Cavidan Rawer: Tanrının Yorduğu Kadınlar -6

Yazarlar

“Dünyanın ‘lisan-ı halleri’ okunmamış kadınları…”

Şu dünyanın ‘lisanı- hali’ olan ve çözümden yoksun bırakılmış kadınları, görünmek için bin türlü cefa çekerler. Oysa huzura kavuşmanın mekanı toprağa düştüğümüz yer değil midir? Ebedi kış uykusuna, ömrünü harcar bir kadın. Bize yalnızca ölümle gelen bu huzurun kitabını kim yazdı..?

“Rahim” ile başlayan “rahmimizin çektiği çile kutsal sayıldı” da ötesindeki hiçbir emek kutsanmadı ve tüm marifetli yerlerimizden vurdular bizi. Tek aksesuarımız saçlarımızdı, en önce kıydıkları yer de orası oldu. (Başka bir yazıda bu konuya değineceğim)…

“Beni yaz” dedi annem. Ben annemin söz rüzgarıyım. Yazıya uzanan diliyim. Acısına imza atan kalemiyim. “Kendinde bulduğun beni yaz kızım…Sendeki beni, bendeki seni yaz…”

Seni benden daha iyi kim anlatabilir, kim tanımlayabilirdi ki zaten..? Annemi sormayın. Sanki Frida Kahlo… Kaşları kalın ve bitişik. “Sigortalı kaşlım” diye espri yapardık ona. Elmacık kemiği oldukça belirgindi annemin. Yuvarlak yüzlü, kıvrık kirpikleri ile bir tablodan fırlamış gibiydi. Güzel yapılı bir burun. Su dalgası ve gür saçlarıyla dağ ceylanı görüntüsü vardı. O saçlarını öne doğru taradığında, biz kafamızı bir çadırın altında saklardık. Güzeldi. Hep güzeldi ve biz o güzelliğin farkında değildik…

Zaman geçtikçe feminen güzelliği yok oldu. Eril bir haritaya döndü yüzü. Son sermayesi olarak elleri, kolları, bacakları, alnındaki teri kalmıştı. Yüzünde
sürekli taşıdığı mevsimsel maskeleri vardı. Kışın odun karası, yazın harman savuntusu, ilkbaharda çamur izi, sonbaharda ise odun kırıntısıydı. Kim demiş etek fermuarı arkada durur diye . Belindeki fermuar yerini tutturamazdı bir türlü. Sanki annemin giydikleri modaya daha uygundu. Ters-düz.
Düz-ters. Oyalı tülbenti saçlarını toplama bandı oldu. ne yalan söyleyeyim bu hali bize çok cazip gelmiyordu…

Bıll Bryson, Beden kitabında şöyle yazmış: “Anne gerekli unsurlardan fazlaca yoksun ya da ihmalkârsa belki mucizeler yaratamaz ama fark yaratır.” 2,5 santimetreden sancı dolu mucizeler doğurdu. Farkını onların genlerinde kesinlikle yarattı. Merhameti, öfkeyi, neşeyi minnettar olmayı, macerayı çalışkanlığı, alınganlığı ve daha neleri neleri…Hepimizde bolcası var bunların. Nakış işler gibi içimize nakşetti.

Her şeye rağmen annem tek başına bir iktidardı. Oturduğumuz evin etrafında yer yer kırmızı toprak vardı. Ondan mıdır bilinmez, çok tehlikeli akreplerimiz eksik olmazdı. Annem yılanların, börtü böceğin dostuydu. Hepsinden nasibini aldı ve her defasında “feleği geri çevirdim” derdi. Ritüelleri vardı. Kötü haberi kargaların ötüşünden kapardı. Kargalar öttüğünde; “Xevera xeri” “iyi haber olsun” der ve aynı cümleyi defalarca kurardı.

Karga ötmüşse kara haber var demekti. ( Ah seni gidi karga. Anneme şarkı söylüyor olabileceğini hiç düşündürtmedin. Bütün kabahat o kaba ötüşünde saklı.) Bedenimize döktüğü suya günahlarımızı sildirirdi. “Awê; cerra bero, corra şero. Chı guna lazê mı çena mıkê esta na awêdê şero!”  (Su; aşağıdan gelsin, yukarıdan gitsin. Oğlumun, kızımın ne günahı varsa bu suyla gitsin.) Günahsızdık anne….

