Bezwan, ”Savaşın yaygınlaşması halinde Kürtler ve Kurdistan özellikle İran ve Türkiye’nin doğrudan işgal girişimlerine ve imha politikalarına maruz kalabilirler. Başka bir deyişle, jeopolitik bir fırsat penceresi açıldığında ya da bölgesel bir kargaşa ortamında İran ve Türk rejimlerinin Güney Kurdistan ve Rojava’yı işgal etme ve yönetimlerini ortadan kaldırma girişimleri yakın ve doğrudan bir tehlike haline gelebilir.” diyor.
Yeni Özgür Politika Gazetesi’nden Mıheme Porgebol, Viyana Üniversitesi’nden Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Uzmanı Naif Bezwan ile Filistin-İsrail savaşını, Rojava’ya saldırıları ve bu kargaşa ortamında Kürtleri nelerin beklediğini ve nasıl bir pozisyon almaları gerektiğini konuştu.
Gazetenin bugünkü sayısında yayınlan röportajın tamamı şöyle.
Karabağ Savaşı, Türkiye’nin Rojava’ya saldırıları ve son olarak da Filistin-İsrail savaşı… Belli ki Ortadoğu’da bir şeyler değişiyor. Siz tüm bu olanları nasıl okuyorsunuz?
Globalleşme çağı, aynı zamanda yerel çatışmanın kaçınılmaz olarak küresel bir boyutu olduğunu, küresel çatışmaların da yerel etki ve sonuçlar ürettiğini ima eder. Belirttiğiniz çatışmalar küresel ve bölgesel etkiler üreten türden ihtilaflardır ve birbiriyle bağlantılı jeopolitik bir kuşakta, yani Ortadoğu ve Kafkaslar’da yer almaktadır.
Bu ihtilafların aktörleri ve siyasi tahayyülleri arasında büyük farklılıklara rağmen her üçünün de Ortadoğu ve Kafkaslarda Birinci Dünya Savaşı sonrası Osmanlı ve Rus çarlığının yıkılma sürecinin ortaya çıkardığı, çözümsüz bırakılan ya da çözümü sürekli ertelenen milli meselelerdir. Yine her üç ihtilaf da tarihsel, toplumsal ve kültürel açıdan çok toplumlu, çok kültürlü, “federal” karakterli coğrafya ve toplumlar üzerinden tek ve hâkim bir etnik grubu inşa etme politika ve pratiklerinin sonucunda ortaya çıkan çatışmalardır. Son olarak her üç ihtilafın da literatürde çözümü “yönetilemez” ya da “dondurulmuş” olarak adlandırılan ihtilaflar olarak tanımlanması dikkat çekicidir. Ancak bu kavramlar çözümün zorluğuna işaret edebileceği gibi aslında çoğu zaman çözümsüzlüğü bir çare olarak kodlayan bir yaklaşımı da ima edebilir.
Tarihsel bir okuma denemesi babında mevcut jeopolitik durumu irdelemeye çalıştığımızda, sürecin birçok açıdan I. ve II. dünya savaşları öncesi durumla çarpıcı benzerlikler gösterdiğini değerlendirebiliriz. Bunu kısaca şu şekilde izah edeyim. Dünyanın jeopolitik haritasının çok yönlü ve çok aktörlü müdahalelerle her gün yeniden şekillendiği, özellikle Rusya’nın Ukrayna saldırısıyla birlikte daha da belirgin hale gelen küresel bir yeniden bloklaşma ve saflaşma sürecinden geçiyoruz. Bu kızışan jeopolitik çatışma ve rekabet ortamının da eski Lebensraum siyaseti (hayat sahası) veya Lebenskorridor (hayat koridoru) diye ifade edebileceğimiz bir yaklaşımla adeta yeniden güncellenirken ideolojik, kültürel, ekonomik ve politik farklılıklar çatışma sebebi olarak kodlanmakta ve ihtilafların ancak farklıkların ortadan kaldırılmasıyla çözülebileceği anlayışı