Kayıp yıllar…ve bugün 10.12.2020 kalbimdesin anne…
Harap olmuş bir hayatın ‘hüznüne’ övgü dolu bir şarkı bestelemek istiyorum aslında. Çoğu zaman kendimize büyük itibar atfederiz. Oysa ki kalplerimizde gizliden gizliye korkuyu, şüpheyi barındırırız.
Annemin anlattığı masallardan birinde bir GÜLPERİ vardı. Gülperi, beni çok etkilemişti. Padişahın sarayında dönen entrikaları tek tek ifşa edecek kişiydi Gülperi. Hikâyenin sonunda, herkesi bir odaya toplayan Gülperi, kapıyı kilitlemiş ve şöyle seslenmişti, “Burada bulunanlar dışarıya çıkamaz, dışarıdakiler de içeriye giremez!”; anlatacakları vardı…
Ben bugün Gülperi’yim… Bana bu gücü tanrıların zulmü kazandırdı. O halde açılsın kapılar… !!!! Anlatacaklarım var..:
Kimse benden bir akademisyenin diliyle bir makale yazmamı beklemesin. Hatta arabesk bir hayatın, darbuka sesinden “tıngırtılar” olarak dinlesin. Çok ‘özel’ tuttuğumuz hayatlarımız hakkında konuşmamayı tercih ediyoruz. Oysa her gün yeryüzünün ‘acı’ aktaran haber bültenlerini paylaşıyoruz .
Annem bu dünyanın bir ton zaruri zahmetinden geçti, annemin çocuk büyütmeye vakti olmadı. Babam da yükünü, kendi kimliğini anneme bırakınca, o artık bir de babaydı. Evdeki kadın kimliğini, 14 yaşına giren ablama verdiler. Aslında ablam küçük anne rolünü 12 yaşındayken üstlendi. Nasıl mı? İşte hayatı film olmaya değer Ali Haydar’ın hikayesini kısaca bırakıyorum buraya. Ali Haydar ile küçük amcasının arasında bir ay kadar yaş farkı var, akranlar. Abim ile yengem Almanya’ya gitmişlerdi hani. İki yavrularını köydeki yengemin annesine bırakmışlardı, oğlu Ali’yi ise İstanbul’da yaşayan ablama bırakıyorlar. Ablam annemden dört yaş küçük olan evin büyüğü. Ablam işten geliyor, evde bir çocuk var, ne yapağını şaşırıyor. Ablam, adını dahi bilmediği bu çocuğa ‘Garip’ ismini vermiş. Çocuk yemekten ve içmekten kesilince, ablam babama haber yollamıştı. “Baba bu çocuk ölecek gelin alın” demiş. O ara hâlâ kendi köyümüzde ikamet ediyoruz. Annem ve babam ‘Garip’i almaya gitmişlerdi.
Gerçek adı Ali Haydar’dı. Afrika’da gördüğümüz, açlıkla karşı karşıya kalmış çocukların tıpkısının aynısıydı. Kafası bedeninden büyükçe, kolları bacakları ince, kaburgası, karnının üstündeki damar sayısı belirgin ve göbek davul gibi, dışarıya doğru şiş bakıyordu…
Ali Haydar dudaklarını hiç kullanmıyordu. Öğretilmemişti. başını göğe kaldırarak su içen kuşların yutkunmalarını bilirsiniz… Yudum yudum yutkunurlar hani ha.! İşte Ali, ağzına bırakılan yemeğini ve suyunu o kuşlar gibi, başını göğe kaldırıp o pozisyonda birkaç hamle çırpındıktan sonra yutabiliyordu. Okuma şansı ilkokul 5’i bitirdikten sonra elinden alınan ablam, 12 yaşında, iki bebeğe bakmak zorunda kaldı. Tabii ki sadece çocuk bakımı değil, ev işleri, boy boy kardeşleri de var. Ali Haydar yemek yer yemez…metabolizması aynı hızda çalışıyordu. Ablam, annem ve babama salya – sümük hıçkırıklarla ağlayarak bir tehdit savurdu: “Siz bir çocuk daha yapın da göreyim sizi..!”
