Devlet adamlarını ve uluslararası meseleleri, Henry Kissinger kadar yaşanan döneme uygun analiz edebilen çok az diplomat vardır. Bu nedenle, uluslararası gelişmeler söz konusu olduğunda, Kissinger’ı hatırlamadan edemiyorum. Trump ile yeni bir aşamaya geçen dünya düzeni, savaş ve barışı iç içe yürütülürken, tarihsel tecrübelerden faydalanmayı da ihmal etmiyor. Kissinger’ın 1919’da yapılan Paris Barış Konferansı üzerine söylediği, “Barış şartları gittikçe nihilistik bir karakter almaya başladı. 19. yüzyılın gizli işler çeviren aristokrat diplomasisi, kitlesel seferberliklerin olduğu çağda anlamsız kaldı” sözleri, günümüzde de diplomasinin ne kadar değiştiğine örnektir. Trump’la birlikte diplomasi medya önünde yapılırken, kitleler bu defa seyirci konumundadır.
14 Şubat’ta Paris’te yapılacak olan Suriye konferansı, bu değişkenliğin adreslerinden biri olarak oldukça önemlidir. Konferansın düzenlenme şekli, yeri, açık ve gizli çağrıcıların kimliği, katılımcı tarafların tarihsel konumu, hem Kissinger’ın tarafların ‘ nihilistik karakteri’ dediği hem de kitlelerin tarihi zorlayan dinamiklerine örnek teşkil ediyor.
1919’da Paris’te yapılan konferansa; Amerika adına Başkan Wilson, Fransa adına Cumhurbaşkanı Clemenceau, İngiltere adına Lloyd George, İtalya adına başbakan Emanuele Orlando ve 27 ülkeden katılımcılar yer almış, yüzlerce oturumdan sonra konferans tamamlanmıştı. Ancak bunca geniş çaplı demokratik katılıma ve tartışmaların renkliliğine rağmen savaşa giden nedenler azalmamış ve konferansın kendisi savaş sebebi olarak tarihteki yerini almıştı.
Nihayetinde biri dünya savaşı olmak üzere onlarca orta ölçekli bölgesel krizin beslediği şartlar çoğalırken, Birleşmiş Milletler’in kuruluşu ve Wilson ilkelerinin ahlaki beyanları dışında konferansın kalıcı bir etkisi olamadı.
Kuşkusuz, olayları kökten çözmemek, büyük devletlerin temel politikasıdır. Paris Barış Konferansı’nı işlevsiz kılan şey de tam olarak bu yönlü bir gizli çıkar durumuydu. Bu durumu özetleyen dönemin İngiltere Başbakanı Lloyd George’un şu sözleri, konferansın nasıl bir sinir harbinin gölgesinde başladığını ve bittiğini özetliyor: “Almanya’yı kemikleri çatırdayıncaya kadar sıkıştıracağım.”
Anglo-Sakson dünyasının başlayan stratejik ittifakı, Fransa’nın güvenlik kaygıları ve Almanya’nın askerî ve ekonomik yükselişi, Paris’te çözümden çok, bu üç devletten birinin Avrupa’dan tasfiyesi ve yeni ülkelerin Avrupa’ya entegre edilmesi üzerine kuruluydu.
Nihayetinde konferansta, yeni dünyanın kurumsal iskeleti ve siyasi prensiplerini içeren maddeler Başkan Wilson tarafından açıklandığında, İkinci Dünya Savaşı da bir başka salonda bekliyor gibiydi. Konferansın aylar süren çalışmaları sonrasında, Bismarck Almanyası acımasız derecede masada yenilgiye uğratıldı. Almanya’nın uğradığı bu prestij kaybı Nazizm ve benzer rejimler için taban oluştururken, Avrupa’nın siyaset dengesini de alt üst etti. Zira dengenin bir diğer ucunda Osmanlı İmparatorluğunun Ortadoğu’su yenilmiş bir devlet statüsündeydi ve Wilson’un on dört maddelik prensiplerinin hedef listesinde yer alıyordu.
Çok geçmeden Osmanlı İmparatorluğu’nun bünyesindeki milletler, Wilson ilkelerinin “manda ve himaye” tezinden hareketle bağımsızlıklarını istemiş ve imparatorluk düzeni, Balkanlar ve Ortadoğu’da kurulan genç ulus devletlerle yer değiştirmişti. ABD, Batı Avrupa’ya koruyucu gözlemci olarak gelirken, Ortadoğu ve Asya ise İngiltere’nin uydu devletleri projesine bıraktı. Ve böylece Ortadoğu’ya monte edilen krallıklar ve cumhuriyetler, bir anda dünyanın haritasını değiştirdi. Ortaya çıkarılan uydu devletler, Wilson ilkelerine göre kurulmadığı gibi, bu ilkelerin toprak ve nüfus yoğunluğu belirlemesi de görmezden gelinmişti. Keza görmezden gelinen yerlerin başında Kürdistan geliyordu..
Kürtler ne yazık ki Paris Barış Konferansı’nda içsel çelişkileri ve devletlerin çıkar hesapları sonucunda büyük haksızlığa uğradılar. Bu nedenle Paris Barış Konferansı Kürtler için de yarım kalan bir konferans sayılıyor.
İkinci Paris konferansının biz dizi büyük gelişme sonrasında farklı aktör ve kimliklere düzenliyor olması, Ortadoğu’nun geleceği için bir karar anıdır. Özellikle 1919’da yapılan yanlışların düzeltilmesi, başta Wilson ilkelerinin self-determinasyon hakkı olmak üzere, Arap krallıkları ve Kemalist rejim arasında paylaşılan Kürt topraklarının uluslararası hukuk bağlamında Kürtler lehine güvence altına alınması konferansın tarihsel sorumluluğudur. Bugün küreselleşme yerine direkt askeri ve ticari müdahale politikası uluslararası sistemin formülü haline gelmiş ve hantal merkezi devletlerden güçlü federal bölgelere geçiş uluslararası sistemin yeni yönetim tercihleri olarak tartışılmaktadır.
Kürtler 1919’dan bu yana hiç durmadılar ve uluslararası sistemin hatalarını görmesi için hem savaştılar hem de adaletin savunucusu oldular. Bu nedenle tam bir asır sonra bir Kürt heyetinin Paris’te olması sadece Kürtler için değil, yeni dünya düzeni için de büyük bir adımdır…