CHP Milletvekili Sezgin Tanrıkulu: İktidar daha da sertleşecek

GündemPolitika

“Seçim sonrası bakanlar kurulunun yeni oluşumu, bazı çevrelerde iyimser bir hava estirdi. Fakat rejim, yoksulun daha fazla sömürülmesi üzerine kurulu…”

Gazeteci Aslıhan Gençay, CHP Diyarbakır Sezgin Tanrıkulu ile Türkiye’de insan hakları ihlallerini, Cumartesi Annelerini ve yaklaşan yerel seçimleri konuştu…

Gençay’ın Tanrıkulu ile yaptığı röportajın tamamı şöyle:

Sadece mecliste vekil olduğu için değil, on yıllardır dirençle, azimle sürdürdüğü insan hakları mücadelesinden ve din, dil, ırk ayrımı yapmadan, mağdur seçmeden zorda, darda kalan herkesin yanında yer almasından dolayı çok değerli bir isim Sezgin Tanrıkulu.

İnsan hakları savunucusu ve avukat Tanrıkulu, son genel seçimlerde CHP’den Diyarbakır milletvekili seçilerek tekrar mecliste yerini aldı. Bizler onu meclis kürsüsünden çok, halkların ve mağdurların yanında, sokakta mücadele verirken görmeye alışığız. Bu yüzden Tanrıkulu ile öncelikle Türkiye’nin son dönemdeki insan hakları gündemini ve elbette sözün dönüp dolaşıp geldiği yeri, seçimleri konuştuk. Cumartesi Anneleri’nden Mazlum İçli davasına, anadilde sağlık hakkından ekonomik krize ve yerel seçimlere uzanan bir söyleşi oldu.

Genel seçimlerden sonra insan hakları alanındaki baskılar daha da arttı. Ekonomik krizin gittikçe büyümesinin bu baskılarda payı nedir sizce?
Türkiye; özellikle 15 Temmuz darbe girişimi sonrası ortaya çıkan antidemokratik ortam, 2017’de gerçekleşen anayasa değişikliği ve 2018’de yaşanan cumhurbaşkanlığı sistemine geçişle birlikte bir rejim değişimiyle karşı karşıya kaldı. Adalet ve Kalkınma Partisi, 2001’deki ana kuruluş felsefesinden ve 2002’deki yazılı hedeflerinden çok farklı bir aksa yöneldi. Bu yeni rejimin temel hak ve özgürlüklerden, adaletten, barıştan yana olma ihtimali yok zaten. Yeni rejimin kurgusu, baskının arttırılması, adalet ve demokratik hukuk devleti değerlerinden daha fazla uzaklaşılması yönünde. Ancak bu şekilde kendini kalıcı ve sürdürülebilir hâle getirebilir. Tercihlerini yeni yapmadılar, süreç 15 Temmuz darbe girişimi öncesinde başladı ve darbe girişiminin yarattığı imkânlar fırsata dönüştürüldü. Sayın Erdoğan bu fırsatı “Allahın lütfu” diye nitelemişti.

Peki, son genel seçimlere göre halkın yüzde ellisi iktidara muhalif lakin bu durum iktidarın temel hak ve özgürlükler alanındaki baskısını engellemedi. Neden bu kadar sertleştiler?

Daha da sertleşecekler. 2018’den bu yana doz artıyor. Türkiye’nin içinde bulunduğu ekonomik kriz, ancak hukuk devleti ve demokrasiye dönüşle aşılabilir. Seçimler sonrası bakanlar kurulunun yeni oluşumu, bazı çevrelerde iyimser bir hava oluşturdu. İyi niyetli insanlar, Adalet ve Kalkınma Partisi “kendi kuruluş ayarlarına” geri dönüyor, diye düşündü. Fakat rejim, demokrasinin yükseltilmesi değil, yoksulun, emekçinin daha fazla sömürülmesi, bazı çevrelerinse daha da büyümesi üzerine kurulu.

“İyi niyetli kesimler” boşuna yumuşama beklemesinler mi diyorsunuz?

