Evimize bazı gençler gelip gidiyor, abim gibi hayalleri olan çocuklar; idealleri büyük insanlar….Bir genç kadın var içlerinde, adı Tevrat, mıh gibi çakıldı bu isim aklıma, Tevrat…
Tevrat önderlik ediyor toplantılara, başka bir deyişle, bir araya gelip tartışmalarına. Konuşulanları anlamıyorum, ben annemi seyrediyorum; annem onlara ikramlık bir şeyler hazırlıyor.
Başka bir gün bir anma var, ortalık fena karışık. Mahalle aralarında çatışmalar var. Gece herkes dışarda. Mayıs ayı, İbrahim Kaypakkaya anması olsa gerek…hayal meyal bu ismi hatırlıyorum. Her şey o kadar hızlı ve peş peşe cereyan ediyor ki, algılamaya çalışmak imkansız…Fotoğraf gibi biriktiriyor zihnim o anları. Hayatıma siyasetin girmesi o zaman başlıyor.
O gün bugündür tarihi tutanak gibiyim. Bir arşiv taşıyorum zihnimde o dönemi yaşayan herkes gibi. BeIki gerçek bir hapishane ile hiç tanışmadım ama yine de o siyaset arenasında tutsak bir model olmaktan kurtaramadım kendimi.
Olaylar dinmiyor.. Daha çok ayyuka çıktı. Her gün bir olay yaşanıyor. Bir gün karşı tepelerde koşan genç adamlar gördüm. Epey bir mesafe var karşı tepeler ile merkeze giden asfalt anayol arasında. Orada bir askeri araç durdu. Araçtan inen askerler konumlandı. Askerlerden ikisi sanki diz üstünde nişan alır vaziyete duruyorlardı. Evimizden tahminen 50-100 metre ötede, anayol üzerindeki kalabalığın arasındaydım . Hepimiz endişeliyiz. Kadınlar sanki daha bir endişeli. Seslerinden anlıyorum.
O anda uzaktan söylenerek gelen bir sese döndüm. Kalınca bir odunla bizim evin olduğu yerden yarı koşarcasına, şalvarları hızına eşlik eden, askerlere doğru hızla koşan bu kadın aynı zamanda ev sahibimiz ve kirvemizdi.
Güçlü, yapılı bir kadın…Göğüsleri şalvarına varacak kadar uzun fakat dolgun.
Ahhh hatırlayabilsem…
-“weyyyyy”.. !!!!! diyor ardından çokça kelime dökülüyor ağzından.
Tam cümleyi olay yerine varınca duyabiliyorum.
*”Ero nâde!”
“Bak ha sakin olaki o çocukları vurmayasın, bu elimdekini kafana indiririm…” Nefes nefese ve çok sinirli.
Duraksıyor söz tekrar çıkıyor ağzından
*”Haa tora vaji” yarı Zazaca yarı Türkçe. Nefesini duymamak imkansız .
*”Nika sıma çı wazene”?
*”Leyire kelpu kutigu”
Askerlerin bu söylenenleri anlamıyor olmaları muazzam .
O korkusuz …
Bırakın korkuyu, sanki olayı bitirmeye karar vermiş gibi de kararlı. Zaten o askerlere tehditler savururken gençler gözden kayboldular. Asker toplanıp gitti . Hem de teyzeye pek de tepki vermeden gittiler. Çünkü hedeflerine ulaşamamışlardı ve teyzeyle başa çıkamayacaklardı…
Herşey o bir kaç ay içinde öyle bir seyir halinde ki, bitmiyor o gerginlik…1980 travması başladı herkes için. Artık Mayıs’ın sonu. Bir gece yarısı inanılmaz bir kapı gürültüsüne uyandık. Küçük bir arka odamız vardı. Ablamla uyuyorken, elinde silahlı bir asker belirdi başımızda. Kalktık, gözlerimi ovuşturuyorum belli ki salonda çok asker var, hepsi de silahlı.
Asker biz korkunca, “korkma ben Almanya’daki abin” dedi.
Ablam 12 yaşında olabilir.
Ablam ateş ….Ablam çocukken de inadını başka bir insanın kafasında kıran bir çocuk. Nasıl bir cümle kurdu hatırlamıyorum .
“Ben abimin kim olduğunu bilmiyor muyum”? gibi bir cümle olabilir.. Abime benzemiyordu zaten. Yatağımızdan o koridora nasıl geçtik, hatırlamıyorum.
Abimin 14 yaşındaki sesi. Babam 1.90 demişti. Babamın titrek sesi dağları ağlatacak kadar yakarışlı. Dev adamın ağlamaklı yalvaran sesi kulaklarımda.
Böyle çaresiz bir baba hiç görmemiştim. Ona odaklanmıştım , Ahmet Kaya’nın dediği gibi, ” babam tarifi imkansız acılar içinde…”
Ne kadar yalvardı bilmiyorum, bütün yalvarışları boyunca o dev adam titreyen bir mum ışığından farksız değildi gerçekten. “O daha çocuk” dedi .
Babamın tok sesi…Radyoda konuşan bir spiker kadar net ve anlaşılır. O askerlere yalvarırken, 14 yaşında o çocuk babama, “sakin yalvarma baba, dik dur” diyordu.
Babamı tümden zora sokmuştu galiba. Annem ağlıyor, hatta dövünüyor, hatta ölüyor olabilir o ara ben babama kilitlenmişim. Kullandığı bastonu yok elinde. Bastonsuz haliyle daha çok fark ediyorum bacağındaki kısalığı…üzerine düşmüş gibi dağınık duruyor babam.
Götüreceklerdi başka şans kalmayınca, “kötü davranmayın, o daha çocuk…” dedi.
“O daha çocuk”.!!!!
Tok fakat, titrek bir sesten; sakin, tane tane, çok endişeli o cümlenin çıktığını düşünün. Kalbim paramparça. Babam için hissettiğim o acı tarifsiz…Götürülenden çok, acıyı çekene odaklanmıştım..
Asker, “Amca merak etme ifadesini alacağız” dedi babama.
14 yaşındaki abimi o gece alıp götürdüler. “Merak etme bir şey yapmayacağız” dedikleri çocuk döndüğünde, parmak aralarında söndürülen sigara izmarit izleri taşıyordu. Duyuyorum çünkü annem ağlıyor, soranlara anlatıyor.
Ve yeni bir dönem başlıyordu. …
Oraları terketmezsek, bu çocuğun başı daha büyük belaya girecek anlaşılan. Konu bu….Babam köye dönüş hazırlığını yaptı. İlkokul bir Ovacık’ta bitti. Biz büyük ihtimalle okul bitimi köye döndük. Artık yaz ayındayız. Böylece siyasi göçün ilk adımını attık. Ordan da büyük şehre, daha sonra başka ülkelere parçalana parçalana, dağıla dağıla, hasretler, ayrılıklar, acılar çoğalta çoğalta göçtük…
Göçün getirdiği o travmalara, yerleştiğimiz şehirlerin, ülkelerin adaptasyon süreci de girince araya başka travmalar eklendi haliyle.
Bu dönüş abimi o yaşta oradaki kaostan kurtarmıştı. Fakat ülke kendini 12 Eylül 1980 darbesinden kurtaramadı…