“Babam burnumda portakal kokusu,
“Annem cennetten kovulan Havva…”
Kadınlar…
Kimsenin yazmaya cesaret etmediği varlıklar. Toprağa, yere, göğe, cennetin kapısına, kutsal mekanlara adını verdiğimiz anneler. Filozofların aradığı, tanrıların yorduğu tanrıçalar…Var edenin ta kendisi. Yanı başımızda duran bu kayıp nesneler, anlaşılmadan öyle uçup gidiyorlar…
İnsanın annesini yazması emin olun ki hiç kolay değil. Belki de bu nedenle kimse cesaret edemiyordur yazmaya. Ne yazsak eksik kalacaktır çünkü. ‘Kadınlar insandır, biz insanoğlu’ dedi Neşet Ertaş. Kim ne anladı bilmiyorum. Ben kendi adıma varlığın yaratanı olarak anlıyorum. Buradan anneme geçmek istiyorum.
Biz köye döndükten sonra aradan iki yıl daha geçti. O arada Hasan da evine döndü. Aileye iki birey daha katıldı. Konuyu anneme getirmek kolay olmadığından, 1980-1983 arasında geçen zamanı, “Babam burnumda portakal kokusu” başlığıyla ele almak istiyorum.
Bağlantıda kopukluk yaşatmamak adına kısa bir ara geçiş…
Ali Haydar abimin Almanya’ya giderken gerisinde bıraktıkları oğlu 3 yaşında. Yaşlı kadın ise kendi köyümüzden ayrılıp başka bir köye taşındığımız ev sahibinin, yani babamın kuzeninin üvey annesi.
Ailenin yeni üyeleri…Zeus’un oğulları Hades ve Poseidon arasında cenneti ve cehennemi bölüştürürken, bize de cehenneme kabul zarını atmış olabilirdi.
Biz hiçbir tanrıyla pazarlık yapmamıştık ki. Ne annemin ne de bizim böyle bir talebimiz olmamıştı. Ne cennet ne cehennem, ne deniz ne okyanus, ne hava ne su, ne toprak ne ateş, ne ay ne güneşi bize pay et demedik. Bütün bu elementleri taşıyan varlıklarız zaten. Bize ruhumuzu beslemek yetecek.
Ancak öyle olmadı…Ruhumuz ilk zarla koca bir yara aldı.
Babam çoğu zaman alamadığı meyvelerden almıştı bolca. Annem, “Niye bu kadar çok aldın” diye sordu, maddi kaygıyla elbette. Babam, “Olsun bugün yeni yıl, yesinler” dedi. Yetememenin verdiği acıya inat yapmıştı o alışverişi sanki. O akşam soyduğu portakal kabuklarını koydu sobanın üzerine. Kabuklardan çıkan kokuyu çekti içine…
“Ne güzel kokuyor” dedi, bizi duygularına ortak ederek. Hepimiz kokunun peşine takıldık. Babam zihnimize kendi kokusunu tütsülüyor. Diyebilirim ki mutlu olduğum son günümdü. Babam da mutlu. Sobanın etrafında gülüşen çocuklarına baktı. Mutluluğumuzu sindiriyor içine. Bir de sağlığı için bıraktığı sigara niyetine, ruhuna iyi gelen portakal kokusunu çekti ciğerlerine. Babam o günü takriben bir haftasını tamamladı bizimle…
Burnumda portakal kokusu kalarak ebedi istirahatine çekildi. Meğer babam yorulmuş, bizi terk etmeye meyletmiş. Sanki anneme, “buyur sahne senin dedi…”
Annem 35 yaşında yaralı bir ceylan…
Annem cennetten kovuldu. Döndü suçuna baktı. 7 çocuk, bir Ali Haydar, bir de gözleri görmeyen yaşlı kadın var karşısında. Bu mu suçum? Bir kadın bu şekilde bırakılır mı ? O şaşkın, çaresiz. En kötüsü dee ne biliyor musunuz ? Kimsesiz..!