Evet, bu rejim ancak baskıyla ayakta durabilir, başka yolu yok. Nitekim hükümetin ekonomik olarak ilk ortaya koyduğu tedbirler, çok kazanandan çok vergi almak ya da külfeti adil şekilde paylaştırmaktan öte, az kazanandan, dolaylı vergiler yoluyla daha çok vergi almak oldu.
Türkiye’nin bu döneminde, geçmiş yıllara nazaran kârlarını ikiye, üçe katlayan kurum ve şirketlere bakalım: Bankalar ya da büyük holdingler. Mesela bunların ciro ya da kârlarının belli bir kısmına, bir defaya mahsus olarak, depremin yarattığı yıkım için vergi konsaydı hangi muhalefet partisi hayır diyecekti? Ama yapılmadı. Her gün, motorlu taşıtların, benzinin, sigaranın, tekelin ve diğer tüketim maddelerinin KDV ve ÖTV oranı artırılarak herkesten vergi alındı. Son olarak hakem kuruluna kendi atadıkları üyelerin oy çokluğuyla memurları ve emeklileri, yani toplumun önemli bir kesimini, daha fazla yoksulluğa itilecekleri, enflasyonun çok altında bir aylık ödemeyle karşı karşıya bıraktılar.

Siz Cumartesi Anneleri’nin eylemlerine de destek veriyorsunuz. 90’larda dahi Galatasaray Meydanı’na çıkabiliyorlardı. Bugünse Anayasa Mahkemesi kararlarına rağmen, her hafta bir kaymakamlık yasağıyla meydana çıkılamıyor. Kaymakamlar, Anayasa Mahkemesi’nden daha yetkili şu anda. Nasıl değerlendiriyorsunuz bu yasakları?

Adalet ve Kalkınma Partisi, 2002 yılından önceki faili meçhul cinayetlerin ve kayıpların hukuki ve siyasi sorumlusu değildi. Adalet ve Kalkınma Partisi döneminde de faili meçhul cinayetler ve kayıplar oldu. Hem de 15 Temmuz darbe girişiminden sonra herkesin gözü önünde, çok aleni yapıldı zorla kaybettirme vakaları. Hâlen bu insanların akıbeti hakkında bilgi de yok.
Cumartesi Anneleri’nin eylemi, 1995’ten sonra, 1995 öncesi faili meçhul cinayetler ve kayıplarla ilgili ortaya çıkmış bir sivil itaatsizlik eylemiydi. Adalet ve Kalkınma Partisi liderliği, 2011 yılında Dolmabahçe’de Cumartesi Anneleri’yle görüştü, onların taleplerini meşrulaştırdı ve mecliste bir komisyon kurarak sahiplendi. 2018 yılındaysa İç İşleri Bakanlığının talimatıyla Cumartesi Anneleri’ne Galatasaray Meydanı yasaklandı. O zaman da ifade etmiştim: Adalet ve Kalkınma Partisi, artık derin devletin yeni sahibi ve ortağıdır.

Aynı zamanda Mehmet Ağar ve Tansu Çiller, iktidarla, bakanlarla da çok yakın değil miydi?

Tabii. Ben kişilerden öte kurumsal olarak ifade etmiştim. O zamandan bugüne değişen bir şey yok. 90’lı yıllarda faili meçhul cinayetler ve ağır insan hakları ihlalleri yaşanıyordu ama Galatasaray Meydanı, Cumartesi Anneleri’ne açıktı. Şiddetsiz ve makul bir yöntemle insanlar o meydanda anmalarını gerçekleştiriyorlardı ama buna bile tahammül edemediler. Üstelik Anayasa’ya ve Anayasa Mahkemesi kararına rağmen. Kaymakam kendi başına almıyor o kararı, bir siyasi irade var. İnsan hakları savunucusu ve bir hukukçu olarak söylüyorum, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin siyasal tercihiyle ilk defa böyle bir şey oluyor bu ülkede. Mesela Anayasa Mahkemesi’nin Mehmet Altan kararı da önce kabul edilmemiş ama iki ay sonra karara uyulmuştu. Şimdi Anayasa Mahkemesi kararı, yirmi haftadır bir geleneği, sivil itaatsizliği sürdürmeye çalışan insanlar yok sayılarak uygulanmıyor. Dünyada bunun örneği yok. Toplumun önemli bir kesiminin görmezden geldiği bu eylem, sivil itaatsizlik tarihi olarak bir yere yazılacak. Cumartesi Anneleri, yirmi haftadır o meydana gözaltına alınacaklarını bile bile gidiyorlar. Gözaltına alınıp kötü muamele ve işkenceye maruz kalıyor, 6-7 saat sonra serbest bırakılıyorlar ve haklarında soruşturma başlatılıyor. Beni üzen, muhalefetin de, tek tek bireyler dışında, kurumsal olarak bu eylemi sahiplenmemesi. Orada savunulması gereken, anayasal bir temel haktır.

