Türkiye’de ilk kez üniversitelerin kurumsal yapısı dışında bir Ekoloji Enstitüsü girişimi başlatıldı. Polen Ekoloji Çalışmaları Derneği, geçtiğimiz haftasonu (21 Nisan) İstanbul Kadıköy’deki mekanında gerçekleştirdiği kokteyl ile Ekoloji Enstitüsü’nün açılışını duyurdu. Enstitü’nün değişik alanlardan akademisyenlerden oluşturulan danışma kurulunun ilk dönem seminerleri 1 Mayıs’tan hemen sonra başlıyor. Danışma kurulu üyeleri ve seminerler hakkında daha fazla bilgiyi enstitünün sitesi ekolojienstitu.org’dan edinebilirsiniz.
Türkiye özellikle 2010’dan sonra çok yoğun bir şekilde madencilik ve enerji yatırımlarıyla bir çevresel yıkım sahası haline getirildi. Ülkede nereye giderseniz gidin manzara yarısı bıçakla kesilir gibi kesilmiş tepeler, ormanların içlerinde ya da tarım arazilerinin ortasında cehennem çukurları, kapkara akan dereler, nehirler, mahalle kenarlarında yükselen moloz ya da atık yığınları, kirli gri bir havadan oluşuyor. Her yerde maden ya da başka bir projeden dolayı toprağına el konulmasına karşı mücadele eden köylülerin, mahalle ve parklarını korumaya çalışan kent yoksullarının çığlığı yükseliyor. En büyüğünü İliç’te yaşadığımız üzere, siyanür gibi ağır toksik maddelerden oluşan atık havuzu ve liç yığınlarının göçmesi ile bütün bir havzanın zehirlenmesi sonucu geri dönüşü olmayan felaketler yaşıyoruz. Türkiye’de sadece 24 ilde bulunan ormanların ortalama %60’ı, tarım alanlarının ortalama %57’si, meraların ortalama %55’i, korunan alanların ortalama %57’si, potansiyel koruma alanı olması gereken alanların (Önemli Doğa Alanı) ortalama %63’ü madenlere ruhsatlı. Yani Türkiye’nin doğal, ekonomik ve kültürel olarak her türlü değerinin, madencilik faaliyetlerinin inisiyatifine bırakılmış durumda.
Dahası Türkiye, Avrupa’nın çöp merkezi haline getirilmiş durumda. Sadece plastik çöpler değil, İzmir Aliağa’da olduğu gibi asbest, radyasyon vb. gibi atıklara bulanmış gemiler de Türkiye’de sökülüyor. Ve bu bölgelerde kanser vakaları tavan yapıyor. Halk, çevre ve işçi sağlığını hiçe sayarak kurulan emek rejimi, büyük bir sağlık krizine dönüşmüş durumda. Devlet ise suçu örtbas ederek kanser oranlarını açıklamıyor. Sağlık Bakanlığı’nın yaptığı kanser araştırmasını kamuoyu ile paylaştığı için Bülent Şık’ın ya da Dilovası sanayi bölgesindeki kirliliğin halk sağlığına etkilerini raporlayan Onur Hamzaoğlu’nun başına gelenler, yaşanan sağlık krizinin üzerinin örtülmek istenmesinin kanıtı. Sadece siyasi açıdan değil, bilimsel teknik araştırmalar bakımından da üniversiteler, iktidar ve şirketlere tabi hale getirildi. Ama akademinin iktidarın ve şirketlerin çıkarlarına angaje hale getirilmesinin bir başka biçimi daha var. Devlet ve özel şirket yatırımlarının mahkemeler aracılığıyla kamu adına denetlenmesi süreçlerinde başvurulan “bilirkişi” raporları ve bu yatırım projeleri için yazılan “ÇED Raporları”.
Türkiye’de halk ve çevre sağlığını doğrudan etkileyen sermaye yatırımlarında, mevcut tesislerin atıklarının doğal ortama salınması, atık havuzlarının taşması, inşaat süreçlerinde asbest gibi kirleticilerin saçılması, sanayi atıklarının akarsulara deşarjı vb. ile oluşan havza kirlenmelerinde ya da İliç Çöpler Madeninde yaşandığı gibi felaketlerde açık, şeffaf araştırma ve denetlemelere hiçbir şekilde izin verilmiyor.
Siyasileşen mahkemeler, bakanlık ve şirket lehine rapor yazılana kadar “bilirkişi heyeti” değişikliklerine gidiyor. Örneğin, Artvin’de Çoruh Üniversitesi Ormancılık Fakültesi’ndeki tüm akademisyenlerin ortak imzasıyla yayınladıkları Cerattepe bölgesinde madencilik faaliyetinin doğa, halk sağlığı vb. açısından yanlış olduğunu ortaya koyan “Fakülte raporu”na rağmen Rize Bölge İdare Mahkemesi, Gümüşhane Üniversitesi’nden birkaç akademisyenin “bilirkişi raporunu” esas almayı tercih ederek siyanürlü altın madenciliğine onay vermişti.
