Naif Bezwan, Kobani Davası sonucu ortaya çıkan tabloyu değerlendirirken öncelikli olarak ‘Kürtlerin kendini yönetme kapasitelerinin ve kabiliyetlerinin ortadan kaldırılması’nın hedeflendiğini vurguladı.
Artı Gerçek’ten Kemal Taylan Abatan, Kobani Davası’nı Middlesex ve Hewlêr üniversitelerinde misafir araştırmacı olarak bulunan Viyana Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Naif Bezwan ile konuştu.
Röportajın tamamı şöyle:
‘Kürtler ve Cumhuriyet’ isimli kitapta yayınlanan makalenizde Hegel’e atıfta bulunarak ‘Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ni (CHS) değerlendirirken ‘Bu rejimle Türkiye’nin esasen bir devlet olmaktan çıktığı, kamusal ve kurumsal yapısının tanınmaz hale getirilerek ‘Tek Adam’ rejimine dönüştürüldüğüne dair görüşler dile getirilmektedir’ diyorsunuz. 100 yıllık cumhuriyetin Kürtleri yönetme usulleriyle CHS’nin yönetme usulleri arasında bir fark var mı?
Söylemeye bile gerek yok, bütün tarihsel ve toplumsal olgular dinamik bir süreci içerir, sürekli bir değişime, değişen zaman ve mekânın yargısına tabidirler. Ancak geç Osmanlı döneminde başlayan, bütün bir Cumhuriyet tarihi boyunca daha yoğun ve sistematik bir şekilde devam eden, günümüzde de olanca şiddetiyle (Osmanlı) Kürdistan’ı sathında uygulanan çok boyutlu bir siyasi/askeri paradigmadan bahsedebiliriz: Kürtlerin kendi ülkesinde siyasi ve coğrafi bir varlık olarak konumlanmasının şiddet yoluyla engellenmesi, kendini yönetme hakkının ve yetisinin ortadan kaldırılması, Türkiye’nin hükümranlığı altındaki Kürdistan parçasında doğrudan idarenin (direct rule) tesis edilmesidir.
Esas olarak bir müstemleke yönetim tarzı olan doğrudan yönetim, Cumhuriyet hükümetleri tarafından değişik ölçekte ve yoğunlukta Kürtlerin bir millet olarak tarih sahnesine çıkmasını mümkün kılan bütün unsurların ortadan kaldırılması üzerine inşa edilen bir devlet doktrini olarak formüle edildi ve uygulandı. Cumhuriyet dönemi boyunca, görece ‘liberal” sayılabilecek bazı dönemeçlere ve açılımlara rağmen, bu temel hedeften vazgeçilmedi. Tarihte ve günümüzde sürdürülen entegral siyasetin temelinde bu var. 1920’li yılların yarısından sonra kurulan ‘Tek Parti’ rejimini mevcut CHS ile birbirine ideolojik ve siyasi olarak bağlayan esas halka da budur.
Kürt meselesini çalışan araştırmacılar son yıllarda cumhuriyetin Kürt coğrafyasındaki yönetimini tanımlarken Ernst Frankel’in “İkili Devlet” tanımına daha çok yaslanmaya başladılar. Bu Kürt coğrafyasında yeni uygulanan bir yöntem mi yoksa baştan beri var mıydı?
İzninizle, kişisel bir not düşerek başlayayım. Türkiye Cumhuriyeti’nin Kürdistan idaresinin ‘derin devlet’ gibi oldukça müphem bir kavram yerine ‘İkili Devlet’ kavramıyla daha iyi izah edilebileceğini 2000’li yıllardan beri savundum. Bunu, 2008’de Almanca yayınlanan doktora çalışmamda, Türk devlet doktrini ve Kürdistan siyasetini analiz edebilmek adına başvurduğum temel kavramsal çerçeve olarak kullandım. Daha sonra bazı dostlarımın teşviki üzerine kitabın Türkçe’ye tercüme edilmesi hususunda ilgili yayıneviyle temasa geçildi. Ama bu girişim sonuç vermeyince konuyla ilgili görüşlerimi 2014 yılında yayınlanan 1990’larda Kürtler ve Kürdistan kitabında bir makaleyle dile getirme fırsatım oldu.
Sorunuzda atıfta bulunduğunuz makalede de ifade edildiği gibi, anayasada ‘değişmez; değişmesi teklif dahi edilemez’ hükmüyle özel koruma altına alınan ‘üniter’ devlet anlayışının pratikte iki tarz-ı devlet olarak şekillendiğini söylemek gerekir. Bu makalede, Kürdistan meselesini yönetme bağlamında belli bir coğrafi bölge hedef alınarak uygulanan olağanüstü hâl rejimleri ve dayandıkları operasyonel politikaların niteliğinin İkili Devlet kavramıyla (Türk Norm Devleti ve Türk Tedbir Devleti) daha iyi açıklanabileceğini vurguladım.
