Eyüp Burç: Erdoğan siyasi bekasını düşünüyor

GündemSöyleşi

*Benim gördüğüm kadarıyla, MHP’nin meseleye bakış açısıyla, MHP’nin meseleyi ortaya koyuşuyla AKP’ninki biraz farklı. Yani son birkaç gündür paralelmiş gibi duruyor, ancak MHP bunu devletin bekası olarak açıkladı.

*Dolayısıyla eğer AKP, yani Erdoğan, kendi bekasını devletin bekasının önüne geçirirse MHP ile yolları ayrılır diye düşünüyorum. Benim kanaatim bu. Böyle bir varsayımda bulunmak çok zor olmasa gerek. Çünkü ortaya koyuş biçimleri ve yaklaşım biçimleri ortada duruyor.

Çözüm tartışmalarında Erdoğan’ın kendi bekasını gözettiğini belirten Eyüp Burç, kökeni Turgut Özal’a dayanan çözüm modellerinden ilkinin 2013’te denendiğine, şimdiki süreçte ise mimarının Şenkal Atasagun olduğu ikinci bir modelin denendiğine dikkat çekti.

Gazeteci Eyüp Burç, PKK’nin 12. Kongresi’nde aldığı kararları ANF’den Barış Boyraz’a değerlendirdi.

PKK’nin 12. Kongresi’nde aldığı kararlar, çözüm ve süreç tartışmalarıyla birlikte düşünüldüğünde ne anlama geliyor? Siz nasıl yorumluyorsunuz?

PKK’nin açıkladığı kararlar, sürecin yeni bir aşamasını ifade ediyor. 27 Şubat tarihli ‘Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı’nda, ‘PKK’nin kendini feshetmesi ve silahlı mücadelenin sona erdirilmesi’ kararı vardı. Bu, kongrede kararlaştırıldı ve bir şekilde o talep yerine getirilmiş oldu.

Bu durum, Kürtlerin özgürlük ve haklar mücadelesinde, kolektif ve politik özne olma sürecinde yeni bir evreyi işaret ediyor. Cumhuriyet kurulduğu günden bu yana devam eden o çatışmalı sürecin aslında tarihsel olarak yeni bir evresine geldiğimizi ve çatışma süreçlerinin dışında, tümüyle demokratik mücadele eksenli yeni bir süreci ifade ediyor.

Bu yeni süreci “hukuk ve demokratik mücadele süreci” olarak mı tarif ediyorsunuz?

Çatışmalardan sonraki süreçler, legal ve demokratik mücadele süreçleridir. Her meşru mücadele gibi, demokratik mücadele de meşrudur. Temel hak ve hürriyetlere dayalı, Kürt halkının kolektif özne olarak kabul görme mücadelesi tümüyle legal bir mücadeledir. Kürt tarafı açısından, moral üstünlüğü olan bir davanın mücadelesidir.

Dolayısıyla, yeni süreçte silahların bir şekilde tarihe gömülmüş olmasıyla, yeni süreç demokratik mücadele süreci olacaktır. Silahlı mücadeleden demokratik mücadeleye geçişin hukuksal zemininin oluşması lazım. Kalıcı bir barışa evrilmesi gereken bu süreçte, hakkın ve hukukun kabul görmesi gerekiyor.

Türkiye siyasetinin ezici çoğunluğu şu ana kadar gelinen aşamayı destekledi ve destekliyor. Buna rağmen küçük de olsa bir kesim bu sürecin karşısında. Özellikle PKK’nin kongre kararlarına dair açıklamasında yer alan “Lozan” ve “Soykırım” gibi ifadeler üzerinden tartışmalar yaratılmak isteniyor. PKK’nin silah bırakıyor olmasından rahatsız olanlar tam olarak ne istiyor? Savaş mı istiyorlar?

Bu kesimler, kendilerini yüz yıllık bu yapılanma içinde belli bir güce ulaşmış; devlet içinde de bürokrasi içinde de yer alan bir kesimin olarak görüyor. Askeri ve sivil bürokraside hâlâ inkâr ve imhaya dayalı anlayışların olduğunu düşünüyorum. Bunun dışında, yüz yıllık resmî ideolojinin yarattığı bir kesim de var.

Üniversitelerde bu resmî görüşü yeniden üretmeye çalıştılar. Teklik üzerine kurulu bu ideolojiyi, akademiden tutalım medyaya kadar birçok alanda yaymaya ve yeniden üretmeye çalıştılar. Bu süreçten etkilenmiş insanların itirazları oluyor. Yüz yıldır devam eden o eğitimden ve manipülasyondan kaynaklanan kısmını doğal görüyorum.