Yengemin annesi Ana Melek, ablamın yakınma haline denk geldi. Evimizin damı topraktan, onun kapısının önü sayılırdı. Damın üstünde volta atarak söyleniyor. (Neden bazı sözler kayıpken, bazı cümleler kesintisiz kayıtlı bende diye düşünüyorum. Hassasiyetime dokunulduğunda kaydetmişim demek ki.) Cümlesi aynen şu: “Tew tew erê waê waeyê, ey berê bınê wellê kerê, ey ra mordem nê vecino”. Ali Haydar’ı kastediyor. Türkçesi, “te te bacım, bacım onu götürün toprağın altına gömün, ondan adam çıkmaz.” Öz anneannesi.!!. Annem ise üvey babaannesi.
Annem için emanet kutsaldı. Ona emanet edilen nesne, obje fark etmez. Çocuklarını ezme pahasına sahip çıkardı. Annem ve ablam Ali’nin, “hayata dön” projesinde inanılmaz mücadele verdiler. Ablamın yorgun annelik sürecinin başlangıcıdır Ali…
Küçük anne babasına çok düşkün. Babam kitap okurdu yorulunca kızına okuturdu. Kızını övmekten geri durmazdı. Ablam ruhuna iyi övgüler yağdıran babasını da kaybedince, annesiyle hıncahınç bir savaş başlattı. (Kim bilir, belki de babasını kaybeden sadece biz değildik. Annem de babasını kaybetmiş olabilirdi.) Bir yorgun kadın daha geliyor. Bu defa ergen. Halihazırda annem gibi genetik asabiyeti de var. Annemle inanılmaz bir sürece girdiler. Sanki babamın ölümünü beklemiş gibiydiler. Dışarda çalışmak annemin bildiği bir uğraştı. Annem evde haftalık ekmek ve çok lezzetli yemekler yapardı. Zamanla bu işlerde ablama kaldı. Annemin dışarıdaki ‘erkek’ kimliği öyle taktir gördü ki, (takdirde şayandı gerçekten) kollarında bacaklarında adaleleri gelişti. Ona övgüler yağdırıyordu insanlar. ” Helal olsun teyze”. ” Cenike xırt vejiya.” -kadın çalışkan çıktı- Ayrıca çocuklarını bırakmayan ‘namuslu’ bir kadın çıktı. Annemin bu övgülere ihtiyacı vardı.
Bir gün ona sordum; “Anne hiç evlenmeyi düşünmedin mi..? ”
“Benim kocam değerli adamdı. Attan inip eşeğe binilir mi?” cevabını verdi.
