Bağrında yaşadığımız dağlar,
İçinden aktığımız bu vadiler bizimdi.
Yoksulluğumuz ne kader, ne kederdi
Giysilerimizden sarkan yamaların her biri,
Binlerce yıllık sabrın parçasıydı.
Toprağımıza binlerce yıllık mühürdü
Makas yüzü görmemiş sakalları.
Oracıkta yakılan ağıtla kayıtlı, koca sonsuz bir zamandı.
Yoldu yolumuz…
Yaşlılarımızdan öğrendiğimiz hakikatlerle büyüdük. Bu bilinç ve duygularla, Dersim Soykırımı’nın 82. yıl dönümünü karşılıyoruz.
4 Mayıs 1937’de toplanan bakanlar kurulu, Dersim’de “Tenkil Harekatına Dair” kıyım kararı alır. “Gayet Gizlidir” ibareli yarım sayfadan oluşan kararla Dersim tarih sayfasından silinmek istenir.
Çoğu çocuktan farksız değildim; dedem ve neneme duyduğum sevgi tarifsizdi. Karşılıksız olmadığı kesin sevgilerin kendi başına kıymeti ve bırakacağı somut etkiler (onlardan öğrenmek gibi) haliyle çok daha değerli. Annemin köyü olan Pilvenk, Dersim’de iri ceviz ağaçlarıyla bilinir. Suların bol olması nedeniyle sebze ve meyvenin her çeşidine sahipti. Yayla zamanı geldiğinde köylülerle birlikte katır sırtında ve saatlerce yolculuk yapardık.
Koye Suri, Dovabiye, Kemerebarıxe’yi geçtikten sonra Anabare yaylasına varılırdı. Taş kulubeler ve kıl çadırda geçirdiğimiz o günleri anımsamaya doyamıyorum. Anabare’yi unutulmaz kılan, en çok da, yolculuk güzergâhında dedemin anlattığı hikâyelerdi. O zaman ‘hikâye’ gibi gelse de, dedem gerçeği anlatıyordu. 37-38 Soykırımı’nın tanıklığında ortaya çıkan gerçekleri…
Laç Vadisi’ni görünce ağlardı
Yaylaya gitmek için Pilvenk’in yaslandığı kemere Barıxe’yi aştıktan sonra karşımıza iki tarafı uçurumlarla çevrili derin bir vadi çıkardı. Hayranlıkla seyrine daldığım, binlerce Dersimli’nin can verdiği Laç Vadisi’ydi ve dedem, görünmesiyle gözyaşları içinde mırıldanmaya başlardı. Ağlardı. Neneme dönerek “Ane kalık ca berbeno” diye sorardım. Nenem üzüldüğümden dedemi uyarma gereği duyardı. Dedem “Nere ele ele, az meberbi kam biberbo” diyerek mırıldanmaya devam ederdi. Bizim yaşlılarımızın bireysel söylenmeleri, huyları pek olmadı. Her şeyimiz toplumsaldı. Her çağda huyumuzu, tepkimizi belirleyen vicdandı.
İvisê Seykali…
Dedem anlattıkça, katırın sırtında can kulağıyla dinlerdim. Mealen, şöyle derdi: “Bu tepeye çıkmış ve gizlendiğimiz bu kayaların arkasından silah seslerinin geldiği yere odaklanmıştık. Sanki kıyamet kopuyordu ve Laç Vadisi top atışlarının yankısıyla inliyordu adeta. Ordu bütün gücünü buraya kaydırmış ve Demananlı İvisê Seykali ile savaşıyordu. Evet, Seykali tek başına koca bir orduya karşı direniyordu.” Çocuktum ama yine de hayretle karşılardım; ‘tek başına koca bir orduya karşı nasıl savaşır’ şüphesiyle. İvisê Seykali’yi Pilvenk’in önde gelen büyükleri anlata anlata bitiremezlerdi.