Annem, yüzünü doğan güneşin hikmetine sürerdi. “Ya mıhemmede xométi” (Ey kainatın hakimi) diye başlayan cümlesini herkese iyilik diledikten sonra bitirirdi. İstediği ne mal ne mülktü. .”Tı made bê cömerdiyé ya hêq”. Tanrının bize cömert davranmasını isterdi. “Önce çocuklarımı, sonra herkesin çocuklarını kötülüklerden koru” derdi bıkmaksızın. Bu arzuhali tanrıya hiç ulaşmadı…

Ah; annem/ anneler… Çok tatlıydı. Tanrıyla aralarında anlaşma varmış da tek taraflı askıya alınmış gibi kendini kandırılmış hissettiğinde, tanrıya çok sert bakardı. “Senin gözün kör, kulağın sağır, dilin lal mı?” diye başladığı isyan cümlesini; “Beni neden duymazsın?”diye bitirirdi. Susmazdı. İsyanını büyütürdü. “Sana ikrar verdik. Seni yol eyledik. Cem tuttuk. Nefsimizi terbiye ettik. Nefes verdik. Kırklar dağında matem tuttuk. Düzgün babaya dilek bıraktık. Ma ne olmuş, bir kez yüzümüze baksaydın ya. Onca niyaz eyleyip. onca çıra yaktık. Onca ziyaret gezdik. Ne olurdu kabul etseydin ya.”

En çok da tanrının ona neden küstüğünü sorardı. “Tı çàh herediya. Ma mı tore sekérd?(Bana neden küstün, ben sana ne yaptım?) Suçlu olarak kendisini görürdü. Çünkü birsi sizi göz ardı ediyorsa kendinize soracağınız soru, “yanlış bir şey mi yaptım acaba?” sorusudur. Tanrı annemi bir şeyle cezalandırmıştı, ama neyle? Bir vakitler tanrının kalbini kırmış olmalıydı. Ama nerede? Hatırlamıyordu. Tanrının üstüne şalvar çeken, kendini ihmal eden, kaşları bitişik bu kadını görmesi beklenemezdi. Sürekli yakınan, bir şey isteyen kulunu neden görsündü. Tanrı kendisinden olmayanı sevmiyordu. Gündüzün tüm rahmetini, hikmetini onlardan esirgiyordu. Tanrıdan bize hayır yoktu. Gece ay kokulu yastığına başını koyduğu an yönünü kendi kutsallarına
çevirirdi. “Ya Xızır! Tu estake esta.” (Ya Hızır! Sen muhakkak varsın.) “Téngamade bıressé” (Darımıza yetiş.) Xızır darda kalanların yetişeniydi. Musa ile çıktığı tevekkül, sabır, sır yolculuğunda bilgeliğini, hükümdarı nasıl alt edebileceği üzerine kullanmamıştı. Şerde hayır var der, yoksulun gemisini çekerdi. Aynı Xızır, şerde hayır var diyerek bir çocuğu öldürendir de.

Ola ki ileride baş kaldıracak bir akıl yetişir, mümin olan ailesini azgınlık ve inkara sürükler diye. Kimse de demez ki, “Be hey Xızır! Sen ki ilmin bilgesisin, bilgelik zulmün aşılması için klavuz degil midir?” Üstelik biri ilmin, öteki felsefenin duayenleri olarak yan yana gelebilmişken. O halde bilge olan
kim? İnsan-ı kamil kim? Annemin çağırdığı bu “eril bilgeler” sanki annemi çekici bulmuyorlardı. Xızır mutlaka bize de gelmişti. Hangi ruhu giyinerek karşımıza çıktığı bilinmez. Özel isteklerimiz de olmadı. Hayatın geçiş dönemlerinde bizlere köprü oluyordu sanırım. O da İlk bulduğu labirente bir şeyler bırakacak kadar cömertti.

“Hadi çıkışı kendiniz bulun” demiş olsa gerek. O günden beri sorula hep çoğaldı. Hangi labirentine bıraktın bizi Xızır? Çıkışımız nerede?
Annem yönünü şaşırdığında her şey alt üst olabilirdi. O nedenle tüm mücadelesi ayakta kalmaya dayalıydı. Ruhundaki dağılmaya isim bulmayı aklından bile geçirmedi. Kabul görmenin tek anahtarı var elinde. Çok iyi olmak. İyi bir insan olmak. İyinin de ötesinde bir iyilikti onunki ve sanki onun için dünyaya gelmişti. Doğduğu evde de gelin olarak geldiği evde de kabul görmesinin tek anahtarı buydu. Üstüne de çok çalışmak, namuslu olmak, babamızın şerefini korumak gibi bir görev eklemişti.