Fakat bilinçli bir şekilde bu işi saptıranlar var. Bunlar masum değil. Dolayısıyla, fesih kararı ile Kürtlerdeki değişim, Kürtlerin muhataplarında da değişime yol açıyor. Bu değişimin yarattığı korkudan da demagojik saptırmalar oluyor.

Mevcut yürüyen süreci eski süreçlerle karşılaştıracak olsanız ne söylersiniz?

Aslında bu süreç, 1993 yılından beri mevcut. O yıllardan bu yana, Türkiye’de çatışma dışı diğer yol ve yöntemlerle sorunun çözümü hep gündeme geldi. Özal ve Öcalan arasında başlayan, diplomatik mekikle ve bir şekilde ateşkesle şekillenen bu süreç, kimi evrelerde kesintiye uğradı. Buradan bakıldığında, aslında bu konuya ilişkin Türkiye’de bir müktesebat oluştu. Geçmişteki bu çalışmalar bir müktesebat oluşturdu.

Bugün konuştuğumuz sürecin diğerlerinden ne farkı var?

Bir kere, diğer süreçlerin birçok sebebi vardı. Konjonktürel sebepler, bölgesel sebepler, küresel sebepler… Hepsi bir araya geldiğinde bazı adımlar atılıyordu. Ama nihayetinde Kürt hareketi, 93’ten bu yana aslında paradigmasal bir değişime gitti. Bağımsızlık paradigmasından, daha çok birlikte yaşam vurgusuna, ortak vatan vurgusuna; oradan, sürecin bir şekliyle demokratik yollara evrilmesi çabası gibi. Kürt hareketinde, özellikle Öcalan’ın barış çabaları 93’ten bu yana yoğunluk kazandı.

Bunun bizzat değişik evrelerine hem bir gazeteci hem de bir Kürt olarak şahidim. Ama bu paradigmasal değişimden kaynaklı, silahın bir devletleşme amacından çıkıp bir tanınma ve kendini savunma sürecine dönüşmesi de bu süreçle ilgili başlıyor aslında.

Bugün gelinen noktada, uluslararası konjonktür, bölgesel konjonktür ve Türkiye’deki değişim ve gelişmeler burada rol oynuyor. Şunu söylemeye çalışıyorum: Kürt hareketi, 1993’ten bu yana, koşullar olsun ya da olmasın, bir anlayış olarak bu meselenin çatışma dışı yöntemlerle çözülmesinden yana. Yani bir anlayış olarak bunu hep savuna geldi.

Ama Türkiye’nin buna gelmesi hem kendi iç meseleleri hem de bölgesel ya da uluslararası gelişmelerden kaynaklandı. Dolayısıyla, devletin yaklaşımı öznel çabalardan ziyade, dış faktörlerin oynadığı rolden kaynaklı bir yaklaşım biçimi oluyordu.

Bugün hem bölgesel hem uluslararası konjonktür hem de ülkenin içinden geçtiği süreç, iki tarafı da çözüme mecbur kılıyor. Bunu görmek gerekir.

Bir mecburiyet olarak mı tarif ediyorsunuz bu durumu?

Yani, objektif şartlar mecburiyeti öne çıkarmış. Ama Kürt hareketi, subjektif olarak her zaman bunu istiyordu. Bu niyet ve çaba vardı. Onu da söylemek gerekiyor. Fakat Türkiye, bu süreci ‘Terörsüz Türkiye’ diye tanımlıyor. Bunun bir geçmişi de var.

Sizce neden “Terörsüz Türkiye” diye isimlendiriliyor?

Normalde, bilimsel olarak uluslararası siyasette bunun adı ‘çatışma çözümü’dür. Fakat ‘Terörsüz Türkiye’ isimlendirmesini anlamak için biraz geçmişe gitmek ve Özal ile başlayan süreçten bahsetmek gerekiyor.

Özal’ın, bu sorunun güvenlikçi ve imha politikalarıyla çözülmesi için ciddi çabaları oldu. Köy korucularını biliyoruz, JİTEM ve benzeri şeyleri biliyoruz. Bütün bunları yaparken, aynı zamanda bunlarla çözüm olmadığını da anladı. Bu yüzden Özal, devletin içindeki direnç noktalarının değiştirilmesi gerektiğine inandı.

Özal öncelikle Milli İstihbarat Teşkilâtı (MİT) içinde değişikliğe gitti. O güne kadar MİT müsteşarlarının neredeyse hepsi emekli generallerden oluşuyordu. Genelkurmay Başkanı olmayan generaller, emekli olduğunda MİT müsteşarı olma çabası içine giriyordu. Dolayısıyla, Türk Devleti’nin iki temel ayağı var: Birisi MİT, diğeri ordu. Bu iki tarafın Özal’ın yürüttüğü sürece hazırlanması gerekiyordu.