Bu konu hakkında anneme saygı gösterdim. Sevmiş, başka bir ilişki düşünmemiş. Ama eğer sevmemiş olup bize adasaydı kendini, çok üzülürdüm bir kadın olarak…
Annem yüksek tepelerin ormanlarından koca koca ağaçları yuvarlaya yuvarlaya yola indirirdi. Baltayla parçalayıp sobaya atılacak boyutu verirdi. Odunları traktör tutup, babamdan öğrendiği gibi ahır olan damın bir köşesine itinayla istif ederdi. O tarla biçerken, erkeklerle yarışırdı. Onlara attığı farkla haklı övgü alırdı. Övgüler annemi gülümsetirdi. Bir tarla kadar büyük bostanı vardı. Dereden bostana kadar kazma kürek sallaya sallaya su arkları açardı. Ellerinin içi nasır bağlardı…Verimini topladığı ne varsa topladığı gibi de dağıtırdı. Onun minnet duygusu o kadar yüksekti ki, siz bir mi iyilik yaptınız, o neyi var neyi yok, sizin önünüze dökerdi. Onun o minnettarlık duygusu bizim o minnettar kaldıklarımıza iş yapmak üzere gelişti…
Amcamın bir gelini var kulakları çınlasın. Yazdıklarımı işitirse çok gücenecektir. Fakat iyi bir örnektir. Amcamın oğlu ( çok amca oğlu var isim vermeye gerek yok) babama çok düşkündü. Ne zaman köye gelse, eli asla boş gelmezdi. Bunu fırsat bilen yengem, (biraz eli sıkı bir kadın) tonlarca çamaşırı arabaya yükler getirirdi. Dere ağzında yaşıyoruz. Kazan kuruldu mu her yer ormanlık. Hadi bakalım çalı çırpı toplamaya yollanırdık. Tonlarca çamaşır, öyle iki suya banmakla olmaz, elinin üzerinden derini soyacak kadar çitiliyorsan temiz olur. (Titizde bir kadın)…Annem ve zavallı ablam…Annemin bu huyundan zaman zaman mağdur olurduk. İnsan yaptığını görmez ya bazen. Annem de göremezdi. Öğrendiğini uyguluyordu. Akraba olmak iyi olmayı gerektirmeliydi zaten. Sülalede küçük çocukları olan sadece babam kalmıştı. Neyse biz “Hayır” demeyi hiç öğrenemedik. Öyle gururluyduk ki, kimseden bir şey istemek mi asla…!!
Annem dışarda erkek ama evin içinde anneydi sonuçta. Eve girdiği vakit çocuklarının ‘ergen’ yüzüyle karşılaşıyordu. Yüzleştiği bu durumun onu çok aştığı oldu.
Annemin çocuk iletişimi olması gerektiği gibi gelişmedi. Bu konuda bilinci yoktu. Ebeveynler değişen, gelişen, dönüşen çocuklarına uyum sağlamak, iletişim biçimini ona göre yeniden yapılandırmak zorundadırlar değil mi? Hak getire..!
Ablamda maksadını aşan davranış bozukluğu, annemde duygusal patlamalar başlamıştı. Annem, ‘ergen’ çocuklarının şutladığı topu göğsünde karşılayamadı. Canı yanınca ağladı ve kaderine isyan etti. Bazen de beddua…Başka bir gerçekle tanıştık bu süreçte. Korktuğumuz annemiz değildi. Eline geçersek, ne olacağımızı bilmediğimiz bir ablamız vardı artık. Ne siz sorun ne ben anlatayım….Bu durum tam bir zincirleme kaza gibi gelişti. Gücün suistimaline uğrayan halklar gibiyiz. Orantısız şiddet. Ben yetiştirme yurduna gittiğim için, evde kalanların arada böyle düğünleri (!)oluyormuş…Öyle derler.. Ben nasibimi yaz tatillerinde öyle çok değilse de aldım.
Annem benim yetiştirme yurdundaki hayatımın iyi olduğunu düşünmüş olmalı ki, benden iki yıl sonra Cemal ile Cihan’ı da Nazimiye yatılı bölge okuluna vermiş. Cihan’ı aradım geçen gün .
“Benden hemen sora gittiniz değil mi ?” dedim .
“Hayır abla, senden iki yıl sonra gittik. Ben 4 yıl, abim bir yıl kaldı” dedi. O yanlış hatırlıyor sanıp, Cemal’i aradım .
“Doğru diyor ” dedi .
