Aslında bu yazının yazılma hikayesi Paris’te Avrupa Sürgünler Meclisi (ASM)’in düzenlediği Yılmaz Güney’i anma programı ile başladı. Program, Güney’in kimi dostları ile farklı siyasi kulvarlarda olup, o döneme tanıklık etmiş kişilerin anlatımları çerçevesinde organize edilmişti. Programla ilgili bir yazı yazma düşüncesi ile salondan ayrılırken, birkaç güne kalmadan Güney’ in kendisi gündeme geldi. Zira Yılmaz Güney’in adı ve hayatı her şeyi o kadar keskinleştirmiş ki; sinemadan, siyasete, edebiyattan, sürgüne, aşktan cinsiyet eşitliğine, sınıf çelişkilerinden tarihsel olgulara kadar her şeydeki benzersiz izleri , onu yeniden gündem yapabilmektedir. Bu yüzden Yılmaz Güney’de tüm çağdaşları gibi anlatımlarda durduğu gibi durmayan ve göründüğü gibi olmayan tüm büyük sanatçılar gibi kendinden sonra da yaşamayı sürdürüyor.
40. Ölüm yıldönümü Güney gerçeğini bir kez daha gündeme getirdi ve aslında geç kalınmış bir bilinçaltı savaşanında fitilini ateşledi. O’nun gibi yetenekli ve elini attığı her şeyde başarılı olmuş bir sanatçının tüm siyasal ve sosyal kesimlerce sevilmesi umut edilse de , Türkiye gibi düşünsel ve siyasal özgünlüklerin kitleselleşme sorunu yaşadığı ve ırkçılığın tetikte beklediği bir yerde , on parmağı on marifet bir sanatçının hakkaniyetle anılması ve anlaşılması ihtimal dışıdır. Söz konusu kişi melek bile olsa ülkenin siyasal genetiği bu hakşinaslığa müsait değildir. Ne devlet ne de millet , sanatın ya da sanatçı bireyin özgür kalmasına ve kendi düşünsel iradesini beyan etmesine tahammül göstermez. Hele hele Kürtlüğü ile döneminin sıcak atmosferine dahil olmuş ve kendini bir siyasi merkez haline getirebilmiş bir akıl ve yetenek sahibine hayat zindan edilir ki, Güney , bunun en iyi örneğidir.
Buna rağmen Yılmaz Güney’in adı etrafında hem dönemin, devletin ve hem de sanatsal değerlerden oluşan çoklu bir siyasal paravanın oluştuğu da gerçektir. Bu paravanın bir tarafında Türklük, sol ve sinema diğer tarafında Kürtlük bulunmaktadır.
Yılmaz Güney’in bu günlerde şiddet ve nefret ikilisine sıkıştırılmak istenmesinin ardında yatan gerçek bu paravanın yaratılmasına sebep olan dayatmaların , tarihsel, sosyal , sanatsal ve özellikle siyasal arka planıdır. Her ne kadar konu kadın ve şiddet meselesi çok güncel hassasiyetlere tevdi edilse de bunun bir inandırıcılığı yok. Zira bunun böyle olmadığını bizatihi Güney ile çalışmış kadın sinemacıların beyanlarından okumak mümkün.
Güney’in sanatçı ve sinematik dehasını Güney’in kadın çalışma arkadaşlarından dinlemek sanırım son günlerde tertip edilen anti Yılmaz Güney ‘ciliğe iyi bir cevap olacaktır. 1962’den beri Türk Sineması’nın yükünü taşıyan ve her biri birer sinema ikonu olan Türkan Şoray , Filiz Akın , Fatma Girik , Hülya Koçyiğit , Şerif Sezer ve Nebahat Çehre gibi başrol oyuncularının Güney hakkındaki görüşleri , O’nun tüm kimliklerini anlamak açısından önemlidir. Bir Güney meraklısı olarak oturup bu kadınların görüş ve düşüncelerini bir kez daha dinledim ve bir kısmında not aldım.
