O günlerden bugünlere ne değişti de dönüp dolanıp yine “Kürt sorunu yoktur ve asla da olmayacaktır!” noktasına geldik? Bunu irdelemeyi sürdüreceğim. Çünkü, tamam, huyum kurusun, çoğu zaman iyi niyetli ve iyimser olmaya gayret ediyorum toplumsal meselelerle ilgili kalem oynatırken…Ancak ne var ki öncelikle sorunu kabul etmeden, doğru tarif etmeden nasıl “çözüm” üzerine, “barış” üzerine konuşabiliriz ki? Bilsem…
*
Kürt sorunuyla ilgili “süreç” mi, “açılım” mı, “yeni dönem” mi olduğu, hatta ne olduğu halen tam manasıyla netleşmeyen yeni “durumu” MHP lideri Devlet Bahçeli’nin açıklamaları üzerinden anlamaya çalışanların kafası hayli karışık olmalı. Umutlanıyorsun, “hiçbir şey olmasa bile kesin bir şeyler olacak” havasına giriyorsun, sayın Devlet yeni bir açıklama yapıyor ve bu kez de kendinden kuşku duyuyorsun; “Amma iyi niyetliyim, saf ve iyimserim” şeklinde.
“Apo gelsin parlamentoda konuşsun, örgütü lağvetsin, umut hakkı konusuna bakarız biz de” diyen Bahçeli, bu kez 29 Ekim vesilesiyle yaptığı açıklamada, “Türkiye Cumhuriyeti’nin bir Kürt sorunu yoktur, asla da olmayacaktır. Türkiye Cumhuriyeti’nin etnik veya mezhebi bir ağırlığı ve açmazı da yoktur. Var olan sorun bölücü terör sorunudur, kaldı ki bu ihanetin kökü muhakkak surette kazınacaktır” dedi.
Oysa “Yoktur ve asla da olmayacaktır!” denilen Kürt sorunu, 101. Yıldönümü kutlanan cumhuriyetin en önemli sorunu. Cumhuriyetle yaşıt bir “terör sorunu” olur mu? Nasıl olur?
Cumhuriyet tarihi boyunca “Kürt isyanları”
Bilen zaten biliyor da bilmeyenler ve sorunu PKK ile başlamış onunla da bitecek bir sorun zannedenler için, cumhuriyetin 101. Yıldönümünden de ilhamla, ana hatlarıyla bir yakın tarih hatırlatması yapmakta yarar var.
Genelkurmay belgelerine göre Cumhuriyet tarihi boyunca çok sayıda “Kürt ayaklanması” olmuş: Nasturi isyanı (1924- Hakkari), Jilyan isyanı (1926- Siirt), Şeyh Sait isyanı (1925- Bingöl-Muş-Diyarbakır), Seit Taha ve Seit Abdullah isyanı (1925-Şemdinli), Reşkotan ve Reman isyanı (1925- Diyarbakır), Eruh’lu Yakup Ağa ve oğulları (1926-Pervani), Güyan isyanı (1926-Siirt), Haco isyanı (1926- Nusaybin), I. Ağrı isyanı (1926), Koçuşağı isyanı (1926- Silvan. Bölge yanlış belirtilmiş, Koçuşağı aşiretine yönelik “tedip” harekatı, esas olarak Dersim’de yürütülmüştür-bn), Hakkari- Beytüşşebab isyanı (1926), Mutki isyanı (1927- Bitlis), II. Ağrı isyanı (tarih belirtilmemiş, 1929 yılı olmalıdır-bn), Biçar harekatı (1927- Silvan), Zilanlı Resul Ağa isyanı (1929- Eruh), Zeylan isyanı (1930- Van), Tutaklı Ali Can isyanı (1930- Tutak-Bulanık-Hınıs), Oramar isyanı (1930- Van), III. Ağrı harekatı (1930), Buban aşireti isyanı (1934- Bitlis), Abdurrahman isyanı (1935-Siirt), Abdulkuddüs isyanı (1935-Siirt), Sason isyanı (1935-Siirt), Dersim isyanı (1937-Tunceli).
Düzeltmek lazım: Bunların çoğu “ayaklanma” veya “isyan” değil, “tedip ve tenkil harekatı”dır. Örneğin Dersim 1937-38, resmi kayıtlarda PKK öncesi “son Kürt isyanı” olarak adlandırılır. Oysa Dersim’de bir “isyan” veya “ayaklanma” olmamış; yıllar öncesinden planlanmış, hazırlıkları yapılmış bir kırım harekatı düzenlenmiştir.
Eğer, “dış güçlerin oyunu” safsatasından medet umulmuyorsa bu “isyanların” sebeb-i hikmeti nedir acaba?
(Ultra Kemalist ve TKP ile türevi çevreler, mümkündür ki bu soruya, “Bunu bilmeyecek ne var? Devrimci Kemalist hükümetin reformlarına karşı feodallerin direnişi devletin tunç yumruğuyla ezildi işte” diyeceklerdir, “İngiliz emperyalizmi” filan diye de sayıklayarak. “Yaw, he he!” deyip devam ediyorum.)
