Cengiz Aktar: Yeni Suriye’nin Normalleşmesi Mümkün mü?

GenelGündem

10 Mart’ta Suriye Geçici Hükûmeti reisi Ahmed Şara ile Kuzeydoğu Suriye Özerk Yönetimi adına Suriye Demokratik Güçleri (SDG) komutanı Mazlum Abdi arasında tarihî bir anlaşma imzalandı. Bu çerçeve anlaşma ile coğrafyamızda ilk kez dört ülkede talî unsur muamelesi gören Kürtler ait oldukları bir devletin, Suriye’nin, aslî yurttaşı olarak tanındı; hem ülkede hem dışarıda meşruiyet kazandılar. Sözkonusu anlaşma dört ülkedeki Kürt sorunlarının müstakbel çözümü için Suriye’yi ağırlık merkezi konumuna getirme dinamiğini barındırıyor.

Elbette çerçeve anlaşmanın tam anlamıyla hayata geçebilmesi için içerdiği sekiz maddenin altının doldurulması, hepsinde tam anlaşma sağlanması gerekiyor. Tüm maddeler ve ayrıntılarda anlaşmadan hiçbir maddede anlaşılmamış sayılacak ve carî durum devam edecek. Çerçeve anlaşmanın maddeleri ve önündeki süreç ile ilgili Rojava Enformasyon Merkezi’nin İngilizce çalışmasına başvurulabilir.

Anlaşmanın akabinde daha imzaların mürekkebi kurumadan Şam yönetimi, sözkonusu anlaşmanın hem ruhuna hem lafzına tamamen zıt, Suriye’nin çoğulluğunu kat’iyen dikkate almayan, selefi tınılı bir anayasal niyeti birdenbire beyan etti. Özerk Yönetim ve Suriye’nin diğer unsurları bu oldubittiyi derhal reddettiler. Şu aşamada ne sekiz maddelik çerçeve anlaşmanın ne de anayasal niyet belgesinin akıbeti belli.

Peki, ne oldu da 10 Mart’ta parafe edilen anlaşmayla oluşan olumlu atmosfer birdenbire yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kaldı?

Bilindiği kadarıyla 10 Marttan hemen sonra Ankara, Dışişleri ve Savunma Bakanlarıyla MİT Müsteşarı’nı apar topar Şam’a gönderdi. İki bakanın televizyon demeçleri Ankara’nın çerçeve anlaşmayı tamamen kendi gözlükleriyle ve SDG’nin lağvedilmesi konusundaki ısrarı doğrultusunda değerlendirdiğini ikrar ediyor. Anayasa niyet beyanının şapkadan çıkarılmasını da bu bağlamda değerlendirmek gerekiyor. Hâsılı kelam, Ankara çerçeve anlaşmaya açıkça karşı çıkmasa da Geçici Hükûmet ve Ahmed Şara üzerinde kalan nüfuzunu sonuna kadar kullanarak bu işi tamamen akamete uğratma peşinde. Zira Şara’nın beyan etmeye mecbur kaldığı anayasa niyeti çerçeve anlaşmayı kadük kılıyor.

Aralık ayına geri dönersek, Ankara, Esad rejiminin düşüşünü alelacele kendisi açısından büyük bir zafer olarak sundu. Ne var ki, onlarca yıl süren şiddet ve acılarla perişan olmuş Suriye’nin geleceği için tamamen Türkiye merkezli sonuçlara vararak hata üzerine hata yaptı ve yapmaya devam ediyor.

9 Aralık’tan bu yana emperyal bir iştahla müstakbel himayesi için proje üstüne proje ilan etti. Aslında, tıpkı Mısır’da Muhammed Mursî ve Müslüman Kardeşler iktidara geldiğinde yaptığı gibi hareket etti. O dönemde Türkiye’nin Kahire Büyükelçiliği, her uzmanlıktan memurun üssüne dönüşerek “cahil” Mısırlılara idare konusunda tavsiyeler dağıtıyordu. Sonunu biliyoruz.