Hülya Koçyiğit : Çok güven duyabileceğiniz bir insandı. Sinema tutkunuydu ve çok karizmatik bir aktördü. Çok sevecenlikle yad ediyorum kendisini, nur içinde yatsın, bir kahramandı aynı zamanda kendisi. O hem sinemamız için bir büyük deha ama aynı zamanda kalbi zarif olan bir insandı.
Filiz Akın : O özel hayatıyla da bir fenomendi. Çok farklı bir kişiliği olan bir insandı. Bakışıyla,duruşuyla,hiç konuşmaması ile veyahut söylediği bir şeyle. Bunun dışında ben onun rejisörlük yaptığı bir filmde oynamaktan çok mutluyum. Çünkü; ilk defa istediğimde serbest bırakan bir rejisörle,yönetmenle çalıştım.
…..O kendi seyircisini kendi yarattı. Çok iyi bir sinemacıydı, çok iyi biliyordu seyirciyi, öyleki herhalde çocukluktan,çok küçükken kafasına koymuş filmci olmayı, aktör olmayı.
Türkan Şoray : Pişmanlıklarımdan birisi de odur, onunla herhangi bir filmde oynamadığım için. Ne yapıp edip şartları zorlayıp birlikte bir film çevirebilirdik. O günkü koşullara uyduk bizde. Bizi bir araya getirmek isteyen yönetmenler olmuş, niye film çekmediğimizi bilmiyorum.
…. Ama o benim pişmanlığımdır. Yılmaz Güney gibi bir sinemacı ile film çekmek onunla aynı sette olmayı çok isterdim. Cezaevi’nde ( İzmit ) onu ziyarete gittim. Canım benim, ben gideceğim diye hazırlanmış, pırıl pırıl takım elbisesini giymişti. Cezaevi müdüründen izin aldık açık havada bir yerde uzun uzun baş başa sohbet ettik. Ondan sonra ayrıldık, bunun son görüşümüz olduğu içime doğdu, ardımdan uzun uzun baktı, onu orada bırakıp gitmek çok acı verdi geldi.
Fatma Girik : Girik , hayranlığını gizlememiş ve Güney’in kendisine aldığı kitapları ömür boyu sakladığı söylemektedir.
Ve Yılmaz Güney ile en fazla filmi olup sonradan olaylı bir aşka imza atmış olan Nebahat Çehre , bir yanıyla bu tartışmanın da diğer tarafı sayılmaktadır. Ancak Çehre, O’nu “dünyanın en zarif erkeğiydi, her gün mutlaka bir buket çiçekle gelirdi eve. Ben onunla tanıştıktan sonra düzenli okumaya başladım. ” Diye konuşmaktan hiç imtina etmemiş ve yaşananları kendince ( haklı olarak ) anlatmıştır.
Bu beş kadın sanatçı 61 yıldır Yılmaz Güney’in krallığını ilan ettiği sinemanın içinde ve farklı siyasal, sınıfsal görüşleri, yetenekleri, kuralları, emekleri ve düşünceleri ile sanat dünyasındaki yolculuklarını başarı ile sürdürmekte ve Güney’e karşı herhangi bir borçları da bulunmamaktadır. Yılmaz Güney’in sinemadaki gücünü bu beş büyük kadından daha iyi kimse tanımlayamaz, anlayamaz, anlatamaz kanaatimce.
