Bezwan: Kerkük’te yaşananlar Kürtlere dönük ‘saldır, böl, yönet’ siyasetinin sonucu

GenelGündem

Viyana Üniversitesinden Siyaset Bilimci Naif Bezwan Evrensel’den Şerif Karataş’a konuştu. 

Bezwan son gelişmelerin “Kerkük’ün Kürdistan Bölge Yönetimine dahil edilmesinin engellenmesine” yönelik olduğunu belirtti.

 Kürt siyasetlerinin kendi içindeki çatışmalı durumu, ortak bir siyasi tutum belirleme konusunda gösterdikleri zafiyeti işaret eden Bezwan, “Bu durum devletlerin böl-yönet politikalarına hız kazandırmakla kalmayıp, uğursuz planlarını “etnik” çatışma adı altında sürdürmelerini kolaylaştırmaktadır” dedi.

 

Bewzan’la yapılan röportaj şöyle:

 

Irak Kürdistan Bölgesel Yönetiminin 25 Aralık 2017’de yaptığı bağımsızlık referandumunda yüzde 92.73evet oyu çıkmıştı. Irak ordusunun 2017’de Kerkük’te el koyduğu Kürdistan Demokrat Partisi (KDP) binasını partiye geri verilmesi kararı üzerine başlayan protestolar farklı etnik siyasetleri karşı karşıya getirdi. Can kayıplarının da yaşandığı bu sıcak gelişmeyi nasıl yorumlarsınız?

Kürtlerin Lozan’la birlikte mahkum edildikleri statüsüzlük, tanınmama, yok sayılma ve yok edilme siyaseti üzerine inşa edilmiş statükonun aşılmasında önemli bir dönüm noktası teşkil eden 2017 referandumu, başka hiçbir noktada bir araya gelmeyen Kürdistan’a hükmeden dört devletin ortak militer, paramiliter, siyasi ve diplomatik ve ekonomi ambargo tehditleri Kerkük’ün ve diğer tartışmalı bölgelerin yeniden işgal edilmesiyle sonuçlandı. Yüz küsur yıl önce İngilizlerin şiddet ve bastırma politikalarıyla Bağdat’ta kurdukları Sünni Arap Haşimi Krallığına bağlanan Kerkük, bu kez İran destekli paramiliter güçlerinin vahşi saldırılarıyla Şii ağırlıklı Irak devletine teslim edildi ve 2017’den bu yana bir kez daha çok yönlü demografik yapıyı değiştirmeye yönünde yapılan saldırı ve müdahalelere maruz kaldı. Bağdat hükümetiyle yapılan müzakereler sonucu varılan mutabakatın gereği olarak Kürdistan Demokrat Partisinin (KDP) Kerkük il yönetim binasının iade edilmesi kararı üzerine başlatılan ve bütün Kürtleri hedef alan şiddet olayları, “etnik” çatışma değil ve fakat Kürtlere dönük kuşat, saldır, böl-ve yönet siyasetinin bir sonucudur. Bu çatışmalar, Kerkük’te yaşayan farklı toplumların hak, temsiliyette adalet, şehrin çok kültürlü ve çok dilli yapısının korunması ve bütün toplumların barış içinde birlikte yaşama talepleriyle ilgili olmadığı gibi bizzat bütün bu değerlerin dinamitlenmesi amacına yönelik olduğu aşikardır. Kürtlerin Bağdat’tan ayrılmasını her fırsatta “savaş sebebi” olarak gören bu devletlerin neden nihayet Bağdat hükümeti ve Kürdistan Bölgesel Yönetimi arasında başlatılan bir normalleşme sürecinin gereği olarak atılan bu sembolik adıma bile tahammül etmedikleri üzerinde durulmaya değer bir konudur.

Kerkük’ün, petrol zengini bir bölge olmasının sürekli gerilimlerle bağlantısı hakkında neler söylersiniz?