Bugün ise Şam’daki her bakanlıkta Ankara’nın memurları olduğu fısıldanıyor. Himaye devlet için planlanan devasa projelerin şiarı “topyekûn kurumsal inşa” olsa gerek. Yeni bir anayasanın hazırlanmasından 300.000 kişilik bir ordunun yoktan var edilmesine, kamu hayatının tüm yönlerinin yeniden düzenlenmesinden Ankara’nın gözlerini kamaştıran şehir ve yol altyapısının yeniden inşasına kadar giden geniş bir yelpaze bu.

Ama bütün bu faaliyetin yanında kalıcı gündem maddesi Kürt unsuruna duyulan husumet elbette. Ankara epeydir kuzeybatı Suriye’de Kürt ve Hristiyan sakinlerinden zorla temizlenen 8.835 km²’lik bir alana hükmediyor. Bu bölgede 3.000 kişilik olduğu tahmin edilen ancak gerçekte çok daha büyük olan bir TSK birliği bulunuyor. Zira 911 km’lik Suriye-Türkiye sınır engebesiz ve tamamen geçirgendir.

Düzenli ordunun yanı sıra, kontrol altındaki bu topraklar, Ankara tarafından kurulan, eğitilen ve silahlandırılan ve 70.000 kişiden oluştuğu tahmin edilen Suriye Milli Ordusu (SMO) adındaki düzensiz bir askeri gücün operasyon sahası halinde. Bu “ordu”, dünyanın dört bir yanından gelen düzensiz savaşçılar ve cihatçılardan oluşuyor. Kırktan fazla farklı milletten savaşçı bulunuyor ve bunların arasında hatırı sayılır miktarda eski IŞİD üyesi olduğu bir sır değil. Cihatçılar çektikleri sosyal medya videolarında gizlemeye gerek duymadan IŞİD pazıbentleri taşıyor. Tek hedefleri ise Kürtlerin başını çektiği Özerk Yönetim ile SDG. Geçici Hükûmet bu silahlı gücün dağıtılmasını ve yeni orduyla bütünleşmesini istiyor olsa da bunun, Ankara’nın sert müdahalesi olmadan gerçekleşmesi mümkün değil.

Silahlı kuvvetin yanı sıra Ankara, eğitim (Arapça ve Türkçe olarak, ancak Kürtçe değil), iletişim, finans ve kamu hayatının tüm yönlerini yönetmek için bölgeye sivil yöneticiler yerleştirdi.

İster Esad döneminde olsun ister Şara döneminde, Türkiye’nin, iktidarı kadar muhalefetinin demokratik ilkeler doğrultusunda işlemek için çaba sarfeden Özerk Yönetim gibi bir oluşuma tahammül etmesi mümkün değil. Tıpkı Rusya’nın demokrasi olma yolunda çalışan Ukrayna’ya tahammül edememesi gibi. Bu amaçla, anlamsız taleplerinde ve Kürtlerden geldiği iddia edilen hayalî tehditlerde ısrar etmeyi sürdürüyor. Üstelik bu defa 9 Aralık sonrasında kurulan Şara hükümetini dahî karşısına alma pahasına.

Ankara’nın kabul etmek istemediği çıplak gerçek, Özerk Yönetimin en az %60’ı Araplardan oluşan, Pentagon yani NATO tarafından eğitilen ve silahlandırılan 100.000 kişilik bir ordu kurmuş olması. İkincisi, çerçeve anlaşmada üstü kapalı zikredildiği gibi, bu ordunun müstakbel Suriye ordusunun belkemiğini oluşturacak olması. Ve bu görev tanımı kapsamında ve acilen cihatçı başıbozukları kontrol altına alarak Arap Alevîlerine yönelik pogromları durdurması. Yeni ordunun, günü geldiğinde yayılmacı İsrail’e karşı da bir zırh oluşturabileceğini unutmadan…

Sözkonusu ordu 2015’te İŞİD’i bertaraf etti, İŞİD’in kalan hücreleriyle mücadele etmeyi sürdürüyor ve halen Teşrin Hidroelektrik Barajı çevresinde görüldüğü üzere SMO’nun saldırılarına karşı koyabiliyor.