CHP neden sahiplenmiyor?

Kendi partime karşı bir şey söylemek istemiyorum, değerlendirmem topyekûn muhalefetle ilgili ama kendi partime sizin vasıtanızla bir kez daha çağrı yapayım: Bir grup toplantısını Galatasaray Meydanı’nda gerçekleştirelim.

Geçtiğimiz günlerde Sağlık Bakanlığının, E-reçete uygulamasında Kürtçeye yer vermemesine tepki gösterdiniz. Sizce neden böyle bir tercih yaptılar?

Türkiye’de anadil hakkını kullanmak için yabancı mı olmak gerekiyor? Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarının Türkçe dışında anadilleri vardır. Türkçe bizim ortak ve resmî dilimiz, kimsenin buna bir itirazı yok ama anadilde kamu hizmeti alınması, en temel insan haklarından. İnsanların sağlık hizmetini, kendi anadilinde alması en doğrusu. Bu uygulama, siyasetten çok sağlık ve kamu hizmetlerinden faydalanma hakkının konusu olmalı. Ben buna karşı çıkarken, sağlık hizmeti alacak olanların hizmete doğru biçimde ulaşması açısından baktım. Nitekim bu alanda Diyarbakır Tabip Odası’nın ve başka sivil toplum kuruluşlarının yaptığı araştırmalar var. Böylesi uygulamalardan önce, bu bilimsel çalışmalar incelenmeli.

Bu konuda da yalnız kaldınız, size pek destek gelmedi, değil mi?
İnsan hakları savunucuları dünyanın her yerinde yalnızdır, yadırganacak bir şey değil çok sık karşılaşıyoruz. Hele hele mesele Kürtlerin temel hakları olduğu zaman, bu kutuplaştırıcı ve ayrıştırıcı ortamda yalnız kalma olasılığı çok daha yüksek. Siyaset, algıları çok rahat yönetiyor.

Mazlum İçli, Yasin Börü cinayetinden ceza aldı son dönemde, oysa olay yerinde dahi olmadığına dair deliller mevcut. Bu cezanın siyasi bir karar olduğu düşünülebilir mi?

Mazlum İçli, bir ölüm olayından ceza aldı ve bu ölümün gerçekleştiği gün ve saat belli. Mazlum İçli’nin orada olmadığı, teknik verilerle de, tanık anlatımlarıyla da tescillendi. Buna rağmen bir insan ceza alıyorsa, hukuki ve adil yargılamayla açıklayamazsınız. Kobane davası olarak adlandırılan ve Kürt siyasi hareketinin siyasi öncülerini mahkûm etmeye yönelik açılmış bir dava var. Bu dava kumpas davası olarak adlandırılıyor. İddianamenin hazırlanış sürecinden yargılamanın tüm aşamalarına kadar takip eden biri olarak söylüyorum, bence de kumpas davası. İddianame, MHP kongresinden bir gün önce hazırlandı ve HDP iddianamesi gibi sunuldu. Kabul eden mahkeme başkanının, hangi çetenin üyesi olduğunu ve meslekten neden ihraç edildiğini biliyoruz. Duruşma hâkimlerinin, savunmayı ve sanıkları yok saydığını ifade ediyoruz.
Mecliste bir oturumda, o dönem Ak Parti grup başkanvekili olan adalet bakanına seslenerek, elinizdeki SEGBİS kayıtlarını inceleyin, gerçekten bu yargılamanın adil olduğunu düşünüyorsanız bir itirazım yok, demiştim. Orada bir yargılama yapılmıyor. Mazlum İçli kararı, sonuçlandırılmaya çalışılan Kobane davasına bir ön hazırlıktır. Selahattin Demirtaş ve arkadaşları, adam öldürmeye azmettirmekten yargılanıyor. Öldürmeyle ilgili bir fail yoksa kimi azmettirmiş olacaklar? Bu yüzden Yargıtay kararıyla bir fail ortaya çıkarıldı ve Kobane davasındaki olası mahkûmiyet için zemin hazırlandı.

