Cahit Mervan: Ankara Kürtlerle barışabilecek mi?

Yazarlar

60 yılı aşkındır Suriye’de hüküm süren Baas rejimi yıkıldı. 2010 yılında başlayan Arap Baharı Suriye’ye ulaştığında baba Hafız Esat’ın koltuğunda oturan Beşar Esad umut veriyordu. 

Nede olsa Şam Üniversitesi’nde tıp eğitimi almış, İngiltere’de ihtisas yapmış ve kendisi gibi Londra’da okumuş, Cromwell Hastanesi’nde kardiyolog olan Esma Fevvaz Ahras ile evli, ‘modern’ bir liderdi.

Ancak beklentiler boşa çıktı. Beşar Esad Suriye’nin ağırlaşmış demokrasi ve özgürlük sorununu reform yoluyla çözeceğine bir anlamda Baas rejiminin esiri haline geldi. Şiddeti öne alan bir politika izledi. 

Çok geçmeden 2011 yılının sonunda Suriye bir ateş topuna döndü. Artık Suriye bölgesel, küresel güçlerin ‘’vekâlet savaşı’’ yürüttüğü adeta bir laboratuara dönmüştü.  

Mermi değmeyen ev, yıkılmayan yuva kalmamıştı. Suriye için geri dönüşü olmayan karanlık bir tünel vardı.

Bölge gericiliğinin fonladığı, lojistik destek sağladığı Cihadist örgütler Suriye üşüşmüştü.  Türkiye ise Cihadist örgütler için neredeyse ‘’merkezi üs’’ görevi gördü. Ankara bütün sınırlarını açarak Suriye geçişleri kolaylaştırdı. Batı medyası Türkiye’yi Cihadistlerin  ‘ana otoyolu’ olarak adlandırıyordu.

Temmuz 2012’de Şam rejimi bütün ülkeyi kontrol etmekte zorlanmaya başladı. Kürtler ilk önce Kobanê ve daha sonra Rojava’nın Qamışlo, Efrîn bölgelerini kendi öz güçleriyle kontrol ederek ‘’kanton’’ ilan ettiler. 

Aslında bu rejim güçlerinin sahadan çekilmesi sonrası gerçekleşmiş en kansız ‘’devrimdi.’’ Kürtlerin temel amacı Suriye’nin siyasi sınırları içinde kendi yaşadıkları toprakları korumaktı. 

O dönem Ankara ile Rojavalı Kürtler arsında da hatırı sayılır bir iletişim söz konusuydu. Tabi bunu tetikleyen ana unsur Türk devletinin İmralı’da PKK lideri Abdullah Öcalan ile yürüttüğü  ‘çözüm süreci’ydi. 

 2013 yılında başında yani 9 Ocak’ta Paris’te PKK kurucularından Sakine Cansız, Kürt kadın aktivistlerinden Fidan Doğan ve Leyla Şaylemez’in Türk MİT’i tarafından infaz edilmesi ‘’çözüm sürecine’’ yapılmış en büyük sabotaj olsa da Kürt sorununda adil barış umudu her yerde yeşermişti.  Bu sürecin en olumlu yansıması ise yeni tarih sahnesine çıkmakta olan Rojava üzerinde hissediliyordu. 

Ancak 15 Eylül 2014’de DAİŞ’in Koabnê’ye saldırısı denklemi değiştirdi.

Ankara çözüm sürecinin ruhuna aykırı olarak DAİŞ’in arkasında durdu. Ankara Kobanê’nin düşeceğini hesaplıyordu. Ancak hem küçük toprak parçasında bir mahalleye sıkışmış YPG/YPJ savaşçıların direnişi hem de Kuzey Kürdistan başta olmak üzere birçok merkezde patlak veren 6-7-8-9 Ekim Büyük Kürt Ayaklanması gidişatı değiştirdi. Kobanê düşmediği gibi DAİŞ ölümcül bir darbe aldı. Sahada DAİŞ’e karşı mücadele yürütenler başını ABD’nin çektiği uluslararası koalisyonun ‘’müttefiki’’ oldu. 

Ankara ise çözüm sürecini derin dondurucuya koymak üzereydi. Daha 2014 yılının Haziran ayında ‘Çöktürme Planı’nın simülasyonu yapılmıştı. Ve Ekim 2014’te tarihin en uzun MGK toplantısında plan kabule edilmişti. Artık çözüm, ilişki, diyalog ve müzakere yerine yeni topyekun savaş konsepti, yok etme konsepti gündemdeydi. 

İmralı görüşmelerinde Kürt tarafında 3 şey dayatılıyordu: Kantonlar fes edilsin. YPG, ‘’Özgür Suriye Ordusu’na katılsın ve Şam rejimine Kürtler savaş ilan etsin. Tabi ki bu talepler kabul edilmedi. 

Nisan 2015’te Tayyip Erdoğan çözüm sürecinin bittiğini açıkladı. ‘Süreç donduruldu’ dedi. 

Türkiye buna paralel olarak sistem krizini 15 Temmuz 2016’da gerçekleşen tuhaf darbe ile ‘’aşmaya’’ kalktı. Türk tipi denilen ucube bir ‘’başkanlık sistemi’’ ile Kürtler başta olmak üzere herkes hızarın önüne odun gibi atılmaya başlandı.  İçte tam bir rehin alma, bastırma ve yok etme politikası izlendi. Rojava’yı işgal ise hep gündemdeydi. Belki de başlayan şehir savaşları biraz bu planı geciktirdi. Önleyici bir etken görevi görse de Kuzey’de yıkım büyüktü. 