Kanımca Kerkük’te bir tek petrol kuyusu dahi olmasaydı -ki bu kuşkusuz bu kadim şehirde yaşayan bütün toplumların hayrına olurdu-, bu müdahale ve saldırı girişimleri ne yazık ki son bulmayacak, farklı jeopolitik, jeoekonomik ve siyasi argümanlar ileri sürülerek, Kerkük’ün Güney Kürdistan’ın siyasi birliğine dahil edilmemesi türlü yollarla engellenmeye devam edilecekti. Söz konusu argümanlar işgalci ve yayılmacı emelleri olan güçlerin hesapları ve meşrulaştırma çabalarının vazgeçilmez bir gereğidir. Mesela 1920’li yıllarda İngilizlerin Bağdat sömürge komiseri Güney Kürdistan (Musul vilayeti) olmaksızın Basra ve Bağdat’tan müteşekkil bir Irak manda devletinin kurulmasının mümkün olmayacağından hareketle Güney Kürdistan halkının kendi geleceğini tayin etme hakkı engellenmekteydi. 1960’lı yıllardan bu yana ise bütün Baas ve Bağdat rejimleri, Kerkük’ün Kürdistan’a dahil edilmesi halinde Kürtlerin bağımsızlığa doğru ilerlemesinin engellenmeyeceği öne sürülerek çatışma ve Araplaştırma siyaseti uygulayageldi. Bugün “stratejik uzman” falan gibi sıfatlarla her gün ana-akım Türk televizyonlarda arzıendam eden bir kısım zevatın, mealen  “Biz yüzyıl önce Kerkük‘ü İngilizlere bırakmıştık, Kürtlere geçmesi halinde müdahale etme hakkımız doğar” argümanlarına ne demeli? Bu son saldırı ve kışkırtmaların asıl hedefi Kerkük’ün Kürdistan Bölge Yönetimine dahil edilmesinin engellenmesidir. Ana akım Kürt siyasetlerinin (KDP, PKK ve YNK’nin) kendi içindeki çatışmalı durumu, ortak bir siyasi tutum belirleme konusunda gösterdikleri zaafiyet ise ilgili devletlerin böl-yönet politikalarına hız kazandırmakla kalmayıp, uğursuz planlarını “etnik” çatışma adı altında sürdürmelerini kolaylaştırmaktadır.

Protesto ve can kayıplarının ardından Kerkük Valisi Rakan Said el-Cuburi el konulan KDP binasının teslim edilme kararının ertelendiğini duyurdu. Ardından protestolar duruldu. Bu bağlamda neler söylemek istersiniz?

Tek başına bu olgu bile söz konusu “protestoların” spontane gelişmediği, Kerkük’te yaşayan farklı toplumların haklı kaygı ve taleplerinin tezahürü olarak şekillenmediği, aksine belli merkezlerce sevk ve idare edildiğini çarpıcı bir şekilde ortaya koymaktadır.

Gerilimden önce Dışişleri Bakanı Hakan Fidan da hem Irak merkezi hükümetle hem de Kürdistan Bölge Yönetimiyle görüşmeler yaptı. Fidan görüşmelerde “Kerkük’te artan PKK mevcudiyetine süratle son verilmeli. Türkmenleri her alanda destekleyeceğiz” ifadelerini kullandı. Gerilimin artmasında bu ziyaretin etkisi ile ilgili neler söylersiniz?

Türkmenlerin haklarını, mesele türlü Baas rejimlerine ya da herhangi bir Bağdat hükümetine karşı değil de bu haklara nihayet en fazla riayet eden ve Türkmenlerle birlikte yaşama iradesini ortaya koyan Kürtlere karşı bir yayılma ve müdahale silahı olarak ileri sürülmesi izaha çok muhtaç bir konudur. Yapılması acilen gerekli ve bütün toplumların hayrına olan hem Kerkük’te hem de Kürdistan’ın hem de her yerinde silahtan ve şiddetten arındırmış müzakerelere dayalı çözüm yollarına bir an önce hayata geçirmektedir.

Fidan, Irak ziyaretinin ardından İran’a da bir ziyaret yaptı. Bu bağlamda Irak ve İran’a yapılan ziyaretlerin hem Irak hem de Suriye’ye yansımasına ilişkin değerlendirmeniz nedir?

İki postemperyal devlet olarak aşağı yukarı eş zamanlı olarak kurulan Türk ve Fars devletlerine hakim olan elitin tarihsel hafızası, zihniyeti ve siyaset akli bir süredir yeniden bariz bir şekilde nükseden yayılmacı ve yıkıcı bir emperyal sendromla malumdur. Anayasal rejimleri, resmi ideolojileri, idari yapıları önemli farklılıklar gösterse de, içeride muhalefeti sindirme ve baskılama, askeri teknolojiyi geliştirme ve silahlanma, devletin zor kullanma kapasitesini artırma; dışarıda ise Batı’yla rekabet ve çatışma ve nihayet bölgesel yayılma ve nüfuz alanlarını oluşturma İran ve Türkiye’nin yeni emperyal siyasetinin temel unsurları olarak karşımıza çıkmaktadır. Bütün parçaları ve varlığı ile Kürtler ve Kürdistan bu siyasetin laboratuvarı ve darülharbi olarak görülmektedir. Kürtleri yüzyıldır kuşatan statükonun Güney ve Rojava Kürdistan’ında çatırdamasıyla Türkiye ve İran hem Irak ve Suriye devletleri üzerinden hem de bütün bir Kürdistan sathında çok yönlü askeri, siyasi ve diplomatik müdahalelerle statükonun Kürtler lehine değişmesinin bütün güçleriyle engellenmeye çalışmaktadır.