Türkiye’nin dayatmaları ise bölgedeki yerli ve yabancı diğer aktörlerin girişimlerine zıt istikamette ilerliyor. Bu dayatmalar yukarıda sözü edilen çerçeve anlaşmanın sponsorları ABD, Almanya, Britanya ve Fransa ile mutabakatı hararetle destekleyen Suudi Arabistan’a ters düştüğü gibi ölmek ve öldürmekten bitap düşmüş Suriye halkına da sunabileceği bir gelecek yok.

Bölgesel ve Batılı güçler, en azından Suriye’deki yangını söndürmek ve ülke içinde yerlerinden olmuş olanlar ile mültecilerin geri dönmesini sağlamak istiyor. Geçici Yönetim de bir an önce hem Şara’nın Heyet Tahrir ul-Şam’ı (HTŞ) hem de esas SMO içindeki cihatçıları kontrol altına almak ve ülkede asayişi sağlamak istiyor. Çerçeve anlaşmanın cihatçılar ve Ankara dışında Suriye’nin her kesimini hoşnut etmesi, aksine şeriatı esas alan müstakbel anayasa niyetinin, en azından görünürde Şara hariç her kesim tarafından reddedilmesi tesadüf değil.

Ankara, yeni Suriye’ye kendi idare şeklini dayatmak için hiçbir fırsatı kaçırmadı. İbrahim Kalın, 9 Aralık sonrasında alelacele Şam’a gönderildi ve Şara ile görüştü. Ankara’nın, Geçici Hükümet ile Özerk Yönetim arasındaki diyalogdan duyduğu rahatsızlığı dile getirdi.  Buna rağmen Şara 31 Aralık’ta ilk kez SDG yetkilileriyle Şam’da görüştü. 2015’ten beri Ankara’nın vetosu nedeniyle Suriye konulu bütün uluslararası toplantılardan dışlanan Özerk Yönetim, işler çok zor ilerlese de artık dışlanabilecek bir kurum değil.

Türkiye’nin Şara üzerindeki etkisi sınırlı. İsyan sürecinde HTŞ’ye verdiği hayati destek Ankara’ya bir kredi sağladı, ancak 9 Aralık’tan bu yana, aşırı vesayetçi tavrı Şam’da, yalnız Geçici Hükümet’te değil, bütün diğer Suriyeli unsurlar arasında da huzursuzluk yaratıyor.

Türkiye, 20. yüzyılın başında gerçekleştirdiği büyük etnik-dini temizlik nedeniyle Suriye’nin etnik, dini ve dilsel çeşitliliğine yabancı olduğu kadar karşıdır.

Bu nedenle bugün Suriye’de kendi otoriter, merkeziyetçi ve asimilasyoncu modelini dayatmaya çalışır. Ne var ki başarılı olabilmesi için ne teknik, ne mali, ne de entelektüel araçlara sahiptir ne de Suriye’nin çeşitliliğini teke indirgeyebilir. Bunu sadece güç kullanarak yapabilir, ama bunun da bariz sınırları vardır.

Tüm hatalarına rağmen Türkiye, Suriye’nin istikrarı için önemli bir aktör. Tıpkı Ürdün ve Lübnan için olduğu gibi mültecilerin gönüllü geri dönüşü açısından ve 2011’den bu yana Suriyeli mültecilerin Türkiyelileşmeleri bağlamında.

Bugün Suriye içinde ve dışında ülkenin normalleşmesi için çalışan tüm aktörlere düşen sorumluluk, Ankara’yı yıkıcı dinamikler taşıyan anlamsız taleplerinden ve Kürt karşıtı saplantısından vazgeçmeye teşvik etmektir.

/Bu yazı birikimdergisi‘nden alınmıştır/

İlginizi Çekebilir

İmamoğlunun diploması iptal edildi
Ece Üner’e “Yargıyı etkilemeye teşebbüs” soruşturması

Öne Çıkanlar