Önümüzde yerel seçimler var. Genel olarak muhalefetin seçimlerde nasıl bir varlık göstereceğini düşünüyorsunuz?

14-28 Mayıs seçimleri maalesef kötü bir sınavdı.

Neden kötüydü?
Sonuç alamadık, yenildik, kazanamadık. 28 Mayıs sonrasında seçmenlerimizin önünde hesap veremedik ve sonraki süreci doğru yönetemedik. Seçimde mutlaka kazanmak zorunda değilsiniz ama kazanacağımıza dair büyük bir umut yarattık ve kazanamadık. Sonrasında seçmenlerin öfkesini, beklentilerinin karşılanmamış olmasını, doğru bir siyasal iletişimle yönetmek zorundaydık. Benim gözlemlediğim, dinlediğim, iletişim kurduğum insanların öfkesi hâlen dinmiş değil ve daha da artarak devam ediyor. Demek ki yönetememişiz.
Yedi ay sonra seçim var. Adaylarımızın bugünden belli olması lâzım. Son iki ay kala belli olursa işimiz çok zorlaşır. Adayların yerel aktörler olarak kamuoyunun karşısına çıkıp ne yapacaklarını ve yereldeki ittifaklarını anlatması, seçmenlerle barışması lâzım. Yerel seçimlerde genel merkezlerin etkisi daha aza iner. Şu anda genel seçimde kaybettik ama mesela yerelde İstanbul’u kaybetmeyelim, İstanbul’da nefes alalım, diyoruz. Valiler bize piknikleri yasaklarsa büyükşehir belediyeleri bir alternatif geliştirsin, büyükşehir belediye başkanlıkları yasakların uygulayıcısı olmasın, diye düşünülmeli. Genel siyasete öfkeli de olunsa yerelde böyle bir imkân, bu siyasi iktidara verilmemeli. Gecikmeksizin adaylar belirlenmeli ki yerel siyasi aktörlerimiz, bizim öfkeli, “Oy kullanmam, hesap soracağım” diyen seçmenlerimizi ikna etsin.

Peki, İstanbul açısından İmamoğlu’nun dediği partilerüstü bir İstanbul ittifakı kurulabilir mi sizce?
Kurulur tabii ki. Bu yüzden bir an önce adaylarımızın tespit edilmesini, onlara yerel ittifaklar kurabilme yönünde yetki verilmesini istedim ve medya önünde de söyledim.

Muhalefet büyükşehirleri alırsa erken seçim yönünde bir adım atılacak mı?
Önümüzdeki sorunu çözmeden, sonrası için iddialı şeyler söylemeyi doğru bulmam. Bizim önümüzdeki hedef; başta İstanbul, Ankara olmak üzere yerel seçimlerde öncekinden daha büyük bir başarı göstermek, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin siyasi iktidarını yerelde dengelemek ve bu denge üzerinden siyasetin devamını sağlamak.
İstanbul valisinin son genelgesiyle ortaya çıkan ve yerelden başlayarak yurttaşlarımızın yaşam biçimlerine çok daha fazla müdahale eden bir yönetim anlayışına teslim olmadan, önümüzdeki yerel seçimleri kazanmamız lâzım.

“Yaşam biçimlerine müdahale edecekler”
Muhalefetin yerel seçimlerde göstereceği bir başarı, toplumsal temel hak ve özgürlüklere yönelik baskılarda iktidarı sınırlayabilir mi?
Dengeler. Yoksa daha pervasız ve sınırsız olacaklar. İktidar başarılı olursa, siyaseten genel seçim sonuçlarının bir kez daha tescillendiği ve doğru bulunduğu sonucunu çıkaracak. Demek ki seçmen bunu istiyor, yaptıklarımız doğru, diyecekler ve yaşam biçimlerine daha ağır müdahalelerin olacağı yerel yönetimler karşımıza çıkacak.

İlginizi Çekebilir

Zeraq: Türkçe konuşarak Kürtçe üzerindeki asimilasyonu durduramayız
Muş’ta gözaltına alınan gence işkence edildi

Öne Çıkanlar