ABD’nin Irak işgalinin üzerinden 20 yıl geçti. Kerkük’teki gerilimle ilgili ABD’nin tutumunu nasıl yorumlarsınız?

ABD’nin işgal sonrası Irak politikası, Kürtleri Bağdat’ta tutma, Bağdat’ta ve Hewler’de İran etkisini azaltma ve kendisiyle uyumlu çalışan hükümetler görme seklinde özetlenebilir. Bunun gereği olarak ABD yönetimleri Kerkük ve “itilaflı” olarak adlandırılan diğer bölgelerin statüsünün referandum yoluyla belirlenmesini öngören Irak Anayasası’nın 140. maddesinin uygulanması konusunda genellikle sessiz kalmayı tercih ettiler. Hatta bilindiği gibi Trump yönetimi 2017 referandumuna karşı çıkarak İran destekli Şii ağırlıklı Bağdat hükümetinin militer ve paramiliter güçlerinin Kerkük’ü işgal etmesinin önünü açarak mevcut durumun ortaya çıkmasında önemli bir rol oynadı. Ancak ABD yönetiminin Kerkük’te yeniden tetiklenmek istenen çatışmaların, Irak politikasını zora sokacak bir provokasyon olarak gördüğü anlaşılmaktadır. Bu bağlamda, ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcü Yardımcısı Vedant Patel’in bütün tarafları “ihtilafları” “diyalog ve Irak Anayasası’nın 140 maddesinin aktifleştirilmesi yoluyla çözme” çağrısı dikkat çekicidir. Şimdiye kadar 140 maddenin uygulanması konusunda açık bir çağrı yapmaktan kaçınan ABD’nin bu talebi resmi olarak dile getirmesi Kerkük üzerinde geliştirilecek ve bütün bir Irak’ı etkisi altına alacak yeni bir çatışma ihtimalini ciddiye aldığını görülmektedir.

Kerkük’te gerilim yaşanırken, Suriye’nin doğusundaki Deyrizor bölgesinde, bazı Arap aşiretleri mensupları ile Kürt güçlerinin liderliğindeki Suriye Demokratik Güçleri (SDG) arasında çıktığı belirtilen çatışmalar birinci haftasını geride bıraktı. Bu çatışmalar neden başladı?

Deyrizor’daki çatışmalar Türkiye’nin askeri ve siyasi olarak açık ve doğrudan müdahalesiyle meydana geldi. Aşağı yukarı eş zamanlı olarak gelişen Deyrizor ve Kerkük kalkışmalarının hedefinde Güney Kürdistan ve Rojava’daki Kürt yönetimlerinin olduğu şüphe götürmez. Yeni olarak görülebilecek şey, Ankara’nın Suriye’de süregelen yıkıcı ve yayılmacı siyasetine bir “Arap aşireti” boyutunu katma girişimi, Arap ve Kürt halkları arasında etkisi on yıllarca sürebilecek yeni husumetlerin tohumlarını atma stratejisidir. Kürtlerle müzakereyi kategorik olarak reddeden Ankara yönetimi‚ “Arap aşiretleri” adı altında ortaya sürdüğü yeni unsurlarla bir yandan çatışmayı sosyolojik olarak derinleştirmeyi amaçlarken, diğer yandan da Rojava’yı kuşatma ve ortadan kaldırma siyasetini yeni bir aşamaya tırmandırmaktadır. Bunu yaparken, SDG’nin bu bölgenin siyasi ve sosyolojik entegrasyonu konusunda karşılaştığı zorlukları veya yönetim zaafları kullanılmaktadır.

Deyrizor’un petrol ve doğal gaz kaynaklarına sahip olmasının etkisi hakkında neler söylersiniz?