Annemin başka bir emaneti daha vardı. Gülizar Nine. Gözleri görmeyen Gülizar nine bize, dünyanın en güzel anneannesi, babaannesi olmuştu. İyi ki vardı. Bana ” Ere Cevciya” diye seslenidi. Adımı söyleyemiyordu. Geldiği yerden, başında ve elbiselerinde bolca bit getirmişti. Yatacak yerimiz olmadığını düşünüyordu sanırım. Çocuklardan biri onun yatağında, onun sıcak kalbine yakın uyuyabilirdi. Bu sıcaklığa en çok gönüllü olan bendim. Doğal olarak bitlenmem kaçınılmazdı. Annem kafasında saçları az kalmış bu kadına kıyamadı. Benim saçlar gitti tabi. Hiç unutmam, leğendeki suyun yüzeyinde o kadar çok bit vardı ki… Annem: “Bak, bunların hepsi bit. Gördün mü kızım. Saçını kesmesem kurtulamazdın bunlardan” dedi.” Durmaksızın elbiselerimizi kaynatırdı…
İkimizi de Bitten kurtarmıştı böylece. Ben nineyle, onun kalbine sokularak, yatmaya devam ettim. Onu hepimiz çok sevmiştik. Zazacayı ondan öğrendik. Tek kelime Türkçe bilmezdi. Bir gün annem ve ablam da evde yoklardı. Gülizar nine nasıl telaşlı . Elinde çubuğu, yola vura vura
iz sürüyor, beni arıyordu. “Ere Cevciya çiğeram domen quyê erê domonu topkê bere zerê. xo wedaré.” Bana sesleniyor . “Çocuklar nerede? Çocukları eve topla ve saklanın.”

“Nine bir şey yok, korkma dedim”
“Esker yeno erê.” “Asker geliyor.”
“Nine, asker yok.”
“Ax ax ax! Erê wayé wayé, tora wano ha domon kotîye? Ceeemal.. Cihannn… Ero béré çe.” (Sana diyorum bacım bacım, çocuklar nerede? Ceeemal, Cihannn, eve gelin…) İsimlerimizi uzatarak çağırırdı. Rahatlasın diye hepimiz toplandık, ama içeri girmiyoruz. Nineyi seyrediyoruz. O bizi görmüyor.
“Çocukları içeri aldın mı?” diye sordu. “Aldım, korkma kimse yok.” dedim. Korkudan tir tir titriyordu…

İnanması çok zor. Okula giden bir yol vardı. O yolun en az iki kilometresi evin görüş açısındaydı. Her şey ninenin söyleminden bir kaç dakika sonra oldu. Bu imkansızdı. O yolun iki kilometre ötesinden, viraja burnunu kıran askeri araçlar (cemse) tozu dumana katarak geçiş yaptılar. Uzaktan sayıyoruz. 20 araç. “Nine sen nasıl bildin bunları?” Zeminden gelen sesi dinlemiş meğerse. Evi aradılar. Çubuğuyla yarı daireler çizerek bizi eteğinin arkasında tutuyordu. Askerin olası bir atağına karşı kendince tedbir almıştı. “Qarse domone mêberê.” (Çocuklara karışmayın.) Bizde korku yok tabi ki. Nine korkuyor. Duyusu gelişmişti. Bu gelişen duyu, onun “1938” acılarının amansız çığlığıydı. Yıllar sonra derin derin o günü düşündüğümde “demek ondan korkmuştu ninem o kadar” dedim kendi kendime.
Ah; Gülizar Nine! O da babamdan bir yıl sonra öldü. Fakat komik bir şey oldu. “Beni dışarı çıkarın” dedi. Tuvalete gidecek. Tuvalet dediğimiz kapının eşiği yani. Daha kapıya varmadan Hıdır abim, “Anne nine öldü” dedi. Ocak ayıydı ve hava çok soğuktu. Yatağına geri yatırdık. Ama nine
yaşıyordu hâlâ. Annemi ” weyve areyiz ” diye çağırırdı. (Areyan, annemin aşiretinin adı) “Areyizli gelin” diye devam etti. Ondan çenesini bağlamasını istedi. Yanlış hatırlamıyorsam annem onun bu isteğini yapmıştı. Nine de yaklaşık bir ya da iki saat sonra hayata gözlerini yummuştu…

Annem nineyi yatağıyla birlikte olduğu yönden başka bir yöne çevirdi. Abimin “ne yapıyorsun anne?” sorusuna, “kıbleye çevirdim” dedi. Kendince de kıbleyi tarif etti. (Bizim köyden bir sonraki köyün adı Tirkel) Tırkel’den öte elinizi bulutlara uzatın. Abim, “anne kadın Tirkeli geçti gidiyor, sen niye geri çağırdın.” dedi. Bizi bir gülme tuttu. Annem kendince bir kıble bulmuştu. Nine aldığı yaşlılık maaşından hiç kimsenin göremeyeceği bir nezaketle avuç içinden avuç içine bırakırdı. Yıldızlar yağsın üzerine Gülizar Nine. Seni seviyorum…

 

İlginizi Çekebilir

Müslüm Yücel: Aysel Tuğluk ve Eren Keskin Belgeselleri
Ali Engin Yurtsever: Kimin Gündemi, Kimin Demokrasi Mücadelesi?

Öne Çıkanlar