Birde Güney Paravanın sol siyasi cenahı var ki asıl meseleyi körükleyen sebeplerde buradadır. Güney’i iyi tanıyan ve onunla Paris’te çalışmış, ona yardımcılık yapmış olan Muzaffer Doyum’un , Yılmaz Güney ile Paris’te İki Yıl adlı kitabını okurken bu beş aktristin ; sinemacı, oyuncu, yönetmen, yapımcı Güney’e dair çizdiği aynı dahiyane tablonun siyaset ve örgütlenme alanında da geçerli olduğunu görmekteyiz. Sinemanın dehası bu defa siyasetin teorisyeni , pratisyeni, diplomatı ve partisiz lideri olarak karşımıza çıkmaktadır. Geride bıraktığı sorunlara, yeni geldiği yabancı ülkeye aldırmadan dünya gündemini takip etmekte ve Kürtlerle ve Türklerin siyasi geleceğini iki ulusun eşit tarihsel aidiyetleri kapsamında tartışmaya açmakta ve solun geleceği için kimsenin söylemeye, görmeye ve de sahiplenmeye cesaret etmediği gerçeklere temas etmektedir. Dönemin siyasi akımları gereği sınıf kavgası revaçta olsada Güney, Türkiye’nin demokrasi ihtiyacını belirlerken Kürdistan’ın eşit görülme talebini ve Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkını her fırsatta dile getirip mevcut tüm Kürt ve Türk partilerin bile önünde çıkışlara imza atmaktadır. Doyum’a göre, yaşasaydı geleceğin ” devrim lideri” olacak kadar büyük bir entelektüel, yorulmaz bir aksiyoner ve idealist bir sosyalisttir.
Bu tespitler kuşkusuz sol ve ona gönül verenler için normaldir. Bunu da aşan ve Güney’i asıl ‘sabıkalı’ yapacak olan şey 1984’te Paris Kürt Enstitüsünün düzenlediği Newroz gecesinde, Bağımsız Birleşik Demokratik Kürdistan talebini dünya kamuoyu önünde açıklamasıdır.
Ölümünden kırk yıl sonra bile emeğini, yeteneğini, dehasını ve siyasi öngörüsünü karalamaya vesilen olan asıl öfke noktası işte budur. Onun unutulmaz siyasi çıkışı bugün sosyal medya polemiklerine bahane olsada Yılmaz Güney gibi bir sanatçının söylediği her söz tarihe yazılmış asılmış bir vesikasıdır ve hakikati göstermektedir. Üstelik dünya sinemasına mal olmuş bir kültür ve sanat insanının fikri mülkiyeti kırk tane siyasi partiden fazla etki uyandırma kapasitesine sahiptir.
Kuşkusuz! Güney’in kadınlara olan yaklaşımı eleştirilmeye tabidir ve en başta Kürt kadınları bu durumu eleştiri konusu olarak görmektedir. Ancak bunu yaparken onu dehasına siyasi aidiyetlerine, kültürüne ve zor zamanlarda halkının varlığına hayatını adamış bir sanat insanın devletçi feministlerin ve ırkçıların linçine kurban edilmesine de sessiz kalınamaz. Güney’e saldıranların dönüp sinemada çeyrek asrını geçirmiş, en başaralı kadın sanatçı unvanlarını emek ve kabiliyetleri elde etmiş büyüklerine, ustalarına bakmasını diliyoruz. Kuşkusuz onu korumaya çalışırken kadın haklarını göz ardı etmiyoruz. Zira Güney’in siyasal düşüncesinin paydaşı ve kadınların eşitlik talebinin de tarafıyız. Ancak sunu da biliyoruz , Güney çok partili hayat sonrasında Türk egemen sistemine karşı Kürtlerin yetiştirdiği en büyük siyasal, entelektüel, sanatsal ve kültürel figürdür. Kürtleri üstü örtük bir şekilde de olsa bu sistem karşısında konumlandıran en cesur sanatçıdır.
Tıpkı Muzaffer Doyum’ un kitabındaki anekdot gibi; ” Yılmaz abi henüz sağken bir İtalyan yönetmen de ‘ her yüzyılda birkaç deha gelir yeryüzüne bu yüzyılın sinema dehası da Türkiye’de ortaya çıktı…’
Not: Türkan Şoray , Filiz Akın , Hülya Koçyiğit ve Nebahat Çehre ‘nin konuşmalarını YouTube aramalarında Yılmaz Güney adı ile beraber bulmak mümkündür.