Özal bunun için MİT’te bir sivilleşme süreci başlattı. O noktada karşımıza iki aktör çıkıyor: Biri Emre Taner, diğeri Şenkal Atasagun. Bunlar sırasıyla MİT müsteşarı oldu. Orduda da o güne kadar süregelen teamülleri değiştirdi. Teamüle bağlı atamalardan vazgeçti, ihtiyaç duyulan şeyleri yaptı. Bir şekilde orduya da el attı. Ancak orduda istediği sonuçlara ulaşamadı.

Ordu içinde, Kürt meselesinin güvenlikçi politikalarla çözülemeyeceğini söyleyen raporların yazıldığını biliyoruz. Daha sonra, Özal’ın tasfiyesi gibi, Eşref Bitlis gibi komutanların da tasfiyesi, bu konuda çözüm arayanların tasfiyesiyle gerçekleşti. Ama bir şey ortada duruyordu: O da MİT’te oluşturulan sivilleşme ile birlikte oluşan durumdu.

Erdoğan’ın iktidara gelmesiyle, Avrupa Birliği ile içine girdiği bütünleşme süreci onu tekrar bir çözüme zorladı. Erdoğan, daha önce oluşmuş çözüm modellerinden birini hayata geçirmek istedi.

Ben, Erdoğan ile somutlaşan bu devlet içindeki çözüm arayışının iki modeli olduğunu düşünüyorum; ben böyle kategorize ediyorum. Yaptığım okumalardan sonra böyle olduğunu düşünüyorum. Bunlardan birisi, Emre Taner’in başını çektiği, daha liberal demokrat bir çözümü içeren model. Diğeri ise, daha muhafazakâr ve milliyetçi bir çözümü içeren ve Şenkal Atasagun’un başını çektiği model.

Bu son süreçte kulislerde Şenkal Atasagun’un adı geçiyor…

Oraya getireceğim. İşte, Emre Taner’in mimarı olduğu, liberal demokrat dediğim çözüm modeli, ‘Kürt sorununun adını koyalım; bu mesele Kürt sorunudur ve onun çözümünü arayalım, bulalım’ diyordu. Böyle tarif eden bir modeldi.

Şenkal Atasagun’un mimarı olduğu diğer model ise, ‘Kürt sorunu dersek bu, karşısında bir Türk sorunu yaratır. O yüzden buna Kürt sorunu demeyelim. Terör sorunu diyelim ve terörün çözümüyle ilgili bir süreç başlatalım’ diyordu.

Yani oradaki isimlendirme iki farklı şekilde yapıldı. Biri, ‘Kürt sorunu’ isimlendirmesi üzerinden giden bir çözüm arayışıydı. Diğer model ise ‘terör sorunu’ üzerinden isimlendirilen ve bekletilen bir modeldi.

Ancak bu model aynı zamanda meselenin toplumsallaşmasını da etkilemiyor mu? Yani bugün insanların aklında meseleye dair soru işaretleri yaratan esas bu “terör” yaklaşımı değil mi? 

Bunların her biri bir siyasal partiye tekabül ediyor. Bir iktidar partisine ya da muhalefete. Birilerinin iktidara gelme çabasına ya da iktidarda kalma çabasına tekabül ediyor. Siyasal geleceklerinin nasıl etkileneceği kaygısı da var bunlarda. O yüzden bu sorunun çözümünde meselenin toplumsal boyutu, bunları ilgilendiriyordu.

Yani, ‘Baldıran zehri de olsa içerim’ ya da ‘Elimi değil, gövdemi taşın altına koyarım’ gibi söylemler, popülist söylemler. Keşke öyle olsa. O yüzden bu meselenin toplumda nasıl algılanacağı, nasıl reaksiyon ortaya çıkaracağı gibi sorular, bu kesimlerin hesap kitapları içinde oluyor. Nihayetinde taraflar, devletin ihtiyacı olan adımları atarken siyasal geleceklerini de bir şekilde planlayarak atıyorlar.

Dolayısıyla Türk sorunu yaratmamanın yolunu da muhafazakâr milliyetçi Türkçü bir partiye, MHP’ye yaptırmak veya onun moderatörlüğüne bırakmak gibi bir çaba var. Bu meselenin çözümü 2004 yılında iki model üzerinden şekillenmişti. Sonra AKP birinci plana oynadı. Oslo ile başlayıp, sonra çözüm süreci olarak gelişen süreç böyle ortaya çıktı.