Nihayetinde Türk devletinin bölge politikasının esasını iki ana eksen oluşturuyordu: Kürtlerin statü sahibi olmasını önlemek ve yeni toprak parçası edinmek. Türkiye bunu için ta işin başından itibaren Cihadist-para-militer güçlerden oluşan bir ‘’ordu’’ kurdu. Suriye’nin yanı sıra bu güçleri Libya, Somali, Azerbaycan gibi savaş ve kriz alanlarında kullanmaya başladı. Amaç nüfus alnını genişletmekti, orta çaplı emperyal bir devlet olmaktı. 

Ankara Suriye sahasında desteklediği Cihadistlerden istenilen performansı elde edemedi. Artık direk işin içine girmenin zamanı gelmişti. Önce Cerablus –Azaz-El Bab hattı işgal edildi. Aslında DAİŞ’ten devralındı.  Gerekçe ise ‘DAİŞ’e karşı mücadele’’ olarak gösterildi. Elbette ki bu doğru değildi. Hem Washington hem de Moskova’nın elinde Ankara’nın hatta Erdoğan ailesinin DAİŞ ile olan alışverişlerine ilişkin hayli kabarık dosyalar vardı.   

Daha sonra Türk devleti 2018’de Rusya ile anlaşarak Efrîn, Ekim 2019’da ise ABD yönetimi ile anlaşarak Girê Sîpî ve Serêkaniyê işgal etti. Bu yerleşim yerlerinin demografik yapısını değiştirdi. Kürtleri yerinden-yurdudan etti. İşgal altındaki bütün bölgede Türkleştirme politikasını egemen kılmaya başladı. 

Türkiye  sadece bununla değil, El-Nusra gibi Cihadist örgütlerin hamisi olarak ta sahadaydı. Nihayetinde İdlib’te üstlenen Colani liderliğindeki eski adı El-Nusra olan Heyetul Tahrir Şam’ın (HTŞ) sponsoruydu. Astana görüşmelerinde yapılan anlaşmalara göre El-Nusra’yı zapturapt altında tutma görevi Ankara’nındı. 

Nihayetinde zincirler çözüldü. 27 Kasım’da Heyetul Tahrir Şam ve Türk devletinin Suriye’den topladığı Cihadist artıklar ve paralı askerlerden oluşturduğu ‘’Suriye Milli Ordusu’ SMO ile birlikte saldırıya geçti. Ve 7 Aralığı 8 Aralığa bağlayan gece 60 yılı aşkındır Şam’da hüküm süren Baas rejimi yıkıldı. 

Suriye’de yeni bir askeri-siyasi tablo ortaya çıktı. Suriye kağıt üzerinde siyasi sınırları belli olsa da içerde parçalandı. 

Yeni bir Suriye’nin nasıl kurulacağı ise belli değil. Suriye farklı ulusların, inanç topluluklarının yaşadığı bir ülke. Bu sosyolojiye uygun yeni bir Suriye’nin kurulması aynı zamanda Suriye savaşında aktif rol alan devletlerin tutumuna bağlı. Özellikle Kürtlerin statü sahibi olmaması için Cihadistlerden ve katillerden bir ‘’ordu’’ kuran, Kürtlerin yerleşim yerlerini işgal eden Türkiye’nin tutumu önemli olacak. 

Türkiye’de hem iktidar hem de muhalefetin önemli bir kesimi Kürt fobisiyle toplumu korkutmaya, yönlendirmeye çalışıyor.  Kürtler ve yaşadığı topraklar ‘’terörist’, ‘’teröristan’’ gibi aşağılayıcı kavramlarla kodlanarak  ‘’büyük bir tehlike’’ olarak gösterilmekte. 

Türk ordusu 27 Kasım’da başlayan hareketle birlikte Şehba-Tıl Rıfat hattını işgal etti.  Şimdide Minbiç’e yönelmiş durumda. Türk ordusu Suriye’de değişen askeri-politik dengeyi Kürtleri ortadan kaldırmak, en azından sınırlamak, Kürtlerin statü sahibi olmasının önüne geçmek için uygun koşullar yaratıldığını düşünüyor. 

Nede olsa artık Baas ordusu yok, İran çekildi, Rusya ise artık Suriye’de eskisi kadar söz sahibi değil. ABD ise Kürtlerle işbirliğini sadece DAİŞ’e karşı mücadeleyle sınırlayan bir pozisyonda.   Ayrıca 20 Ocak 2025’te ABD başkanlığını resmen devralacak Donald Trump ise ‘’Suriye meselesi ABD’yi ilgilendirmiyor, asla karışmayacağız’’ yönünde açıklama yapmışken…  

Kabaca tablo böyle görünse de her şey Ankara’nın istediği doğrultuda şekillenmiyor. 

Şam’da nasıl bir koalisyonun kurulacağı, ABD ve Rusya’nın, başından itibaren Suriye meselesinde taraf olan Suudi Arabistan, Katar, BAE, Mısır’ın, bugün darbelenmiş olsa da İran’ın ve tabi ki İsrail’in tutumu rol oynayacak. Ama sadece bu kadar değil. Beklide en önemlisi Rojava savunma güçleri ve Kürtlerin mukavemet gücü de belirleyici olacak. 

Aslında bu kaos içinde Türkiye’nin çok fazlada alternatifi yok gibi. Ya Kürtlerle diyalog ve uzlaşıyı seçecek, ülkenin çoklu kültürel yapısına uygun yeni demokratik bir Suriye’nin kuruluşuna destek olacak, kendi güvenliği içinde aklın yolunu tercih edecek…

Yada Cihadistlerle birlikte Kürtleri boğazlamaya çalışarak yeni bir bataklığın içine düşecek. 

Tercih şimdi Ankara’nın…     

İlginizi Çekebilir

Rojava’daki yönetim: Diyaloğa hazırız
Rusya: Esad müzakereler sonucunda görevden ayrılma kararı aldı

Öne Çıkanlar