egemen hale gelmektedir. Bunun sonucu olarak bir yandan, jeopolitik bağlantı yollarının inşa edilmesi, petrol ve doğal gaz kaynaklarının elde edilmesi ve ikmal yolları üzerinde nüfuz alanlarının oluşturmasından kaynaklanan global bir pazarlık ve çatışma sürecine tanıklık etmekteyiz. -Hatırlayalım, Rojava’ya yönelik işgal ve imha saldırılarının en başta gelen nedeni sözüm ona “terör koridorunun”, yani Kurdistan’ın Efrîn üzerinden denize ulaşma ihtimalinin yok edilmesi ve hayat damarlarının kesilmesiydi.- Diğer yandan, var olan ihtilafların müzakere ve barışçıl yollarla çözülmesinin dışında her yolun mubah sayıldığı, büyük çaplı savaş suçlarının islendiği, hukuk, adalet ve insanlığa dair bütün ölçülerin yerle bir edildiği, tarihçi Dan Diner’den ödünçle, bir medeniyet kırılması sürecinin yaşanmakta olduğunu gözlemlemekteyiz. Suriye iç savaşından Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısına; Karabağ Savaşı’ndan Türkiye’nin Rojava işgali ve saldırılarına ve İsrail-Hamas savaşına kadar geniş coğrafyalarda her gün bu medeniyet kırılmasının veçhelerine tanıklık etmekteyiz.
Muhtemel bir yanlış anlaşılmayı önlemek için şu noktayı vurgulamadan geçmeyeyim. Ekolojinin tarumar edilmemesi koşuluyla yeryüzünün bütün toplumlarının birbiriyle demir, deniz, hava ve karayollarıyla bağlanmasının; ticari, insani ve kültürel alışverişlerinin güçlendirilmesinin gerekli, anlamlı ve değerli girişimler olduğunu düşünüyorum. İtiraz ettiğim ve tehlikeli gördüğüm eğilim, bu projelerin küresel bir çatışma, husumet ve rekabetin aracı haline getirilmesi ve nihayet bir kuşatma, nüfuz alanları oluşturma ve hegemonya inşa etme araç ve siyaseti olarak uygulanmasıdır.
7 Ekim’den beri süregelen Filistin-İsrail savaşını nasıl yorumluyorsunuz? Ne oldu ve nasıl oldu da şiddetin dozu buralara evrildi? Hamas nasıl her şeyi göze alacak aşamaya geldi ve İsrail de buna karşılık gözünü kararttı. Filistin-İsrail meselesinde bir kopma noktası veya finale mi gidiliyor?
Filistin meselesi de Kurdistan meselesi gibi Birinci Dünya Savaşı sonrası kurulan “milli” devlet rejimlerinin ve çizilen sınırların niteliğinden kaynaklanan ve çözümü hep ertelenen, Ortadoğu’nun bölgesel düzeninin yapısal meselelerindendir. Başka bir deyişle hem Filistin meselesi hem de Kurdistan meselesi Ortadoğu statükosu için kurucu iki temel meseledir, yani ilgili ülkelerin rejimlerinin niteliğini belirleyen ve tanımlayan özelliklere sahiptir. Dolaysıyla bu iki kurucu ihtilafın hangi yöntem ve araçlarla çözüleceği meselesi Ortadoğu’da bir arada yaşama, sürdürebilir bir istikrar ve bölgesel refah ve iş birliğinin temel şartları ve göstergeleri olarak önümüzde durmaktadır. Öte yandan, yüzyıldır süregelen bu iki temel ihtilafın ortaya koyduğu tarihsel bir gerçek varsa o da şudur: Her iki halkın kendi geleceğini tayin etme hakkına saygı gösterilmedikçe Filistin ve Kurdistan meselelerinin çözümü mümkün değildir. Bu iki mesele çözülmedikçe Ortadoğu’da sürdürebilir barış, refah ve istikrarın inşa edilmesi mümkün değildir.
