“Bireyler ancak bir başka sınıfa karşı ortak mücadele yürüttüklerinde bir sınıf oluştururlar, bunun dışında bir rekabet ortamında düşmanca karşı karşıya gelirler.”
Karl Marx
Toplumun sınıflara ayrıldığı dönemden beri, insanlık varoluşunu güçlünün güçsüzlüğüyle, güçsüzün gücü arasındaki çelişki belirledi. Bir tarafta asıl gücün sahibi olan ama gücünün farkında olmayan ve gereğini yapmayan, yapamayan ezilen ve sömürülen geniş halk sınıfları, diğer yanda gücünü ve iktidarını karşı tarafın zaafından, gücünün farkında olmayışından alan ezen ve sömüren hâkim sınıflar ve çevresi. Elbette neden öyle olduğuna açıklık getirmek kapsamlı tahlilleri gerektirir ama geçerken iki hatırlatma yapabiliriz: Birincisi, Marx’ın “Her dönemde hâkim fikirler hâkim sınıfın fikirleridir” tespitidir ki, bunun anlamı, ezilenlerin kendilerine ezenin gözüyle bakmasıdır; ikincisi de toplumsal hiyerarşinin varlığıdır. Dolayısıyla temel ayrışma mülk sahibi egemen sınıflarla egemenlik altındaki sınıflar arasında olsa da ezilen sınıf da homojen değildir. Dolayısıyla sınırlı da olsa, hiyerarşi ezilen sınıf için de geçerlidir. Böyle bir durumun varlığı da ekseri ve çelişik olarak ezilenlerin ortak hareket etmesini zorlaştırıyor. Sınırlı da olsa, hiyerarşinin-eşitsizliğin varlığı, ezilen-sömürülen kitle içinde de durumlarının iyileşeceği beklentisine ve yanılsamasına neden olabiliyor…
İşte devrimler güçsüzün gücüyle, güçlünün güçsüzlüğü arasındaki çelişkiye son verildiği, şeyleri yerli yerine koyan, asıl bulunmaları gereken zemine yerleştiren derin sosyal dönüşüm veya alt-üst oluş anlarıdır. Devrim, var olan toplumsal hiyerarşiyi ortadan kaldırmayı, şeyleri ters-yüz etmeyi amaçlayan bir “düzeltme” ânı/eylemi/olayıdır… Darbe söz konusu olduğundaysa, hiyerarşi yerli yerinde kalmaya devam eder. Sadece egemenler/yönetenler katında sınırlı bir sarsıntı söz konusudur. Devirme/devrilme, yükseklerde, sarayda cereyan eder ve darbenin asıl varlık nedeni, şeylerin seyrini değiştirmek, süreci yeni bir rotaya sokmak değil, tıkanıklığı aşmak, rejimi rahatlatmaktır. Bu niteliğinden ötürü de darbeler her zaman sistem içidir ve sınırlı rötuşların ötesine geçemez.
Fransız filozof Alain Badiou, yukarda sözünü ettiğim çelişkiyle ilgili olarak şöyle diyor: “Dünyada mevcut olan, ama onu anlamlandırma ve geleceğini belirleme noktasında var olmayan bu insanlara dünyanın var olmayanları diyelim. Dünyada değişim, ancak dünyanın var olmayanları bu dünyada olanca yoğunluklarıyla var oldukları zaman gerçekleşir. Bu öznel olgu olağanüstü bir güçle doludur. Var olmayanlar ayağa kalkmıştır. Bunun için ayaklanma deriz zaten: İnsanlar yerdedirler, boyun eğmişlerdir; şimdiyse dikilmekte, doğrulmakta, ayağa kalkmaktadırlar. Bu başkaldırı bizzat varoluşun başkaldırısıdır: Yoksullar zengin olmamıştır; silahsız insanlar silahlanmamıştır vs. Aslında temelde hiçbir şey değişmemiştir. Meydana gelen şey, var olmayanların varlığının iadesidir ki bu, olay dediğim bir koşula bağlıdır.” *
Elbette bu egemenler cephesine karşı sadece devrim öncesinde ve devrim anlarında itiraz edildiği, başkaldırıldığı anlamına gelmez. Mücadele her zaman var, zira başka türlü olması mümkün değildir. Malûm saldırı-karşı saldırı diyalektiği söz konusu… Sorun itirazın olup-olmamasıyla değil, itirazın, mücadelenin kapsamı, derinliği ve ortaya çıkardığı sonuçlarla ilgilidir. Devrim, toplumsal yapıda derin bir dönüşüm gerçekleştirme istidadına sahiptir.
Bugüne kadar sınıflı toplumu aşmak üzere yapılan mücadele artık yeni bir eşiğe gelip dayanmış bulunuyor. Zira kapitalist sömürü, yağma ve talan düzeni sadece insanî ve sosyal kötülükler yaratmakla kalmıyor, canlı yaşamı, insanlık varoluşunu tehdit eden ekolojik kötülükler, felâketler de yaratıyor. İşte birbirini sürekli yeniden üretip azdıran bu ikisinin diyalektiği, yeni bir öfkenin ve bilinçlenmenin, yeni mücadele biçimlerinin potansiyel olanaklarını yaratıyor. Artık güçsüzlerin güçlerinin bilincine varmalarını zorlayan yeni bir durum ortaya çıkmakta. Başka türlü ifade edersek, insanlar kapitalizmin neden olduğu sürdürülebilemezliğin farkına vardığı oranda yeni bir uygarlığa giden yolun aralanması da potansiyel bir olasılık haline gelecektir. Potansiyel bir olasılık diyorum çünkü, öyle olacağına dair bir kesinlik yok.
Eğer bir kavşağa gelip-dayanmışsanız, ondan sonrası hangi rotaya yöneldiğinize bağlı olacaktır. Fakat insanlığın gelip dayandığı kavşakta seçenekler ikiye indirgenmiş görünüyor: Ya geçerli eğilimler devam eder, bu durumda iklim krizi, ekolojik yıkım, nükleer yok oluş türü bir toplu intiharla hızlı veya zamana yayılan bir kötü sona, yok oluşa doğru yol alınır, ya da insanlık geleceğini kurtarmak üzere bilinçli bir tercih yapar, kapitalist egemenliğe son verip, yaşanabilir bir toplum ve dünyaya giden yolu aralar… Bu ikisi arasında bir orta-yol mümkün görünmüyor. Bu aslında büyük insanlığın elini çabuk tutması gerektiği anlamına da geliyor. Zira, insanî, toplumsal ve ekolojik kötülükler hızını ve yoğunluğunu artırarak yol alıyor ve zaman daralıyor…
Bu dünyanın, bu ülkenin tüm zenginliğini üreten/yaratan işçiler, köylüler, bir bütün olarak emekçi sınıflardır… Lâkin o zenginliği yaratanlar açlık, yoksulluk, sefalet ve çaresizlik koşullarda yaşam mücadelesi veriyorlar…Oysa güçlerinin farkına varıp, gereğini yapabildiklerinde çaresiz değiller…Türkiye’de 25 milyondan fazla aktif (halen çalışan) 15 milyon kadar da pasif (emekli) emekçi var. Bunların tamamı bile değil, sadece enerji, ulaşım, haberleşme ve temizlik işçileri iş bıraksa aynı anda hayat durur… Ve andan itibaren de şeylerin seyri değişmeye başlar… Velhasıl, insanlığın ve uygarlığın geleceği güçlünün gücünün farkına varmasına indirgenmiş bulunuyor…
*İsyan, olay, hakikat” çev: Elçin Gen.http://www.e-skop. com. bulten/isyan, olay, hakikat