaye destekli liderlik performansı global siyaseti, mevcut ölçülerini değiştirmeye zorluyordu. Kuşkusuz dünya, Avrupa ve Amerikan siyasilerinden ibaret değildi ama ana eksenin buradan idare edildiği bir evrende geri kalan liderliklerin bölgesel aksiyonerlikten sıyrılamadıklarını da yarım asırlık gelişmelerden anlayabiliriz.
İletişim imkanlarının az olduğu ve liderlerin fotoğrafla tanındığı yıllarda kimi liderlerin “poloroid ” halleri hala zihnimizde ki yerini koruyor. Buruşuk suratlı Reagan,es geçilmez zekasıyla Teacher, ben’li Gorbaçov,iri yarı Kohl ve karizmatik duruşuyla Mitterrand, 80’li yılların en önemli siyasi figürleriydi.
Bunlar arasında François Mitterrand’ın vizyonu biraz daha başkaydı. Zira Fransız devlet,siyaset ve parti geleneği pek çok devlet ve liderinin ontolojisinden daha farklı idi. Üstelik François Mitterrand, siyaset tarihinde, demokratik bir ülkede 14 yıl boyunca yönetimde kalan bir rekora sahipti. Jacques Chirac’la beraber Fransız devlet geleneğiyle yetişmiş son iki liderden biri olarakta adı çok anılan siyasetçiler biri olmayı hep sürdürdü.
De Gaulle’den sonra bir siyasetçinin cumhuriyetin kurucu nosyonlarında standart yükseltmesi elbette kolay değildi. Ancak Mitterrand bu başarıyı göstererek devlet adamı kariyerini elde etmişti. Özellikle AB’nın esnek bir model olarak Avrupa-Amerika ve Asya arasındaki stratejik önemini arttırdığı yıllarda Mitterrand,ülkesi için içte ve dışta yenilikçi doktrinler üretti. Ve bu üretim zaman içinde AB’nın güçlenmesini sağladığı kadar onun farkını da ortaya koydu. Bugün hiçbir şekilde ne böylesi bir devlet adamı nede böylesi bir Uluslararası zemin var.Onun yerine yarı milis-millitan, medya starı ya da CEO formasyonlu lider adayları ve onları teşvik eden bir teknokratlar düzeni ile kalitesiz ve otoriter liderliklerin hibrid hedeflerinin çarpıştığı bir dünya düzeni var.
Fransız, roman, deneme ve gazete yazarı Herve Le Tellier’in, “Ben ve François Mitterrand” adlı mektup ve deneme karışımı kitabını okuyunca bir kez daha devlet adamı ile hibrid liderlik arasındaki belirgin farkın ne kadar büyük olduğunu görüyoruz. Hatta bu fark bizatihi Le Tellier’ın kitabındaki Mitterrand, Chirac ve Sarkozy’nin birbirinden ayrı liderlik kültürü ve yönetim tarzlarında kendini belli ediyor.
Le Tellier’in kitabı üç Fransız cumhurbaşkanına iktidarları döneminde yazılmış mektuplardan oluşuyor. Her üç cumhurbaşkanının cevapları Elysse’nin bürokratik formalitesinin dışına çıkmazken, cevaplama süresi liderlere göre değişmektedir. Le Tellier,Mitterand’a dostane bir üslüpla seslenip çeşitli anekdotlar aktarırken, Chirac’tan kaybolan kedisi için yardım istemekte ve işlerinden söz edebilmektedir. Üstelik tüm yazışmalar resmi bir prosedüre göre gerçekleşmiş ve herhangi bir sansüre de tabi olmamış. Miterand’ın kültürel ağırlığının dönemin sanat ve bilgi dünyası için pozitif katkılar sunduğu ve benzer bir nezaketin Chirac dönemi için de geçerli olduğu bilinmektedir. Ancak Sarkozy döneminde böyle bir hassasiyetin gösterilmediği ya da kalmadığını satır aralarında görebiliyoruz.
Kısacık bir edebi manzumeden liderlik tarihinin röntgenini çekemeyiz ama klasik liderlikten CEO tarzı liderliklere geçen şartların dünyaya nelere mal olduğunu yeniden okumak ve hatırlamak şu dönem için oldukça önemli. Kuşkusuz kendilerine ait bir yönetim deneyimi olmayan Kürdistan siyaset dünyası için devlet adamı örneğini modern anlamda tarif etmek imkansız. Qazi’den bu yana devletin erk ve eylem dinamizmini liderliğinde buluşturan liderler çıkamadı ve ya da çıkartılamadı. Bu yüzden devlet adamı prodüktivizmini yabancı liderler üzerinden okudukça liderlerin kültürel ve toplumsal kanalları cesaretlendirici tutumlarının uluslara nasıl Çağ atlattığını hayranlıkla izliyoruz.
Aynı şekilde devlet yükümlülüğüne sahip olmanın liderleri nasıl güçlü ve reformcu kıldığını da devlet adamı motivasyonunda görebiliyoruz.
Devlet ve lider paradoksunda şansın Kürdistan’a uğramasını umuyoruz.
İyi pazarlar…