İsrail devleti, Kurdistan üzerinde hükümranlık kuran devletlerin Kürtlere yaptığından farklı olarak ne Filistin’in Arap kimliğini ne de kendi geleceğini belirleme hakkını kategorik olarak inkâr etti. Ama buna rağmen, sözünü ettiğim her iki hakkı da sınırlandıran, mümkünse gerçekleştirilmesini imkânsızlaştıran bir siyaset izleyegeldi. Bunu yaparken de Kurdistan’a hükmeden devletlerin yaptıklarına benzer şekilde, makul çözümleri dışlayarak tamamen güvenlikçi ve etnik dominasyona dayanan politikalar uyguladı. Bu siyasetin bir gereği olarak mesela, 1993 Oslo Anlaşması’nda İsrail tarafından “iki devletli çözüm” kabul edilmesine rağmen bunu gerçekleştirmek yerine böl-yönet politikalarına başvuruldu ve adil bir çözüm sürekli olarak ertelendi. İsrail, askeri güç ve yerleşim politikaları yoluyla sahada emrivaki bir durum yaratma siyaseti izledi. Bu aynı zamanda Hamas gibi radikal dinci ve cihadist hareketlerin güçlenmesine de zemin hazırladı.
Hamas’a gelince… Bu oluşum, bir Filistin iç savaş partisi olarak şaibeli bir şekilde zuhur etti. Başından beri çözümün değil ve problemin bir parçası olarak ortaya çıkıp bugüne kadar varlığını sürdürdü. Örgüt, 1987 yılında kurulmasına rağmen asıl şöhretine 1993 Oslo Anlaşmasından sonra hem PLO (FKÖ – Filistin Kurtuluş Örgütü) hem de İsrail’e karşı geliştirdiği radikal söylemlerle kavuştu. “İki devletli çözümü” öngören söz konusu anlaşma hükümlerine karşı Hamas, Yahudi İsrail devleti ve toplumunun ortadan kaldırılmasını siyasi bir program ve stratejik bir hedef olarak önüne koydu ve bunu kendi varlık sebebi olarak benimsedi. 7 Ekim’de sırf Yahudi olduğu için sivillere yönelik gerçekleştirdiği toplu katliam, Hamas’ın bu politikasının mantıksal bir sonucu ve dehşet verici doruk noktası olarak görülmelidir.
Bu saldırıdan sonra olacakları kestirmek gerçekten zor çünkü ortada dinamik, değişken ve öngörülemez bir çatışma süreci söz konusudur. Ancak bütün göstergeler, en azından Batı dünyası nezdinde, bundan böyle Hamas’ın Filistin davasının bir sonucu olarak ortaya çıktığına dair yaygın kabulün ima ettiği hoşgörünün gösterilemeyeceğine ve giderek IŞİD tarzı bir örgüt muamelesi göreceğine işaret etmektedir. Bunun anlamı, öncellikle Hamas’ın Gazze’de inşa ettiği teritoryal egemenliğinin ortadan kaldırılması ve giderek siyasi ve askeri olarak olabilecek kadar etkisiz hale getirilmesidir.
Burada asıl mesele, Filistin Ulusal Yönetimi eski başbakanlarından (2007-2013) Salam Fayad’ın kısa bir süre önce ifade ettiği gibi, Gazze’de Filistin halkının kendi toprakları üzerinde var olma, yaşama ve kendilerini yönetme hakkının mutlaka korunması, güvenceye alınması ve savaşın hiçbir suretle bu amaç doğrultusunda kullanılmamasıdır. Bu yönde atılacak her adım sadece büyük çapta savaş suçları işlenmesiyle kalmayacak aynı zamanda savaşın tehlikeli bir şekilde yayılma olasılığını da arttıracak.
Peki yayılır mı? En azından bu savaşın tüm Ortadoğu’ya yayılma ihtimali çok güçlü gibi görünüyor. Siz bu ihtimali nasıl yorumluyorsunuz? Burada hangi güçler nasıl bir pozisyon alacak? Türkiye’nin tarihsel Kürt nefretinden ötürü bu kargaşadan faydalanması kaçınılmaz; ancak nasıl faydalanacak?
