Cemal Nebez “ Kürd Ulusal Düşüncesi” adlı kitabında 1920’li ve 30’lu yılların tüm Kürt liderlerini bağımsızlıkçı ve klasik dönem liderlikleri olarak tanımlamaktadır. Nebez, daha sonra buna Qazi Mihemed’i de eklemektedir. Kuşkusuz Nebez’in bu tespitleri doğru ve kendi akademik araştırmalarına dayanıyor. Ancak Kürdistan tarihinin son elli yılını incelediğimizde, bağımsızlıkla federasyon arasında makas değiştiren yeni dönem liderliklerinin de kendince tarihi etkilediklerini düşünüyorum. Mesut Barzani, Celal Talabani ve Abdullah Öcalan bu tarihin farklı bileşenleri olarak Kürtlerin kader yıllarını belirleyen üç kişi olmuştur.
Barzani ve Talabani’nin siyasi hikayesi bir hükümetle sonuçlanıp daha fazlası için yollar ararken, Öcalan’ın siyasi hikayesi ise hala “ hareket” halinde devam etmektedir. Öcalan, tutsaklığı sebebiyle diğer iki liderden farklı bir kimliğe sahip olup Kürt kamusundaki etkisi ise başka kişi ve okuma şekilleri üzerinden sürmektedir.
Demirtaş, Kışanak ve Zana’nın açıklamalarını bu okumanın son varyasyonları olarakta görebiliriz. Bu üçlünün yaptığı inisiyatif çağrıları, aslında 34 yıllık Kürt siyasetinin Öcalansız şekil alamadığının göstergesidir.
Demirtaş’ın eski köprüleri atan savunması yenilik olarak tarihteki yerini alırken, aynı Demirtaş’ın bir vizyon taraması yaptığı biliniyor.
Gültan Kışanak ise tamamen savunmada kalarak ve daha çok kadın özgürlüğü sahasına hitap ederek, örgütsel durumunu beyan ederek sürece dahil oldu.
Ve ikisinin siyasi kıdemlisi sayılan Leyla Zana’nın yaptığı açıklama Kürt siyaset dünyasının direksiyonunu Kürtlüğe kırma isteğinin toplamı sayılır. Zana, kendince ‘ yas tutma’ olarak adlandırdığı bir dönemin ardından, herhalde rastgele bir röportaj vermemiştir. Zana, bir nevi depoya bırakılmış kimi vurgularla Demirtaş ve Kışanak’ın kaygı eşiğine gelirken,röportajın geneli bazı şeyleri söylüyor zaten .
Bu yüzden farklı yaş, dönem ve akıl dünyalarına sahip olan üç siyasetçinin mesajındaki Öcalan vurgusu yeni gibi gelmeyebilir ama bölgesel siyasi gelişmelere göre yeni bir şeydir.
Bu yeniliğin en önemli yanı, Kürdistan meselesinin hiç olmadığı kadar uluslararası diplomaside yarattığı “kara delik” ve onun yuttuğu bölgesel nizamın Kürtsüz ilerlemeyeceği gerçeğidir. Bu gerçek aynı zamanda Kürdistan’daki iç dengelerin de uluslararası güçler lehine dizaynını gerektirmektedir.
Batılı koalisyonun Kürtleri, müttefik olarak yanında görmek istediğini Güney Kürdistan ve Rojava deneyimlerinden biliyoruz. Buna Kürtlerin bölgesel statüko içinde daha fazla tarafsız kalmalarının mümkün olamayacağını ekleyebiliriz.
Bu nedenle Öcalan’ın görüşlerini açıklama etkisi şimdiye kadarki 24 yıllık geçmişinden çok daha farklı sonuçlar getirecektir. Görüş belirtme ritüelini devletin tercihine bırakarak, olası bir görüşmenin Kürt siyasetinin ana omurgasına fazlasıyla yansıyacağını düşünüyorum. Zira Öcalan’ın her açıklamasından sonra yeni partilerin kurulması, kimi kadroların yedeğe alınması, yeni kişilerin sahneye alınıp yeni fikirlerin bir paket şeklinde tartışmaya açıldığı bilinmektedir.
Bu da bizi Kürt siyasetinin tükettiği bazı deneyimlere götürmektedir. 2002’den 2011’e kadar tartışılan Demokratik Cumhuriyet tezinin 2011’de DTK’nın ana hedef olarak belirlediği “ Demokratik Özerklik” ile tahkimi Kürt bürokrasisinin türbülansı olarak kayda geçerken, 2015’te eldeki yerel gücün “ Yeniden Demokratik Özerklik” şeklinde formatlanması, bir nevi Demokratik Cumhuriyet sürecinin çöküşünü getirmişti. Bunun ideolojik patentini oluşturan Türkiyelileşmenin Kürtler tarafından reddedilmesi ise Kürt tarafının devletle olan müzakere şartlarını yeniden gözden geçirmesini zorunlu kılmış durumda.
Bugün her ne kadar Kürt tarafı muhataplık meselesine odaklansa da müzakere zemininin nedenselliği taraflar için daha öncelikli görünüyor. Halihazırda Kürt kamuoyunda Türkiyelileşme, Türk tarafında ise yerel yönetimlerin bile kabul görmediği düşünüldüğünde müzakere ile müzakerecinin birbirine bağımlı hale gelmesi konjonktürün gücü açısından oldukça öğreticidir.
Alıcılarımız Türkiye’nin ekonomik ve siyasi sıkışmışlığına odaklansada Kürt siyasetinin son sekiz yıldır alternatif bir müzakere alanı geliştirdiği söylenemez.
Bu yüzden Öcalan’ın işi çok daha zor ve hareket kabiliyeti eskiye nazaran çok daha kısıtlıdır Üstelik ultra milliyetçi bir bürokrasi ve onun bölgesel gelişmeler paralelinde azgınlaşmış yayılmacı bir devlet aklının barışmaya ne kadar vakit ayırabileceğini kimse ön göremiyor.
Bize kalan Demirtaş’ın Aforizmaları, Kışanak’ın Pragmatistliği ve Zana’nın röportajı üzerinden kimi notlar almaktır. Doğru ve yanlışı ancak zaman gösterir.