Özetle, İkili Devlet’in oluşum sürecini, 1923 Lozan Antlaşması’ndan sonra hız kazanan ve Cumhuriyet rejiminin Kürtlerin milli ve coğrafi varlığının inkârına ve ortadan kaldırılmasına karar verdiği 1920’lere kadar geri götürmek mümkündür.
Şimdi söyle bir düşünce egzersizi yapalım. Eğer Kürdistan coğrafi olarak Türkiye Cumhuriyeti’nin hükümranlığı altındaki topraklardan çok uzak bir kıtada olsaydı veya Kürtler sözgelimi Türkiye’den çok uzaklarda deniz aşırı bir coğrafyanın meskûnları olsaydı, muhtemelen İkili Devlet yani aynı egemenlik dairesi içinde farklı rejimlerin ihdas edilmesi ihtiyacı hasıl olmayacak ve başka yönetim usullerden söz ediyor olacaktık. Eğer Kürtler bir göçmen toplumu ya da küçük bir azınlık olsaydı, yani yaşadıkları coğrafyayla bağlantılı uzun bir tarihleri, kolektif hafızaları, sosyolojik derinlikleri, kendini yönetme pratikleri, siyasal bilinç ve örgütlenmeleri olmasaydı muhtemelen bu mesele ya total bir asimilasyonla ya da belki de bir takım azınlık haklarının verilmesiyle bir çözüme kavuşmuş olacaktı.
Ancak böyle olmadığı için geriye başlıca iki seçenek kalıyor: Ya Kürtlerin siyasi ve hukuki olarak tanınarak ülke yönetimine ortak olması ya da doğrudan yönetimin gerektirdiği birleşik bir siyasi, ekonomik, askeri bir rejimle denetim altına alınmaları. Bütün bunları normal bir yönetimle sağlamak mümkün olmadığına göre İkili Devlet bunun sonucu ve gereği olarak ortaya çıkmakta, inkâr, asimilasyon, eliminasyon tedbirleri üzerine inşa edilmiş doğrudan bir yönetim aygıtı olarak tezahür etmektedir.
Yukarıda referans verdiğimiz makalenizde, Türk Tedbir Devleti’nin Kürt toplumunun taleplerini ortadan kaldırmak için inşa edilmiş entegral bir siyasal yönetim aygıtı olarak karşımıza çıktığını belirtiyorsunuz. Bu nasıl işleyen bir mekanizma ve hedefleri nedir?
Türk Tedbir Devleti doğrudan yönetimin tercihinin (devlet açısından mecburiyetinin) ortaya çıkardığı siyasal, güvenlik, iktisadi sac ayakları olan entegral bir aygıttır. Cumhuriyet rejiminin Kürdistan meselesinin yönetimi bağlamında süreç içinde oluşturduğu, değişen jeopolitik dengelere ve kuvvet ilişkilerine göre yenilenen ve yeniden şekillenen her türlü olağanüstü hâl tekniklerine cevaz veren doğrudan idare formu olarak tanımlayabiliriz. Temel amacı ve varlık gerekçesi, Kürtlerin kendilerini milli ve territoryal bir varlık olarak sürdürebilmelerini mümkün kılan bütün unsurların etkisizleştirilmesidir. Tümüyle bu amaca odaklanmış çok boyutlu bir aygıttan bahsediyoruz.
Az önce işaret edildiği gibi bu amaca ulaşmak için en başta Kürtlerin ülkeleriyle birlikte siyasi ve hukuki manada tanınmaması, giderek yok sayılması gelmektedir. Buna bağlı olarak kültürel düzeyde değersizleştirilmesi, asimile edilmesi, toplumsal ve ekonomik açılardan marjinalleştirilmesi gerekmektedir. Bu da siyasal öznelliğin, toplumsal örgütlenmelerin, kültürel özelliklerin dumura uğratılması, kolektif eylem ve toplumsal hareketlilik üretme kapasitelerinin ve yeteneklerinin olabildiğince sınırlandırılmasını zorunlu kılmaktadır.
16 Mayıs 2024 Perşembe günü, yıllardır süren Kobanê Davası karara bağlandı ve HDP’li siyasetçilere en ağırı 42 yılla eski HDP Eşgenel Başkanı Selahattin Demirtaş olmak üzere adeta cezalar yağdırıldı. Türkiye’de ‘yargı’ aygıtının Kürtler söz konusu olduğunda oldukça sert bir tutum takındığı görülmekte. Kürt coğrafyasında ‘İkili Devlet’in hukuk mekanizmasını Kobanê Davası Kararları ışığında değerlendirir misiniz?