Ben de Hamas ve İsrail savaşının yayılma olasılığının çok reel ve yakın bir tehlike olarak görülmesi gerektiği kanaatindeyim. Ancak tehlike algısı son tahlilde somut durumun analizine dayanmak zorunda. Yayılma olasılığı hem bölgesel güçlerin, yani Türkiye, Suudi Arabistan ve Mısır’ın, hem de bölge dışı küresel güçlerin, yani Rusya, Çin, Britanya, Fransa ve Almanya’nın, taraflardan birinin lehine ya da aleyhine olmak üzere çatışmaya doğrudan ve fiilen müdahil olmasına bağlı olarak gerçekleşecektir. Savaşın yayılması, yani İsrail ve Hamas arası bir çatışmanın ötesinde bölgesel bir yangına dönmesi olasılığında ise İran ve Türkiye kilit rolde. İran rejimi şimdiye kadar doğrudan savaşa girme yerine savaşa giriyormuş gibi yaparak proksileri cesaretlendiren bir hatta ilerlemeyi tercih etti. Çünkü İran rejimi Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olma riskine girmekten kaçınıyor ve bu yüzden şimdilik daha ziyade rejimin korunmasını önceleyen ve bunun gereklerine odaklanan bir yol izliyor. Çünkü İran Hamas’a sahip çıkmamakla prestijini, savaşa girmekle de rejimini kaybedeceği endişesiyle hareket ediyor. Erdoğan yönetimi ise reel politik açıdan oyun sahasının dışına çıkmaktan kaynaklanan işlevsizlik krizini ve itibar kaybını, bir yandan İsrail ve Batı karşıtı retoriği en üst perdeye tırmandırarak, diğer yandan Kürt nefretini yayarak telafi etmekle meşgul.
Öte yandan, Kurdistan ve Kürtler açısından en kritik mesele ise İran ve Türk devletinin bu çatışma süreci boyunca alacakları tutumdur. Çünkü Kurdistan’ı yüzyıldır kuşatan sömürgeci statüko, içeride ve dışarıda esas olarak bu iki devletin yürüttükleri politikalarla ayakta kalmaktadır. Dolayısıyla İran ve Türkiye devletlerinin savaşa katılıp katılmaması, katılacaklarsa hangi amaç ve hedeflerle katılacakları Kürt siyaseti için en hayati mevzu olarak karsımızda çıkmaktadır. O kadar ki eğer ben Kürt siyasi aktörlerinin yerinde olsaydım hiç zaman kaybetmeden en yetenekli ve dirayetli diplomat ve siyasetçilerimden ortak bir kriz grubu oluşturarak 24 saat boyunca Türk ve İran devletinin siyasetini takibe alır, değerlendirir ve bunun Kürtlere ve Kurdistan’a etkisini anlamaya ve nihayet günlük siyasete hızlı bir şekilde tercüme etmeye çalışırdım.
Kurdistan’la ilgili sorularıma geçmeden önce: Son zamanlarda İran ile İsrail-ABD arasındaki gerilim de her an tüm ipleri koparabilir gibi duruyor. Siz uzun vadede dünyayı saracak bir savaş bekliyor musunuz? Daha doğrusu, yaşananlara bakarak uzun vadede nasıl bir fotoğraf görüyorsunuz?
Taraflar şimdiye kadar çatışmayı esas olarak vekalet savaşları şeklinde sürdürürken gerilimin kontrolden çıkmasından özenle kaçındılar. Örneğin, yayılmanın kilit noktasını oluşturan İran, bütün keskin ve zehirleyici anti-Amerika ve anti-İsrail retoriğine rağmen, bu iki ülkeyle doğrudan karşı karşıya gelmek yerine çatışmayı daha düşük maliyetli olarak gördüğü ve onu kontrollü olarak yürütebileceğini hesapladığı vekil örgütler ve dolayısıyla vekalet savaşları şeklinde sürdürdü politikalarını.