Aklımda kalan senaryo ise Cihan’ın yatılı bölge okulundaki kötü yaşam koşullarından kaynaklı, bacaklarında oluşan rahatsızlığından yürüyemez hale geldiği bilgisiydi. Cemal bana yıllar önce, “abla Cihan’ı tam bir hafta sırtımda taşıdım” demesi kalmıştı. Bizim oralarda kış çetin geçer. Kışın yollar kapandı, annem çocukları alamadı, yollar açılınca çocuklarını aldı ve bir daha göndermedi diye bir bilgi kalmış. Meğer Cihan’ın orda yaşadığı bir günlük hayat, dram olarak çekilse ödül alacak cinstenmiş…4 yıl kalmış o cehennemde. O da hepimiz gibi o dönemi silmek istemiş olacak ki, “geçmiş zaman abla” dedi…
Ben perdeyi araladım bir defa. Meğer tek sorun kardeşim bacaklarındaki ağrıları değilmiş. Oradaki çocuklar geceleri üzerinden yorganı alıp soğuk kış günlerinde yorgansız bırakıyorlarmış.. Yine aynı çocuklar, kardeşimi boğazından geçirdikleri bir ip ile ağaca asmışlar. Cemal kurtarmış son anda.
“ Neden anneye söylemediniz “ dedim.
Cihan, “anne inanmazdı ki” dedi.
Cemal’i aradım: “Neden kardeşini o zulmün içinde bırakıp gittin? Neden anneye anlatmadın”?
Cemal de aynı cevabı verdi: ” Anne inanmazdı ki” dedi…
Ah bırakma anne insanlar kötü….!!!
Cemal, ‘‘Orda kalsaydım Cihan’ı daha çok yıpratacaklardı, çünkü Cihan’a yaptıklarını görünce saldırıyordum, saldırdıkça dayak yiyordum, bana olan hınçlarını sonra Cihan’dan çıkarıyorlardı” dedi .
Cihan dedi ki bana ; “ Abla Cemal gidince bana daha az karışmaya başladılar. Ama ilginç olan o yatılıda aynı memleketli 3 çocuktuk yalnızca. Biri ben, biri abim, biri Fatma’ydı. Sonra ikisi gitti ben yalnız kaldım”.
Cihan yavrum, açlıktan ölse, ‘açım’ demezdi. Kardeşim, o düşüncesiz eyleme kurban gitseydi ne olacaktı ? Öyküsünü, bu yaşta öğreniyor olmak çok daha ağır. Öyle bir parçalanma ki varın boyutlarını siz düşünün; o yıllar, bütün bu bilgiler bende kaybolmuş. Benim kayıp yıllarım…
“Beni bilirsin abla, şikayet etmezdim. Annenin başında çok dert varken anlatamazdım, anlatamadım”.
-Hangi yaralı teninden öpsem iyileşirsin.!!!
Yorgansız geçen o geceler, kardeşimin gelecekteki baba olma sürecini derinden yaraladı. Baba oldu tedaviyle. İkizleri oldu. O ikizlerden erkek olanı dünyada çok nadir bulunan bir hastalıkla mücadele ediyor. O günlerin etkisi olabilir mi? Ben doktor değilim en nihayetinde…
Kuzen olan amcam vardı hani, oğlu abimiz, siyasi bir sebepten Nazimiye’de ceza evinde yatıyor. Ve o küçücük çocuk bana duygusunu şöyle aktarıyor; “Düşünsene abla, adam mahkum. Ama ben, mahkumda olsa kanımdan bir canın yakınımda olmasından güç alıyordum…”
Acaba annem nasıl bir süreç yaşıyordu ki bu duruma kendini izole etti. Bu kararları anneme çaresizliği aldırmıştı elbette. Onca küçük çocukla başa çıkmak, sahip çıkmak hiç kolay olmayacaktı. Uzağına düşenler de onu düşündüler… Hayat bize, bir yük daha yük etmemenin sorumluluğunu küçükken öğretti. Bize, ne vakit bir iyilik yapılsa minnet duygumuz Şah’a kalkar. Annemi bu yönüyle yazmak kolay olmasa da, annemin bir sözü vardı: “Niye yalan mı söyleyeyim, doğruya doğru…” Kızın da sana çekmiş anne. Doğruya doğru..
Ruhuna şarkılar söyleyeceğiz bekle bizi..!!