Özerklik vaatleri
“Milli mücadele” yılları döneminde ve Lozan Antlaşması imzalanana değin Kürtlere “özerklik” sözleri verildiğini, bilmeyen var mı?
Mesela Mustafa Kemal’in El Cezire Cephesi komutanı Nihat Anılmış’a hitaben mektubunda, bölge için “Kürdistan” ifadesi de kullanılarak, “…Milletlerin kendilerini yönetmeleri yetkisi bütün dünyada benimsenmiş bir ilkedir. Biz de bu ilkeyi benimsiyoruz. (…) Kürdistan’daki bütün çalışmaların bu amaca dayalı politikaya yöneltilmesi El-Cezire cehpesi komutanlığı’nın görevidir” denilmiştir. (1919)
Amasya Protokollerinde, “…Kürtlerin gelişme serbestliğini sağlayacak şekilde ırk hukuku ve sosyal haklar bakımından daha iyi duruma getirilmelerine izin verilmesine…” denilmiştir. (1919)
Mustafa Kemal, ünlü 14 Ocak 1923 tarihli İzmit konuşmasında, “…Başlı başına bir Kürtlük tasavvur etmektense, bizim anayasa gereğince zaten bir tür yerel özerklikler oluşacaktır. O halde hangi ilin halkı Kürt ise onlar kendi kendilerini özerk olarak idare edeceklerdir” demiştir.
Örnekler çok. Hem “Kürtler” deniyor ve hem de “özerklik” vaatlerinde bulunuluyor. Ne zamana kadar? Lozan Anlaşmasıyla yeni kurulan devletin uluslararası tanınırlığı sağlanana kadar (1923).
Bu arada 1924 Anayasasıyla Kürtlerin “yok” sayılmasından sonra da Mustafa Kemal’in 1927 yılında CHP’nin 1. Kurultayında yaptığı 36,5 saatlik konuşma metinlerinden oluşan Nutuk’un 1965 yılına değin sansürlenen orijinal nüshasında da sorundan “Kürt meselesi” olarak bahsedilir: “Kürt meselesi, bizim yani Türklerin menfaatine olarak da katiyen mevzubahis olamaz. Çünkü bildiğiniz gibi, bizim milli hudutlarımız dahilinde Kürt unsurlar öyle yayılmışlardır ki, pek sınırlı yerlerde yoğundurlar. Fakat yoğunluklarını kaybede ede ve Türk unsurların içine gire gire öyle bir hudut ortaya çıkmıştır ki, Kürtlük namına bir hudut çizmek istesek Türklüğü ve Türkiye’yi mahvetmek gerekir.”
Lozan’dan sonra
24 Temmuz 1923 tarihinde taraflarca imzalanan Lozan Antlaşması, Kürt sorununun günümüzde kazandığı anlam ve nitelik açısından bir dönüm noktası oluyor. Çünkü bu tarihten sonra Mustafa Kemal ve kurucu kadronun Kürt meselesiyle ilgili tavrı tamamen değişir. Türkiye tarihinin en demokratik anayasası olan 1921 Anayasasında alelacele değişiklikler yapılır (29 Ekim 1923) ama asıl “değişiklik” 20 Nisan 1924’te kabul edilen yeni anayasadır. 1924 anayasası ile devlet bir Türk ulus devleti olarak kurgulanırken, “Türkiye halkı”, “İslam unsurları” gibi ifadelerin yerini “Türk milleti” alır, Kürt olmak yasaklanır… .
Bir halkın varlığını yasa ile, devlet zoru ile yasaklamak mümkün olmadığına ve olamayacağına göre, günümüzde kazandığı anlam itibarıyla Kürt sorunu acaba bu anlayışın “eseri” olmasın?