Peki bu noktadan sonra tarafların bu hesaplaşmayı dünyayı yangın yerine döndürecek bir Üçüncü Dünya Savaşı formatında yürütmeleri mümkün müdür? Bu çok koşullu ve karmaşık bir sürecin sonucu olarak ortaya çıkabilir. Bunlardan birincisi, çatışmaların artık kontrol edilemeyecek bir noktaya sıçramasıdır. Buna göre çatışma dinamikleri bir noktadan sonra tarafların öngöremediği ve hatta belki de arzu etmediği bir tırmandırmayı beraberinde getirerek kontrol edilemeyecek bir aşamaya sıçrayabilir ki bu da beraberinde global bir savaşın çıkmasına zemin hazırlayabilir. İkincisi, tarafların muhtemel bir savaştan muzaffer olarak çıkma yönündeki beklenti, hesap ve stratejileri doğrudan bir savaşı mümkün kılabilir. Üçüncüsü, az önce ifade ettiğim gibi gerek bölgesel güçlerin gerekse bölge dışı küresel güçlerin taraflardan birinin lehine veya aleyhine olmak üzere doğrudan ve fiilen savaşa girmesi gerekmektedir.
Biliyoruz ki ABD’nin müsaadesi veya göz yumması olmadan Türkiye Rojava’da herhangi bir saldırıya girişemez. Bu bağlamda Türkiye’nin Rojava saldırıları ne anlama geliyor?
ABD yönetiminin ikili oynanıp oynamadığına dair sorulara en iyi cevap verebilecek olan merci Rojava yönetiminin kendisidir. Kişisel kanaatim, Rojava’ya adeta günlük düzeyde cereyan eden imha saldırılarının tamamen Türk devlet yönetimini elinde bulunduran yeni-İttihatçı iktidar bloğunun kararı, tasarrufu ve stratejik hedeflerinin sonucu olduğu yönündedir. ABD ise artık giderek kâğıt üzerinde de kalsa NATO müttefiki olan Türk ordusu ile sahada doğrudan ve aktif çatışmaya girmekten kaçınmakta ya da böyle çatışma riskinden imtina etmektedir. Başka bir deyişle, Amerika Birleşik Devletleri her şeyden önce kendi “hayati ulusal güvenlik çıkarları” çerçevesinden politika yürütmekte. Kendisine doğrudan tehdit teşkil eden bir askeri ve siyasi durum ortaya çıkmadıkça aktif bir tutum alması olası görülmemekte.
Bununla birlikte, başka bir yerde de ifade etmeye çalıştığım gibi, genelde IŞİD Karşıtı Koalisyon özelde de ABD ve Rojava ilişikleri üzerinde ne kadar durulsa yeridir. Mesela, ABD’nin dar güvenlik kaygılarına odaklı ve trans-aksiyonel olarak tanımlanan araçsal ilişki tarzının ötesinde uzun vadeli angajman olanakları ne kadar mevcut? Keza, ABD’nin İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra işgal ettiği Almanya ve Japonya’yla kurduğu tarzda bir ortaklık kurulabilir mi? Buna bağlı olarak Rojava ne kadar bu tarz bir ilişkinin gereklerini yerine getirecek, bunu gerekli kılacak araçlara ve iradeye sahip? Son olarak, muhtemel stratejik bir ortaklığın imkânları ve riskleri nelerdir? Rojava yönetiminin ve Kürt kamuoyunun üzerinde düşünmesi gereken sorulardan birkaçı bunlar…
Rojava Özerk Yönetimi devletler arası bir denklemin dışında. Özerk Yönetim, böylesi şiddetli bir çatışma gündeminin ortasında kendini nasıl koruyabilir?
Rojava, uluslararası ilişkilerde ve hukukta henüz eşit bir taraf statüsüne sahip değildir ve bu gerçekten siyasi ve hukuki alanda Rojava’nın karşısına büyük bir handikap olarak çıkmaktadır. Bu devletsiz bir toplum olmaktan kaynaklanan yapısal ve hukuksal bir eşitsizlik problemidir. Ancak diğer taraftan, Rojava mevcut konumuyla bile dünyada Birleşmiş Milletler’e üye olan birçok devletten fazla uluslararası ilişkilerde siyasi etkiye ve jeopolitik öneme sahip. Böyle olduğu için de varlığı, konumu ve kararları bölgesel dengeleri doğrudan etkileyen bir özelliğe sahiptir ve hedef alınması tam da bundandır. Bunun karşısında Rojava yönetimi birbirini karşılıklı olarak besleyecek ve güçlendirecek bir dizi adımı yeniden eşzamanlı ve süreklilik arz edecek şekilde atabilir:
Birincisi, her durumda kırılgan olan iç birliği sağlamak için yeni, kapsayıcı ve sonuç alıcı girişimleri başlatabilir. İkincisi, partiler üstü bir tutumla bütün Kurdistan’a ve Kurdistan diasporasına hitap eden bir söylem ve siyaset inşa edebilir. Üçüncüsü, dış ittifaklarını çoğaltmak ve güçlendirmek için daha aktif siyasi ve diplomatik hamleler geliştirebilir. Son olarak bütün bunları yaparken çözüm odaklı müzakere siyasetinin bütün imkânlarından sonuna kadar faydalanmalı, uluslararası kuruluşlardan ihtilaflı meselelerin çözümleri konusunda arabuluculuk hizmetleri ve çalışmaları talep edebilir.
