1992 yılında bundan tam 32 yıl önce Şırnak’ın Cizre ilçesinde Newroz bayramını kutlamak üzere bir araya gelen binlerce insanın üzerine kontrgerilla tarafından ateş açıldı. Katliamda onlarca insan öldü, yüzlercesi yaralandı. Beyaz bayrak taşıyan gazetecilerin üzerine bile ateş açıldı, bir gazeteci öldürüldü…
*
Sanatçı Ferhat Tunç, Dersim Gazetesi‘ne 1992 yılında Şırnak’ın Cizre İlçesi’nde yaşanan kanlı Newroz’un hikayesini yazdı:
Yıl 1992 ve günlerden cumaydı. İstanbul’dan kalabalık bir heyet olarak önce Diyarbakır’a, oradan Cizre’ye hareket etmiştik. Newroz kutlamalarında gözlemci heyet olarak yer alıyorduk. Sabah uçağıyla Diyarbakır’a vardığımızda, olağanüstü bir güvenlik ordusu bizleri karşılamıştı. Diyarbakır’da İnsan Hakları Derneği ziyaretimiz sonrası aynı gün Cizre’ye yolculuğumuz başladı. Diyarbakır çıkışından itibaren özel donanımlı timlerin kontrolündeki panzerler ve askerlerin bulunduğu jammerlar bize eşlik ediyordu.
Daha birkaç gün öncesine kadar medyada çıkan haberlerde, 21 Mart’ın “kanlı geçeceği ve büyük olayların yaşanacağı” öne sürülüyordu. Bu haberler üzerine zamanın başbakanı Süleyman Demirel, şöyle diyordu: “Bırakın yürüsünler, yürüyerek yollar mı aşınır?”
Aramızda başta dönemin İHD Genel Başkanı Akın Birdal, İstanbul Şube Başkanı Ercan Kanar ve İzmir İHD şube başkanlarının yanı sıra avukatlar, gazeteciler, sendika başkanları ve yurt dışından gelen çeşitli kurumların başkanları ve farklı ülkelerden gazeteciler vardı.
Diyarbakır’dan sonraki yolculuğumuza ticari taksilerle devam ediyorduk. Taksi şoförleri gittiğimiz yolu ‘ölüm yolu’ olarak nitelendiriyor, yolculuğumuzun sakıncaları hakkında bizi sürekli aydınlatıyorlardı. Bu güzergahta birçok olaya, çatışmaya tanıklık ettiklerini ve özel timlerin, o yollarda sivil taşımacılık yapmamaları konusunda kendilerini uyardıklarını ve tehdit ettiklerini anlatıyorlardı. Hatta birçok taksicinin de o yollarda faili meçhul cinayete kurban gittiğini söylüyorlardı.
‘MHP’ yazılı yüzükler
Hemen hemen her on kilometrede bir durduruluyor ve sıkı bir üst araması ile kimlik kontrolünden geçiriliyorduk. Öyle ki bu arama ve kontroller adeta bir işkenceye dönüşüyordu. Çevremize doluşan uzun, sarkık bıyıklı ve üzerinde ‘MHP’ yazan iri yüzükleriyle sivil şahıslar bize düşmanca bakıyor, kurbanlık birer koyun gibi baştan aşağı süzüyorlardı!
Uzun ve yorucu bir yolculuğun ardından akşam karanlığıyla birlikte Cizre’ye vardık. Cizre’ye geldiğimizde dikkatimizi çeken ilk şey, gökyüzüne yükselen ve simsiyah bir buluta dönüşen dumanlardı. Cizre’nin girişine barikatlar kuran gençler, yaktıkları lastiklerin ateşi eşliğinde zafer işaretleriyle karşıladılar bizi.
Uyandığımda panzerler mevzilenmişti
O akşam Cizre’nin tek oteli olan Kadıoğlu Oteli’ne yerleştik. Otelin lobisi ulusal ve uluslararası medya mensuplarıyla doluydu. Medyanın olağanüstü ilgisi bile bir gün sonra olacakları haber verir nitelikteydi! O gece dışarıda silahlar patlıyor ve bir tek polis ya da asker ortalıkta görünmüyordu. Medya mensupları haber merkezlerine haber iletmek için büyük bir yarış içindeydiler. O küçük kent adeta kurtarılmış bir yer görünümü arz ediyordu. Kent, halkın hakimiyetindeydi. Olanları şaşkınlıkla izliyor, gerçek bir savaş ortamında bulunduğuma inanıyordum.
21 Mart sabahı günün ilk ışıklarıyla birlikte uyandım ve penceremin perdesini aralayarak dışarıya baktım. Gece ortalıkta görünmeyen polis, asker ve özel timlerin Cizre meydanını doldurduğunu, panzerlerin bütün köşelerde mevzilendiğini gördüm.
Çocukların sesi Cudi’den yankılandı
Biraz sonra heyet olarak toplandık ve kutlamaları izlemek üzere asker ve polis ablukasını aşarak Cudi Mahallesi’ne ilerlemeye başladık. Binlerce kişi toplanmış, kadınların geleneksel kıyafetleri muhteşem bir görüntü sergiliyordu. Davul-zurna eşliğinde başlayan halaya biz de katılıyor, kutlamalara eşlik ediyorduk…
Uzun çekilen halaylar ve söylenen şarkılar eşliğinde kalabalık giderek artıyordu. Sonra binlerce kişi yürüyüşe geçerek Cizre meydanına akmaya başladı. Meydanı ablukaya alan polis ve özel timler ellerinde megafonlarla ateş edeceklerini söylüyorlardı.