Bu tarihten itibaren tarih, Kürtler için bir katliam ve tedip-tenkil (“uslandırma, sürgün etme)”) harekatları, sistematik inkar ve asimilasyon kampanyaları tarihi olarak yaşanmıştır…
İnkar, asimilasyon, sürgün…
Meclis Başkanı M. Abdülhalik Renda’nın “Şark raporu” (1925); Şeyh Said isyanının ardından hazırlanan ve yaygın bir göçertme politikası uygulamayı öngören Şark Islahat Planı (1925); Şeyh Said isyanıyla ilgili olduğu düşünülen aşiretlerin ülkenin batısına göçertilmesi amacıyla çıkarılan İskan Kanunu (1926); 1930 yılından itibaren Türkçe dışındaki dillerin yasaklanması uygulamasına paralel olarak yer, coğrafya isimlerinin Türkleştirilmesi; Kürdistan’da Dahiliye Vekaletine bağlı umum müffettişlikleri kurulması (1927); yoğunlaştırılan asimilasyon politikasının gereği olarak 1934 yılında yeni bir İskan Kanununun yürürlüğe sokulması; aynı yıl kabul edilen Soyadı Kanunu ile aşiret veya bölge, coğrafya isimlerinin soyadı olarak kullanılmasının yasaklanması; ülkenin “bu tarafındaki” Kürtlerin de belirli yerlerde nüfus olarak yoğunlaşmalarını önlemek üzere “uygun yerlere” sürgün edilmesi için çıkartılan kanun kapsamında, Çorum ve Yozgat ve çevresindeki “Kürt ırkına mensup” (kanunda belirtilen ifade bu –bn) kişilerin hayvanlarıyla birlikte göçertilmesi (1932)…
Besbelli bir “sorun” var ve isyanlar olmadan da ortada bir sorun olduğu kabul ediliyor ve devlet zoruyla “sorunun” çözüleceği düşünülüyor…
“Kürt sorunu” diyoruz da aslında sorun tek başına Kürtlerle de ilgili değil. Şu satırlar Güneş Dil Teorisi mucitlerinden Mustafa Kemal’in manevi çocuklarından Afet İnan’ın okullarda “ders” niyetine okutulan “Medeni Bilgiler” adlı kitabında yer alıyor:
“Türk milletinin siyasal topluluğu içinde kendilerine Kürtlük fikri, Çerkezlik fikri ve hatta Lazlık fikri veye Boşnaklık fikri propaganda edilmek istenmiş vatandaş ve millettaşlarımız vardır. Ancak geçmişin zorba dönem ürünü olan bu yanlış adlandırmalar, birkaç düşman aleti, gerici beyinsizden başka hiçbir millet bireyi üzerinde üzüntüden başka bir etki yaratmamıştır. Çünkü bu millet evladı da tüm Türk topluluğu gibi aynı ortak geçmişe, tarihe, ahlaka, hukuka sahip bulunuyorlar.”
“Hangi milletensin?”
1927 yılında kabul edilen kanun ile merkezi Diyarbakır olmak üzere Elazığ, Urfa, Bitlis, Van, Hakkâri, Siirt ve Mardin illerini kapsayan bölgede faaliyet gösteren sömürge valisi, pardon, 1. Umum Müffetiş İbrahim Tali (Öngören), ömrünü Türk ırkçılığının gelişimine ve Kürtlüğün inkarına adamış dönemin Muş mebusu Hasan Reşit (Tankut) ile 1931 yılında bölgeyi “teftiş” ederek Kürtlerin/Zazaların durumuyla ilgili bir rapor hazırlarlar.
Başbakanlık Arşivinde bulunan (Tarih: 27.12.1931. Kayıt No: 30-10-0-0/115-797-16- Cumhuriyet Arşivi) ve dönemin başbakanı İsmet İnönü’ye sunulan raporda, Dersim-Ovacık-Çewlik yöresiyle ilgili gözlemlerini içeren bir bölüm var, aynen şöyle:
İsmet Paşa Hazretlerine;
Dersim ve Ovacık’a kadar yaptığım teftiş seyahatımda beraberimde bulunan Türkocakları müfettişi ve halen Muş mebusu Hasan Reşit beyefendinin o ahali hakkında yaptığı tedkikat neticesi yazdığı rapordan Dersim’e ait kısmı leffen arz ve takdim olunur efendim.
1. Umum Müfettişi
Bugünkü hakiki Şafiilerin bir zamanlar Dersimliler gibi Şii olduğuna alttaki muhavere kafi bir delildir. Bu muhavere (konuşma) Palu ile Çapakçur arasında bir küçük köyün iki genç çobanı ile ve Zaza lisanı ile cereyan etmiştir. Çünkü köylü zazalar bir kelime bile Türkçe bilmezler.
> Sen hangi millettensin?
> Müslüman
> Türk müsün?
> Hayır, Kürdüm, Zazayım.
…
Hasan Reşit Tankut mezarından dirilip yine oralara gitse ve “Palu ile Çapakçur (Çewlik/Bingöl) arasında bir küçük köyün iki genç çobanına” sorsa yine, “Türk müsün?” diye, aldığı cevapla bir kez daha ölürdü kesin…
***
O günlerden bugünlere ne değişti de dönüp dolanıp yine “Kürt sorunu yoktur ve asla da olmayacaktır!” noktasına geldik? Bunu irdelemeyi sürdüreceğim. Çünkü, tamam, huyum kurusun, çoğu zaman iyi niyetli ve iyimser olmaya gayret ediyorum toplumsal meselelerle ilgili kalem oynatırken. Ancak ne var ki öncelikle sorunu kabul etmeden, doğru tarif etmeden nasıl “çözüm” üzerine, “barış” üzerine konuşabiliriz ki? Bilsem…
***
CHP’li Esenyurt Belediye Başkanı Ahmet Özer tutuklandı ve belediyeye “tutkulu bir MHP’li” olduğu söylenen biri “kayyum” atandı. “Barış, çözüm, normalleşme dediysek siz de hemen ciddiye almasaydınız” mı diyorlar acaba?
*
/Bu yazı platform24.org sitesinden alınmıştır./