Yani AKP, liberal demokrat olarak tanımladığımız Emre Taner’in projesini hayata geçirmek istedi. Sonuçta o süreç Dolmabahçe ile sona erdi. Hatta onların deyimiyle ‘buzdolabına kaldırıldı.’ Bu yeni sürecin moderatörlüğüne Devlet Bahçeli getirildi. Bahçeli’nin yanında ise onun danışmanlığını yapan, hatta onun yanı başındaki odada Şenkal Atasagun var. Dolayısıyla Şenkal Atasagun’un planı devrede. Bu yüzden bu sürece ‘terörsüz Türkiye’ ismi verildi.

Bu süreç yürüyor ancak Erdoğan ve Bahçeli arasında bir görüş farkı olduğundan da söz edenler var. Bugün geldiğimiz nokta itibariyle Erdoğan fiilen bu süreci kabul etmiş oldu. Fakat Türkiye’deki demokrasi sorunu geçmişte olduğu gibi bugün de tartışılmaya devam ediyor. Sizce Erdoğan ve Bahçeli arasında bir fark var mı? Erdoğan’ın iktidarını kaybetme korkusu, demokrasi sorununu gündemde tutmaya devam edecek mi? Bu demokrasi sorunu gündemde olursa, çözüm sürecini nasıl etkiler?

Kürt sorununun demokratik olmayan yollarla çözümünün imkânı yok. Çok net. Erdoğan ve Bahçeli’nin bakış açıları farklı, bana göre. Ancak Erdoğan’ın çözüme karşı olduğuna inanmıyorum. Fakat Erdoğan, çözümden çok kendi geleceğini öncelediği için; çözüm, ancak onu tekrar seçtirebilecek imkân yaratırsa çözümcüdür. Doğal şartlarda çözümü savunur, benim kişisel kanaatim bu.

Şu an onun için temel mesele beka, devletin bekasından çok kendi bekası gibi duruyor ve ‘Bu süreç beni tekrar seçtirecekse ben bu sürecin önünü açarım. Beni seçilmekten uzaklaştırırsa bu sürecin önünü bir şekilde kapatırım’ diyor. Erdoğan böyle yalpalamalar yaşadı.

Sanıyorum bu test edilmiş oldu. Daha önceki çözüm sürecinde Türkiye’de demokratik anlamda bir rahatlama yaşandı ve ardından Erdoğan 7 Haziran seçimlerini kaybetti.  

Evet, dediğin doğru. Ama Erdoğan’ın içine girdiği saplanmalar oldu. Ülkeyi vesayetten kurtarayım derken, onun yerine kendi vesayetini ikame etti. Yolsuzlukları bitireceğini söyledi, ancak dünya kadar yolsuzluk çıktı iktidarında. Yani Kürt sorununun demokratik yollarla çözümü için ülkenin içine girdiği demokratikleşme atmosferinden ziyade, onun kendi pratiği iktidarını zayıflattı.

Dolayısıyla Kürt sorununun demokratik yolların dışında bir çözümü mümkün değil. Nasıl çözeceksiniz? Yerinden yönetimi sağlamadan, daha güçlü bir yerel yönetim modeli getirmeden Kürt sorununu nasıl çözeceksiniz? Kürt sorununun çözümüyle demokratikleşme arasında birebir bağ vardır. Dolayısıyla Erdoğan rejimi, demokratikleşmenin sonuçları onlara nasıl yansıyacaksa bunları kabullenmek zorundadır.

Bunu kabullenmezse ne olur? AKP ile MHP arasında bir çatlağa dönüşür mü? Veya bu süreci nasıl etkiler?

Benim gördüğüm kadarıyla, MHP’nin meseleye bakış açısıyla, MHP’nin meseleyi ortaya koyuşuyla AKP’ninki biraz farklı. Yani son birkaç gündür paralelmiş gibi duruyor, ancak MHP bunu devletin bekası olarak açıkladı.

Dolayısıyla eğer AKP, yani Erdoğan, kendi bekasını devletin bekasının önüne geçirirse MHP ile yolları ayrılır diye düşünüyorum. Benim kanaatim bu. Böyle bir varsayımda bulunmak çok zor olmasa gerek. Çünkü ortaya koyuş biçimleri ve yaklaşım biçimleri ortada duruyor.

Bunlar üzerinden bir analiz yaptığımızda, biri bu meseleyi kendi beka sorunu haline getiriyor. Diğeri ise ‘devletin bekası’ diyor. Yani birinin beş yılı için mi yüz yıl heba edilecek? Ben öyle bir durumda MHP ile AKP’nin içinde bulunduğu ittifakta bir çatlamanın olacağına inanıyorum. MHP, başka türlü bir siyasal duruşun içine girebilir.

 

İlginizi Çekebilir

İran Cumhurbaşkanı Pezeşkiyan: Batı barış mesajımızı almadı
Paris Kürt Kültür Festivali başladı

Öne Çıkanlar