Buna benzer sayısız örnek, çevre ve halk sağlığının hiçe sayılmasının, mevcut kanunların dahi uygulanmamasının Türkiye’deki sermaye birikiminin temel yöntemlerinden biri olduğunu gösteriyor! Muğla’da İkizköylülere reva görülen şiddeti hep birlikte gördük. Çoktan kapatılması gereken termik santral için açılan kömür madeni alanı onlarca köyü, ormanı, zeytinlik alanı ve tarım arazisini yuttu. Ve yutmaya devam ediyor. Karadeniz’in doğal ormanları ve yaylaları, Fırat ve Dicle nehirlerinin havzasındaki bölgeler, Kazdağlarının dört bir yanı maden, taş ocağı, mermer vb. şantiye alanına dönüştürülüyor.
Çevre ve halk sağlığını etkileyen bütün bu yatırımların proje dosyalarının, ÇED raporlarının aynı müşavirlik şirketi tarafından aynı “akademisyenlere” kopyala-yapıştır usulü yazdırıldığını gösteren onlarca dosya var. Örneğin, İzmir’in Aliağa ilçesindeki İzdemir Termik Santrali için verilen ÇED raporunun Karadeniz’deki bir projeden “kopyala-yapıştır” yöntemiyle hazırlandığı ortaya çıkarıldı. Trabzon’un Dozköy ile Araklı İlçesinde planlanan 4 madencilik işlemi için hazırlanan raporların birbirlerinin birebir aynısı olduğunu ortaya çıktı.
Aslında bu durum, Türkiye’nin genel siyasi koşullarının emek ve doğa alanına yansımasından ibaret. Anayasa Mahkemesi’nin kararlarının yerel mahkemelerce tanınmaması gibi adalet sisteminin tamamen siyasi iktidarın çıkarlarına tabi kılınması, belediyelerden sonra üniversitelere de kayyum atanması ya da binlerce doktor, akademisyen, öğrencinin yurtdışına göç etmek durumunda bırakılması, Türkiye’nin uyuşturucu sektörünün üssü haline gelmesi ve bu uyuşturucu sektörünün bizzat siyasi iktidar içinden kişilerle bağlantılarının ortaya çıkması gibi politikaların büyük bir toplumsal çürüme ve çöküş yarattığı bir dönemi yaşıyoruz.
Kuşkusuz bu yaşadığımız şeyler küresel gelişmelerden bağımsız değil. 2008 küresel krizinden itibaren dünyanın yeniden paylaşımı için rekabet, devletlerin savaş bütçelerini arttırdığı, demokratik hakları güvenlik gerekçesiyle budadığı, ırkçı-milliyetçi örgütlenmelere yol verdiği ve buna bağlı olarak halktan, emekten, doğadan yana toplumsal hareketlerin olağanüstü baskılara maruz kaldığı bir süreç yaşanıyor. Yarım asırdır Birleşmiş Milletler’in gündeminde olan küresel iklim krizi, bu savaş ve ırkçılık dalgası karşısında rafa kaldırıldı. Önce pandemi sonra da Ukrayna savaşı bahanesiyle Avrupa’nın Rusya’ya enerji bağımlılığını yok etmek gerekçesiyle başta ABD olmak üzere bütün Batılı ülkeler fosil yakıtlara tam gaz yüklenmiş durumdalar. Kutuplarda ve okyanuslarda fosil yakıt çıkarmak için kıyasıya rekabet ediyorlar. Bir taraftan da nadir toprak elementlerinin madenciliği için “süper bölgeler” tesis eden anlaşmalar yapıyorlar. Filistin’de yaşanan soykırıma karşı ses çıkaran öğrencilere, akademisyenlere reva görülen uygulamalar da bu karanlık tablonun bir parçası. Bütün o yeşil dönüşüm yaygarası göstermelik maskesini dahi kaybetse de yeşil emperyalist söylemin parçası olmayı sürdürüyor.
Bütün emareler gidişatın küresel bir kıyamet sürecine doğru olduğunu gösteriyor. Savaşlar, iklim krizi, gıda ve su krizleri, pandemiler, kuraklık, türlerin yok oluşu, yoksulluk, göçmenlik… Bu karanlık tablo içinde elbette mağdurların, ezilenlerin var olma mücadelesi büyük bedellerle sürüyor, büyüyor. Grevler, protestolar, direnişler, örgütlenmeler her yerde zuhur ediyor. Bir yaşam mücadelesi veriliyor.
Ekoloji Enstitüsü’nün açılmasını bütün bu tablonun içinde, bu yaşam mücadelesinden yana küçük bir adım olarak görmek gerekiyor. Mücadelenin kendi bilgi üretim ve eğitim kurumlarını da yaratarak ilerlemesi gerekiyor. Bilgi tekelini burjuvazinin elinden almak, sermayeden ve siyasi iktidardan bağımsız, emekten, halktan ve doğadan yana kolektif bir üretim ortamının tesis edilmesi başarı açısından kaçınılmaz görevlerden biri. Bu açıdan enstitünün sahiplenilmesi, yaşatılmasının çok büyük bir emek ve dayanışma istediği ortada. Başta, ekolojik yıkımın en büyük mağduru olan işçilerin, sendikaların enstitüye sahip çıkması da ayrıca önemli. Tüm ezilen toplumsal kesimlerin bu bütünlüğü gören bir yerden enstitüyü kendi mekanı olarak görmesini temenni ediyoruz.