Tüm ihtimallerin dört parça Kurdistan’a etkileri ne olacak? Siz Kürt ulusal birliğinin önemine sıklıkla ve özellikle vurgu yapıyorsunuz. Kürtlerin cehennem öncesini andıran bu tablodan en az zararla çıkması neye bağlı? Kürt taraflar bunun için ne yapmalı?
Bu etkileri savaşın lokal kalması veya bölgesel bir savaşa dönüşmesi ihtimalleri üzerinden ayrı ayrı okuyarak anlamaya çalışabiliriz. Birinci durumda, savaşın Kurdistan ve Kürt siyasi aktörleri üzerinde ani, radikal ve devasa etki yaratmak yerine Kürt aktörlerinin siyasi tutum ve tercihlerine bağlı olarak pozitif ve daha makul aktörler olarak algılanmasını sağlayabilir. Mesela her dört parçada Kürt siyasi ve direniş hareketleri bütün tarihleri boyunca Hamas’ın 7 Ekim’de gerçekleştirdiği tarzda kitlesel bir katliam işlemekten özenle kaçındı. Ancak savaşın bölgesel bir savaşa evrilmesi durumunda çok daha ani, geniş-çaplı ve sarsıcı etkiler yaratması söz konusu olacak. Bu durumda Kurdistan’ın bütün parçalarının bu çatışmanın merkez üslerine dönüşmesi kuvvetle muhtemeldir ve Kürtler hem dostları hem de düşmanları tarafından savaşta aktif bir tutum almaya zorlanabilir ya da buna mecbur bırakılabilirler.
En önemlisi, az önce işaret edildiği gibi, savaşın yaygınlaşması halinde Kürtler ve Kurdistan özellikle İran ve Türkiye’nin doğrudan işgal girişimlerine ve imha politikalarına maruz kalabilirler. Başka bir deyişle, jeopolitik bir fırsat penceresi açıldığında ya da bölgesel bir kargaşa ortamında İran ve Türk rejimlerinin Güney Kurdistan ve Rojava’yı işgal etme ve yönetimlerini ortadan kaldırma girişimleri yakın ve doğrudan bir tehlike haline gelebilir.
Bu durumda Kürt siyasetinin siyasi, askeri, diplomatik ve toplumsal alanlarda savunma tedbirleri ve direniş hatları geliştirmesi artık bir tercih olmanın çok ötesinde bir zorunluk, bir varlık ve yokluk meselesi haline gelir. “Ulusal birlik” denilen mesele de esas olarak Kürtlerin kendi ortak iyilikleri, hakları, özgürlükleri ve ortak sorunlarının çözümü üzerinde bir ortak söylem ve eylem geliştirme kabiliyetini inşa etmesidir.
Sonuç olarak, Ortadoğu hızla bir medeniyet kırılması sarmalına sürüklenirken, devletsiz bir toplum olan Kürt siyasi aktörleri bir yandan bu cehennemi süreçte en az zararla çıkmanın yol ve yönetmelerini hayata geçirip diğer yandan Kürtleri yüzyıldır esir alan kolonyalist statükonun boyunduruğundan kurtulmanın imkân ve araçlarını zaman kaybetmeden inşa etmek yükümlülüğüyle karşı karşıyadırlar.