Annem cennetten kovulduktan sonra, tanrısıyla kavgaya tutuştu. O göklere kaldırdı başını, “heqo çıme to ve korvo, ma mı tore sekerd” dedi, O yakınırken ellerini ayaklarını yeryüzündeki zebaniler bağladı. Bir bilinmeyen denkleme çattı, çözümsüz…
Acı acı ağıtlar yaktı yüreği. Seviyordu babamı. Çocuklarını dahi ignore edeceği bir yas tutu. Bu yas hiç bitmedi. Sanki bir aracın fonksiyon anahtarı gibiydi. Çalıştırıyor, yapması gerekenleri yapıyor, (çok çalışkan erkeklerin güç yettiremediği işleri yapıyor) sonra da kontağı kapatıyordu. Yıllarca kendi kendine, iniltiyi andıran türküler söyleyerek ağladı. Tıpkı yorganları başında tutarak bir odadan diğer odaya geçiş yaparken hüznüne tanık olduğum o kadın gibi. Bu defa hangi işi yaparsa yapsın, ağlıyordu.
O ağladıkça içim parçalanıyordu…
“Niye kendinden o kadar büyük yaşta bir adamla evlendin ki” dedim. ”5 çocuklu, 20 yaş büyük senden…”
” Sevdim” dedi.
Kime ettim bu sitemi. Babasız kalmamıza mı? Aradaki yaş farkına mı? Annem yüksek yüksek tepelerin uçuruma duran bir köyünde gelmiş dünyaya. 8 kız, bir erkek kardeş. 5 yaşında babasını kaybetmiş. Annemin bizden önceki öz geçmişi bu kadar…
17 yaşındayken 5 çocuğu olan babamla evleniyor. İlk sorumluluğu böyle üstleniyor. Ablamın dediği gibi, “cahildi, fevriydi ama buna rağmen bizi bırakmadı, atmadı ve kimseye muhtaç etmedi…” Türkçeyi babamla evlendikten sonra öğreniyor. Ne öğrendiyse o ara öğreniyor. Annem genetik yapı olarak zaten asabi bir kadındı. Kendini ifade edememenin getirdiği hırçınlıkları vardı. Daha vahim olanı, anlaşılmamak yoruyordu onu. Her anne baba, çoğu zaman evladının karşısında susakalır. Ne dese söz uçurumdan atar kendini. Bir iç dağılma yaşıyoruz ki sormayın. Bir kazaktan kaçan ilmek gibi…
Tutturamıyoruz. Sinirleri boşalınca duygusal patlamalar yaşıyordu. Bu durum fiziksel tepkiye yol açıyordu. Eline geçirdiği ne varsa fırlatıyordu. Buluğ çağında çocukları var. Henüz bakıma muhtaç ve sorumluluğunu üstlendiği iki insan. Ve okulla giden çocukları var. Zor zamanlar…
İlkokul 5. sınıftayım. Okula giden yol 3 kilometre. Artık Cemal ve ben gidiyoruz okula. Cihan 5 yaşında. Anaokuluna ben götürüyorum. Onca yolu küçük bir çocukla gitmek kolay değil. O ağlıyor, beni sınıftan alıp ona yolluyorlar. Ben annesi gibi yanında duruyorum alışsın diye. O ara ebeveynler için? Okuma- yazma kursu başladı. Biz de nasıl bir heves anneme yalvarıyoruz. Annem o keşmekeş yaşantısının arasında bir, en fazla iki hafta bizi kırmamak için geldi. Hatta çocuk aklımla ona iyi gelir diye de düşündüm. Öğrendiği tek harf Ş oldu. İmza atmaya yarar diye. İmza yerine parmağını kullanmaya devam etti.
Annem yorgun çok yorgun. Ağrıları çoğaldı. İnlemesi durmadı. Bugün halâ ne vakit hastalansam, çocuklarım acı çekmesin diye inlemiyorum mesela… Çünkü annem acı çekerken ben çok acı çekiyordum.
Babam ölmeden 3 ay evveli anneme dedi ki, oturmuş kürsüde, yine sabahın erken saati babam işe gidecek az sonra, “Çocukları yatılı okula verelim” dedi. Annem kıyameti kopardı. “Ölsem de vermem…” Yüreğine ağrı inmiş gibi acı acı ağladı…
Çok geçmedi tabi üzerinden. Meğer babam öylesine söylememiş, bizzat yeni bir kurumun açılışına tanıklık etmiş. Siz “içine doğmuş” deyin. Bir başkası “kader” desin, bir digeri “olacağı varmış” desin, olan bize oldu…
Hayatımızın akışı babamın öngörüsü yönünde akmaya başladı. Amcam var. Aslında kuzenim. Babamla arasında 6 ay olduğu için amca diyorduk. Amcam, kendi amcasının yetimlerine, eli torbalarla gelirdi evine varmadan elindekileri bize pay eder evine giderdi. Nereye kadar.! Bir zaman sonra amcam babamı onaylarcasına konuyu anneme anlattı.