İvisê Seykali aslında yalnız değil. Yine Demananlı olan Hemê Cıvê Kêj ve köyün gençleri onu yalnız bırakmıyorlar. Kendilerini korumak için günler süren bir direniş sergiliyor ancak devletin silah ve toplarıyla baş etmekte zorlanıyorlar. İvise Seykali top atışlarını etkisiz kılmak için zekice planlar yaparak askeri mevzilerin içine kadar girmeyi başarıyor, hem de defalarca. Kendilerini acımasızca döven, öldüren ve ne olduğunu tam bilmedikleri topları ele geçiriyor, kullanmasını bilmediğinden uçurumdan aşağıya yuvarlıyormuş…
Bir gün aynı yöntemle askeri mevziye girip topu alırken tam yuvarlayacağı sırada bir asker tarafından vuruluyor. Hemê Cıvê Kêj ve Demanan gençleri Seykali’nin öldüğünü anladıktan sonra askeri mevzilere doğru yoğun bir saldırı başlatıyorlar. Bu sırada askerler can havliyle mevzilerini terk ediyorlar. Bunu fırsat bilen Hemê Cıvê Kêj ve Demananlı gençler, yiğitliğiyle övünülen İvise Seykali’nin cenazesini alarak yine Laç Vadisi’ne gömüyorlar.
Tek başlarına koca bir orduya karşı direnmelerinin tek bir nedeni vardı: Vadi’nin yamaçlarındaki mağaralar ve o mağaralarda gizlenen kadın ve çocuklar… Bu mağaraların sayısı hakkında bugün bile net bir rakam vermek zor ancak kurtulmak için buraya sığındıktan sonra kurşunlanarak ve zehirli gazlarla katledilenlerin sayısı binlerle ifade ediliyor.
Mağaralardan en bilineni 2012 yılının Nisan ayında 7 saat süren bir yolculuğun ardından vardığımız Qemere Hesen’di. Qemere Hesen, mağaraya sığınan kadın ve çocukların can güvenliğinden sorumlu olan kişinin adı. Demanan ve diğer aşiretlerden köylülerin kadın ve çocukları hayatta kalmak için bu mağaralara sığınmışlardı. Mağaranın tespit edilmesiyle Qemere Hesen ve mağarada bulunan onlarca kadın ve çocuk önce kurşunlanarak ve daha sonra mağaranın derinliklerinde gizlenmiş oldukları düşüncesiyle zehirli gazlar kullanılarak katlediliyor.
Askerler mağarayı tespit edince…
Mağaranın nasıl tespit edildiğine dair birçok efsane var. Bunlardan en akla yatanı yine bu mağarada bulunanların çoğunu tanıyan Pilvenk’lilerin anlattıklarıdır. Dedem Meme Dewreş ve ağabeyi Sılemane Dewreşe dayanarak mağaranın askerler tarafından nasıl tespit edildiğini şu sözlerle açıklamam mümkündür.
Askerin Vadi’deki varlığı günlerce sürüyor. Askerin en büyük amacı bu derin Vadi’de bulunan mağaraları tespit etmek ve buraya sığınan insanları imha etmektir. Günler süren çatışmalar nedeniyle mağarada bulunan çocuklar açlıktan ve susuzluktan hayatlarını kaybediyor. Bu dayanılmaz bir hal alınca köyün kadınlarından biri su getirmek için kendini dışarıya atıyor. Kadın, dereye ulaşıyor ve suyu alıp tam dönerken pusuya yatmış askerler tarafından yakalanıyor. Asker kadına mağaranın yerini söylemesini ve orada bulunan kadın ve çocukların güvenli bir yere aktarılacağını aksi halde hepsinin öldürüleceğini söylüyor. Kadın korkudan mağaranın olduğu yeri söylüyor ve aynı askerler kadını görülmemiş bir vahşetle işkence ederek öldürüyorlar.
Qemere Hesen, mağaranın tespit edildiğini anladıktan sonra kadın ve çocukları derinliklerde gizlenmesi için uyarıyor. Bu sırada mağaranın karşısındaki tepeye katırlarla taşınan toplar ateşlenmeye başlıyor. Mağarayı vuran top atışlarının ardından askerler yakın mesafede içeriyi kurşun yağmuruna tutuyor. Burada onlarca kişi ölüyor. Kadın ve çocukların mağaranın derinliklerinde gizlenmiş olduğunu düşünen asker, çözümü zehirli gaz kullanmakta buluyor. Gazın kullanılmasıyla mağarada hiç kimse sağ kalmıyor.