Kobanê Davası, gerçekten hukuka dair bildiğimiz bütün temel normların ve kadim kazanımların bir mahkeme kararıyla geçersiz ilan edildiği ve yok hükmünde sayıldığı önemli dönüm noktalarından biridir. Verilen kararlar, 1930’larda Nazi Almanya’sından ya da Stalin rejimi altındaki muhaliflere uygulanan yargı kararlarından farklı değildir. Çünkü bütün bu ve benzeri yargılama süreçlerinin ortak paydası, somut suç ve kanıt unsurlarından yalıtılmış bir yargısal mekanizmaya dayanıyor olmasıdır. Suç ve ona delil teşkil edebilecek veriler ideolojik olarak üretilirken yargı sistemi tamamen siyasi bir kıyım aracı olarak kullanılmaktadır. Başka bir deyişle, adı geçen yargılama süreçleri yargının siyasetin ‘köpeği’ olarak telakki edildiği ve bir zulüm silahına çevrilerek kullanıldığı bir anlayışı temsil etmektedir.
Davayı yakından takip eden değerli hukukçuların çok yerinde işaret ettiği gibi isnat edilen suç üzerine hukuki bir yargı inşa edilemeyeceği anlaşılınca, Kürtlere yönelik yargılamaların temelini teşkil eden ideolojik hükümlere başvurularak karar verildi. Bu yüzden Kobanê Davası boyunca ‘hukuki’ yargılama usullerinden azade edilmiş bir süreç yaşandı. Bütün süreç, devletin cari siyasi rejiminin tahammül sınırlarını zorlayan karalama kampanyalarına ve sembolik şiddet gösterilerine de tanıklık etti.
Yargısal boyutuyla İkili Devlet, Kürdistan’da hukuk normlarının hiçe sayıldığı özel bir yargı mekaniğinin varlığına ve geçerliliğine işaret eder. Burada Kürtler, Türk yargı sisteminin norm evreninin tamamen dışına itilmekte, değişik düzeyde ve dozajda uygulamaya konulan tedbirlerin hedefi olmakta, egemenliğin hiçbir şekilde sahibi ya da taşıyıcıları olmamakla birlikte, mutlak nesnesi olarak görülmektedirler. Bu yargı anlayışı, 1925 İstiklal Mahkemeleri adı altında ihdas edilen yargılamalardan Dersim’e, DDKO davalarından kayyum atanması yoluyla kendini yönetme hakkı gasp edilerek cezaevine atılan siyasi ve toplumsal önderlerin yargılama süreçlerine kadar, Cumhuriyet tarihi boyunca Kürtlere yönelik bütün kritik davaların verilen kararların temel parametrelerini belirlemektedir.
İstiklal Mahkemeleri’yle başlamak üzere Cumhuriyet rejimi boyunca kolonyal bir yargı arşivi ve sözlüğü oluşturulmuştur. Bu kolonyal arşiv ve sözlük, Kürtlere yönelik siyasi yargılama süreçlerinin ana paradigmasını teşkil etmiştir. Başka bir ifadeyle, Kobanê Davası’nda karar veren yargıçlar, 1925’lerde İstiklal Mahkemeleri adı altında ihdas edilen aynı ‘hukuk’ ve siyaset mektebinin ruh ikizleridir. İkili Devlet bize bütün bunların hikayesini yerli yerine oturtarak olup-biteni daha anlaşılır bir şekilde idrak etmemizi mümkün kılan değerli bir kavramsal çerçeve sunmaktadır.
Kobanê Davası’nın başka bir yönü daha var. HDP’nin diğer eski Eşgenel Başkanı Figen Yüksekdağ, Alp Altınörs, Günay Kubilay gibi Türkiye Devrimci Hareketi’nden gelen ancak Kürtlerle ortak mücadele zemininde buluşan Türkiyeli sosyalistlere on yılları bulan ağır cezalar verildi. Türkiye açısından düşündüğümüzde, Türklük Sözleşmesi’ni aşmış olan bu isimlere yönelik verilen cezaları nasıl yorumlamalıyız?
Açıktır ki Kürtlerle sahici bir dayanışma ve ortaklaşma içinde olan Türk kökenli sosyalist, liberal, dindar tüm karakterler Türklük Sözleşmesi’nin dışına itilmektedir. Bunlar bir tür ‘vatansız/milletsiz uşaklar’ diye çevrilebilecek ‘vaterlandslose Gesellen’ muamelesine tabi tutulmakta ve ötekileştirilmektedir. Başta Kürtler olmak üzere Cumhuriyet’in ötekileriyle sahici dayanışma ve eşit ortaklık ilişkileri kurmak bir milli güvenlik meselesi olarak görülmektedir. Dolayısıyla eşit olma arzusuna yeltenen herkes değişik düzeylerde yaptırıma tabii bırakılmaktadır. Burada şöyle bir dayatma mekanizması yürürlükte olduğu anlaşılıyor: Eğer Türk’seniz, bu sözleşmenin gereklerini yerine getirmelisiniz, aksi takdirde angajman durumunuza göre dışlanmaktan cezalandırmaya kadar uzanan geniş bir yelpazede Türk olmaktan kaynaklanan imtiyazınızı kaybedebilirsiniz.