“Yaw şimdi bak ha bu çocuklar peri perişan olacak…” (Amcamın konuşma tarzı böyle)… “Hiç değilse orda okurlar bir ekmek sahibi olurlar” dedi. Büyük abim babam ölünce tüm uyarılara rağmen döndü Almanya’dan. Ali’yi aldılar. Ali annesinden iki yıl ayrı kalmıştı, annesine alışması epey zor olmuş Ali epey bocalamıştı. Abim, ”lokanta açacağım” diye Pülümür’e taşınınca, Hıdır’ı da yanında götürdü.
Her anne gibi, düşüncesi zor gelse de istemsiz, bana ve 4 yaş büyük ablama da sordu. “Okumak istiyorsanız tek fırsat” dedi. 5. sınıftayım. Bu, kabul etmezsem okul hayatım olmayacak demekti. Çünkü iki derenin ortasında yaşıyorduk. Tek ev annem sel geldiğinde iki ağaç arasına yerleştirilmiş koca kütükten köprüyü onarırdı, biz okula gidebilelim diye. Ve o köyden hiçbir erkek merkeze tek gidiş olanağı olan köprüyü onarmayı akıl etmezdi. Çünkü annem dağdı, annem taştı, annemin taşıdığı beden çeliktendi ve annem güçlüydü.
Geçenlerde fark ettim bizim binanın merdivenlerinin halı tutacağı yerinden çıkmış. Olur da çocuklarım kayar düşer endişesine demiri yuvasına soktum zorlanarak. Gücüm o kadarına yetmiş tekrar çıkmış yerinden. Durdum baktım ve “hayır yapmayacağım” dedim…
Sel geldiğinde ne okula gitmek olasıydı, ne de oradan merkezdeki okula gidecek şartlar ve imkanlarımız vardı. “Ben okumak istiyorum” dedim .
Ablamla aramızda 4 yaş var ve o ilk okuldan sonra 4 yıl ara verdiği için anneme, “Yok ya” beni kast ederek, ” aynı sınıftan mı başlayacağım?” dedi.
Olacak iş değil. Yalnız annemi, kardeşlerimi, okulumu terk etmeden önce öğretmen bana konu vermişti. “Senin konun kalp” olsun dedi. “Seni üzeceğini biliyorum, böylece kalp nasıl çalışıyor ögrenmiş olacaksın” dedi. Evet çok istedim. Okudum ezber ettim her kelimesini. Tahtaya kalktım masada duran o robot kalbi, babamın yorgun kalbi olarak elime almışım da en ince ayrıntısına kadar anlatıyorum.
Gözlerim dolu, boğazım kilit ama durmadım anlattım. Büyük bir alkış karşıladı beni.
Ve….
Bürokratik işlemler başladı. Ben 5.sınıfın bitmesine iki ay kala yetiştirme yurduna gittim. Annemden ayrılma vakti geldi. Kar yağdı ikimizin başına
Halbuki ilkbaharın muhtemelen son ayı. Bu çok zor. Bu duygu çok zor. Hıçkırıklara boğularak ağlıyorum. Tutunuyorum…Tutunduğum yerlerden koparılıyor ellerim. Tutunuyorum eteğine ellerimi, çözüyorlar. Bırakma…..
Fırtınaya tutulduk ikimiz… Gözyaşımız yağmur olmuş, boğazımız düğümlenmiş, boğularak göz yaşlarına ayrıldık.. “Geleceğim yine geleceğim, ben kızımı yalnız bırakmam” dedi…
Annem bir defa çocuklarını sele kaptırdı. Yanında tutabildiği çocukları ile akıntıya kaptırdığı çocukları arasında çırpınırken yoruldu.
Annem uzağına savrulan çocuklarına başka, yanında kalanlara başka yoruldu…