Giderek büyüyen kalabalıkla birlikte panzerler yerlerinden hareket etmeye başladı, ortalıkta gezinen özel timler bize yönelerek otele girmemizi ‘öneriyordu.’ ‘Aksi halde biz de zarar görecektik!’ Tehditleri böyle oluyordu.
Çırpınış, çığlık ve naylon terlikler: Onlar öldü…
Biz heyet olarak başta emniyet müdürü olmak üzere yetkililere, halka müdahale edilmemesi için çırpınıyorduk. Bu arada Süleyman Demirel’in “bırakın yürüsünler” sözlerini hatırlatarak müdahaleden vazgeçsinler istiyorduk. Ama bu çırpınışımız işe yaramadı ve az sonra harekete geçen panzerler, cadde boyunca oturmakta olan halkın üzerine sürüldü. Kadın ve çocukların çığlıkları Cudi Dağı’nda yankılanıyordu.
Gözlerimiz yaşlı ve öfkeli bir biçimde, ne yapacağımızı bilemeden çırpınıp durduk. Ve sorumsuzca yapılan bu saldırıda onlarca insan gözlerimizin önünde can verdi. Kadınlar ve çocuklar panzer paleti altında ezilerek can verdi. Kaçarak canlarını kurtarmaya çalışanların geride bıraktığı Ankara lastiği ve naylon terliklerden oluşan görüntü korkunçtu. Çatışmalar devam ederken, ev baskınlarında da birçok kişinin öldürüldüğü haberleri gelmeye başladı. Ellerindeki silahlarla halka saldıran özel tim mensupları, hızını alamamış bir şekilde bize de yönelerek ağza alınmayacak küfürler ediyordu.
Kendimizi yerlere atarak kurtulmuştuk
Çatışmalar devam ederken otele attık kendimizi ve odamızın panzer kurşunlarıyla delik deşik edildiğini görünce büyük bir şok yaşadık. Dışarıdan ateş ediliyordu ve canımızı kurtarmanın telaşıyla kendimizi bu kez koridora attık. Kurşunlar duvarları deldiği için koridor da güvenli bir yer değildi. Bu kez büyük bir telaşla birinci katın merdiven boşluğuna sığındık ve uzun bir süre oradan ayrılmamıştık.
Tam bir savaş alanına dönen Cizre’de ilan edilen sokağa çıkma yasağına rağmen, ellerimizde beyaz bayraklarla hastanedeki ölü ve yaralıların peşine düştüğümüzü hatırlıyorum. Fakat buna da izin vermediler. Gittiğimiz bir hastanenin bahçesinde, bir binanın çatısından üzerimize makineli tüfeklerle açılan ateşten kendimizi yerlere atarak kurtulabilmiştik.
Ertesi günün sabahında Gazeteci İzzet Kezer’in öldürüldüğü haberiyle sarsıldık. Dönüş için yola çıkmamız, Ankara’daki yetkililerle saatler süren görüşmeler sonrasında mümkün olabildi. Zira Cizre’de bir başka devlet gerçeğiyle karşı karşıya olduğumuzu anlamıştık. O gün Diyarbakır’a ulaşmak kolay olmamıştı. Yarım saatte bir konvoyumuz durduruluyordu ve kimlik kontrolü adına saatlerce küfür yiyorduk.
Nusaybin yol ayrımında çok daha farklı bir tepkiyle karşılaştık. Nusaybin’de silah sesleri altında konvoyumuzu durduran özel timler, araçlardan bizleri darp ederek yola topladılar. Başka bir ülkeden gazeteci kadının, saçlarından sürüklenerek aramıza getirilişini dehşet içinde izlemiştik. Aracı kullanan şoförü silahın dipçiğiyle yere yatıran bir özel tim elemanı, “kim lan bunlar, nereye götürüyorsun” diye soruyordu. Şoför, “abi vurma, bunlar insan hakları, insan hakları” diye yanıtlıyordu. Bu kez onlarcası toplu olarak aramıza dalarak küfür ve tekmelerle “insan hakları ha, nerede polis hakları ulan” diyerek yan yana yola dizilmemizi istediler. Darp edilmiş, kafası, yüzü gözü morarmış halde dediklerini yaptık. Karşımızda onlarca tim silahlarını bize doğrultmuş ve amirlerinden ‘ateş’ emrini bekliyordu. O sırada yanılmıyorsam Av. Ercan Kanar aramızdan öne çıkarak ve büyük bir öfkeyle “Hadi vurun lan, ne bekliyorsunuz, bütün dünya burada olduğumuzu biliyor. Sizden korkan sizin gibi olsun. Korkmayın, hadi vurun” diyerek sessizliğimizi bozdu. Karşımızda ateş emrini bekleyen grup geri çekildi ve tarlaya saçılmış eşyalarımızı toplayarak araçlarımıza bindik ve yola koyulduk yeniden.
Akşam geç saatlerde Diyarbakır’a ancak varabilmiştik. Ertesi sabah ilk uçakla İstanbul’a ulaştığımızda, büyük bir acı ve öfkenin etkisindeydik hala. O gün Cizre’de ve yol boyunca tanık olduğumuz bu vahşetin hayatıma etkilerinden hâlâ kurtulmuş değilim…