Belli ki ‘Türklük Sözleşmesi’ne dahil olmak belli ideolojik algıları, ezberleri ve bunun gerektirdiği davranış kalıplarını sergilemeyi gerektirmektedir. Ancak bu tür ideolojik ve davranışsal ritüellere tabi olmayı kabul etmeyerek, giderek bunun karşısında aktif bir tutum alanlar ise sözleşmenin korunaklı dairesinin dışına itilmekte ve hedefe konulmaktadır. Değerli bilim insani İsmail Beşikçi’den sosyalist siyaset insanı Figen Yüksekdağ’a kadar binlerce insan, yaşadıkları zulümler ve baskılarla bunun canlı tanıklarıdır.
Kürt meselesi, Türkiye, toplum, devlet, barış, savaş kavramlarının odakta olduğu çeşitli platformlarda ve bağlamlarda yazdığınız makaleleri ve kitap bölümleri yazıları okuduk. Eğer tüm yazdıklarınızdan bir nihai cümle çıkarılacak olsa bunun şöyle formüle edeceğini düşünüyoruz: ‘Türk devleti Kürt Sorunu’nu çözmek değil, Kürdistan Meselesi’ni yönetmek istiyor.’ Karakteristik olarak sizin anlam dünyanıza yakın olduğunu varsaydığımız bu önermeyi yorumlayabilir misiniz?
Az önce de ifade edildiği gibi asıl hedef, bu meseleye hayatiyet veren bütün dinamiklerin denetim altına alınması ve giderek etkisizleştirilmesidir. Bunun başında Kürtlerin kendini yönetme kapasitelerinin ve kabiliyetlerinin ortadan kaldırılması gelmektedir. Bunun için toplumsal, siyasal, kültürel dinamiklerinin doğrudan yönetim usulleriyle denetim ve baskı altına alınması elzemdir – ki kayyım mekanizması bu doğrudan yönetimin günümüzdeki en önemli enstrümanıdır. Ancak bu mümkün olmaktan çıktığı oranda meseleyi şiddet dışı yollarla çözme iradesini ve siyasetini ortaya koymak yerine böl-yönet politikalarla yönetmek, güvenlik politikalarıyla kontrol etmek öncelikli hale gelmektedir. Yani Kürdistan meselesini yönetme stratejisinin kendisi de reel politik bir mecburiyetin sonucu olarak ortaya çıkmaktadır.
Sonuç olarak, Kobanê Davası’nın yargı kararlarının da bir kez daha somut olarak ortaya koyduğu gibi, Türkiye Cumhuriyeti’nin Kürdistan Meselesi bağlamında işleyen yargı mekanizması doğrudan yönetimin ihtiyaç ve gereklerine endekslenmiş bir yargıdır. Bu yüzdendir ki, her tür normatif ve moral içerikten yoksundur; meşruluğunu ideolojik hükümlerde aramakta ve dolayısıyla şiddete dayanarak varlığını kanıtlamaktadır. Bu hükümlerin başında ise ‘Devletin birliği ve ülke bütünlüğü’ ya da ‘ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü’ gibi devlet aklını ve politikalarını belirleyen sert kurallar gelmektedir. Bu hükümler, Türk Tedbir Devleti’nin temel ideolojisini oluştururken Kürtlere karşı yargısal cephede kullanılan bir silaha dönüştürülmektedir. Halbuki, çok uzağa gitmeye gerek yok, mesela Habur Sınır Kapısı’na, Nusaybin’e, Suruç’a, Ceylanpınar’a yolu düşen herkesin çıplak gözle görebileceği gibi gerçekte ülkesi ve milleti, aile aile, aşiret aşiret, köy köy, kasaba kasaba bölünen Kürtlerden başkası değildir.
Kobanê Davası sürecinin hem ilgili bütün Kürt aktörleri hem de bütün siyasi ve toplumsal hareketleri için (bünyesinde geleceği belirleyecek olan) hayati dersler taşıdığı şüphe götürmez. Bu derslerin en başında ise yeni ve kapsayıcı bir kurucu akla ve kendini en geniş katılımla demokratik mekanizmalarla yönetme kültürüne duyulan acil ihtiyaç gelmektedir. Demirtaş ve dava arkadaşı siyasi tutsaklar, yargılama adı altından sergilenen siyasi mizansenin bir parçası olmayı reddetmekle hem daha şimdiden tarihe ve toplumsal hafızaya derin izler bırakacak anlamlı bir duruş sergilemiş hem de bu yönde atılacak adımlar için de emsal oluşturmuştur.