Qemere Hesen mağarasıyla ilgili yine dedemin anlattığı bir başka gerçeği paylaşmalıyım. Zira dedem, o mağaraya sığınmış kadın ve çocukların ailelerini tek tek biliyordu ve anlatırken gözyaşlarını tutamıyordu. Kadınlar aç ve susuz kaldıklarından, mağaralarda yeni doğan bebeklerini emzirecek sütten de kesiliyor. Bebeklerin çoğu bu yüzden ölüyor ve mağarada bu bebekler gömülüyor. Hayatta kalan bebekler ise süt bulamadıkları için sürekli ağlıyormuş ve bu durum mağaranın güvenliğini tehdit eder hale gelmiş. Kadınların ağlayan bebeklerini asker duymasın diye göğüslerine basarak nasıl nefessiz bıraktıklarını büyük bir acıyla anlatırdı dedem. Nefessiz kalmamak için nefessiz kalmak!
Qemere Hesen mağarası ve daha onlarca mağara kendisine sığınmış onlarca Dersimli kadın ve çocuğa mezar oldu. Hepimiz insanlarımızın kefensiz yattığı bu mağaralara yakılan ağıtlarla büyüdük.
Qemere Hesen mağarasına soykırımın 75. yıldönümünde yerini tespit ettikten sonra ilk kez gitmiştik. 75 yıl aradan sonra ilk kez, mağarada neler yaşandığını herkesten çok merak ettim. Arkadaşlarımızın ‘tehlikeli olur’ uyarısını dikkate almadan derinliklere doğru inmeye başladım. Kararlılığımı gören kameraman arkadaşımız da ardımdan beni takip ederek inmeye başladı. İndikçe sessizlik ürkütücü bir hal alıyordu. Mağara, yaslı bir kadının derin acısıyla sessiz ve sitemsizdi. Derinliklere indikçe bu korkutucu sessizliği bozan belirsiz sesler duyar gibi oluyordum. Kulağımız duymasa da, vicdanımızda, kalbimizde bebekler ağlıyor, sanki kadınlar “Meverve phıte mı meberbe” diyordu…
Elinde kamera olduğundan bana ulaşmada zorlanan arkadaşımız “Ferhat Abi yeter, inmeyelim” dese de, bir gerçeği, izi bulmanın ısrarına kapılmıştık. Bulduk da. Soğuk, sessiz ve karanlık bir noktada ulaştığım bölümde “Buradayız” dercesine kafataslarıyla karşılaştık… Çoktular ve toprağı deştikçe hem onlar, hem de her hücremizde işittiğimiz çığlıklar çoğalıyordu.
Dayanamadım. Olduğum yere yığılıp ağlamaya başlamıştım…
***
Dersim, adına kanun çıkarılan tek il oldu. Ayrıca devletin resmi kararıyla kıyıma uğratılan tek yer. Geleceğin işareti, 1935’te çıkarılan tunç-eli kanunu ile verilmişti. Böylece 4 Mayıs 1937’deki bakanlar kurulu, Dersim’i haritadan silme kararı almıştı.
Büyük kötülüklerde daima Hitler’i anımsarız; Yahudileri katletti ama resmi olarak inkâr etti; Fransa da Cezayir’i resmi olarak üstlenmedi. Türkiye’de ise ‘kötülüğün sıradanlığı’ devlet katındaydı.
Kıyım fermanının altındaki imzalar ise Cumhurbaşkanı olarak Atatürk, Başbakan olarak İnönü’ye aitti.
Toplumun sağlığı, huzuru için Dersim’den özür dilenmeli. İstismara, ranta başvurmadan. Günahlardan arınmak herkese iyi gelir.
Peki halihazırda ne yapılıyor? Yıl 2019 ve biz büyük felakete karşı yüzleşme beklerken, AKP hükümeti, Dersim’e yeni biçimlerle, tekniklerle saldırmaya devam ediyor. Dersim’in doğası, dili ve inancı saldırı ve tehdit altında. Dünyanın her yerinde devletler/toplumlar yüzleşme/özür ihtiyacı duyarken, ülkemizde ya inkâr ya da zulmü haklı çıkaran palavralara başvuruluyor.
Faşizm her yeri sarınca neticesi böyle oluyor. Bu da bize Dersim’in birliği ve faşizmle ortak bir kavganın ehemmiyetini işaret ediyor.
/Nupel/