Biraz önce Kerkük petrol meselesi bağlamında yaptığımız değerlendirme burada da geçerlidir. Rojava’da petrol ve gaz kaynaklarının hiç bulunmadığı yerlerde de her gün saldırı ve suikastların düzenlemesi nasıl izah edilmeli? Bununla, petrol ve gazın çatışmaların ortaya çıkarılmasında önemli bir rol oynamadığını ima etmek istemiyorum, sadece Türk hükümet yöneticileri tarafından her gün açıkça ifade edildiği gibi Rojava’nın statüsünün yok edilmesine dönük temel siyasetine dikkat çekmek istiyorum. Hatırlayalım, Afrin’e neden askeri hareket yapıldı? “Terör devletinin denize açılmasını engellemek…” Olan ne? Kürtlerin zorla göçertilmesi, demografik yapının kalıcı bir şekilde Kürtlerin aleyhine değiştirilmesi amacıyla bölgenin dışında bağlı unsurların yerleştirilerek bir yerleşim ve güvenlik kolonisinin ihdas edilmesi. Afrin felaketi, Türk devlet yönetiminin bütün Kürdistan’da görmek ve kurmak istediği “ideal düzeninin” somut pratiğidir. Amaç bu olunca, bazen güvenlik, bazen jeopolitik, bazen petrol ve gaz ve bazen de hepsinin karışımı bir politikanın içeride ve dışarıda meşruiyet elde etme çabalarının araçsal ve kullanışlı argümanları olarak öne çıkması şaşırtıcı olmasa gerek.

Suriye’deki son dönemlerde yaşanan gerilimde Rusya ve ABD’nin, hem Suriye hem de bölge politikaları açısından rekabetinin izleri var mı?

Suriye’de hem bölgesel hem de bölge-dışı güçlerin bizzat sahada varlık gösterdiği, dinamik ve çoklu bir çatışma ekseni mevcuttur. Ortada Rusya, ABD, İran ve Türkiye gibi başlıca aktörlerin yer aldığı 19. ve 20. yüzyılın başlarını aratmayan nüfuz alanlarını oluşturma ve hakimiyet kurma girişimlerine tanıklık etmekteyiz. Tarihsel olarak bu tür konjonktürlerde ortaya çıkan başlıca çıkış yolları: (a) taraflardan birinin elimine edilmesi ya da sahada önemli bir güç kaybına uğratılması, (b) yeni ittifaklarla güç dengesini kendi lehine çevirmek, bunlar sonuç vermediği taktirde, (c) emperyal çıkar dengesi çerçevesinde bir uzlaşmaya gidilmesi. Halihazırda Suriye’deki çatışma süreci Rusya’nın Ukrayna’ya saldırmasıyla başlayan çok daha büyük bir jeopolitik çatışmanın bir parçası haline gelmiş bulunmaktadır. Suriye haklarının kaderi her zamankinden daha fazla bu global çatışmanın seyrine bağlı hale geldiği görülmektedir.

Son olarak eklemek istediğiniz bir husus var mı?

Bu son çatışmaların da bir kez daha gösterdiği gibi Türkiye ve İran arasında bütün Kürdistan sathında sürdürülen hakimiyet siyasetinin anlaşılması ve ortak bir siyasetle karşılanması bütün Kürtler için belirleyici bir öneme sahiptir. Bu bağlamda dikkat çeken nokta Türkiye ve İran bu Kürdistan üzerinde hakimiyet siyasetlerini sürdürürken doğrudan karşı karşıya gelmek yerine sınır ötesi askeri müdahaleler, vekalet savaşları ve böl-yönet politikalarına başvurmaktadırlar. Bütün güçleri ve enstrümanlarıyla Kürdistan’da yüzyıl önce temelleri atılan koloniyal statükonun devamı konusunda iş birliği yapan Türkiye ve İran yönetimleri statükoyu sürdürmenin mümkün olmadığı koşullarda ise yayılma ve askeri müdahalelerle Kürdistan’ı belde belde, şehir şehir, bölge bölge ele geçirme, yeniden bölme ve egemenlik sahaları inşa etmek siyasetini hızlandırmaktadır. Burada kilit nokta, her iki devletin Kürtlerin aleyhine olmak üzere hem statükocu hem de revizyonist politikalar uyguladıkları gerçeğidir. Bununla, Kürtlerin en az yüzyıldır süren kendi geleceğini tayin hakkının gasbedilmesi, kendilerini özgür bir şekilde yönetmesinin önüne geçilmesi, hukuki ve siyasi olarak tanımlanmış bir statüye sahip olmalarının engellenmesi, ve nihayet Kürtlerin ve Kürdistan dahil olduğu herhangi bir meselenin müzakere yoluyla çözülmesinin önüne geçilmesi amaçlanmaktadır. Kürt siyasetinin ve toplumunun bu yeni durumla nasıl baş edeceği, bunu hangi politikalarla karşılayacağı günümüzün en yakıcı ve tayin edici sorunu olarak gündemdeki yerini korumaktadır.

İlginizi Çekebilir

Brezilya Devlet Başkanı Lula, Putin’e verdiği ‘tutuklanamaz’ garantisini geri çekti
Selçuk Mızraklı’nın tahliyesine ‘yeni iddianame’ engeli

Öne Çıkanlar