Fikret Başkaya: ‘Teknoloji Harikaları’ Neden Çözüm Değil?.. 

GenelGündem

Maalesef bu günün gerçeği şu ki, teknolojimiz insanlığımızın önüne geçmiş bulunuyor…

Albert Einstein

 

Eğer teknikçi dünya sistemi bir engelle karşılaşmadan bu tempoyla yol almaya devam ederse, her halde geriye sadece aşırı koşullara uyum sağlayabilen birkaç bakteri ve su yosunu dışında soluk bir taş yığını kalacak”.

Theodore Kaczynski

 

İnsan, alet yapabilen bir hayvan ki, bu özelliği onu diğer hayvanlardan ayırıyor… Aletlerin ve kompleks tekniklerin gelişmesi, uygarlığın gelişmesinin de koşulu… Başlangıçta aletler, avcılığı, balıkçılığı, giyinmeyi, vb. kolaylaştırıp, yaşam kalitesini yükseltiyordu. İleriki aşamada tarım ve hayvancılık, metalürji, bir sonraki aşamada daha kompleks üretim tekniklerinin gelişmesi olanaklı hale geldi… Böylece teknoloji yaşam koşullarını iyileştirip, bir üst aşamaya taşıdı… Başka türlü söylersek, insanların doğayla ilişkisini değiştirmek olanaklı hale geldi… 

İnsanın alet, ‘yenilik’ yaratma yeteneği onun özelliğini, diğer hayvanlardan farklılığını oluşturuyor… Alet (teknik), daha az çabayla daha çok üretmeyi mümkün kılıyor, zor, tehlikeli, bıktırıcı işleri de yapılabilir hale getiriyor… Velhasıl teknik ‘insana özgü’ bir şey… Nitekim, etnolog André Leroi-Gourhan: “Tekniğin gelişmesiyle insan beyninin gelişmesinin eşzamanlı olarak tezahür ettiğini” ileri sürüyor… Daha da ötede insan aleti sadece kullanmıyor, onu sürekli olarak geliştiriyor…

XVII’inci yüzyılda ‘bilimsel devrim’ ve XVIII’inci yüzyılda da sanayi devrimiyle doğaya yaklaşım değişiyor. “İnsan doğanın hâkimi ve sahibidir’ anlayışının yerleşmesiyle, insan-toplum ilişkisinin mahiyeti radikal bir değişikliğe uğruyor… Hayranlığın ve uyumun yerini modern sanayinin karakteri olan soygunculuk, asalaklık ve sömürü ilişkisi alıyor… 

 

Bu konuda Otto Ulrich şöyle diyor: “Günümüzde Batı teknolojisinin çekiciliğinin hortlamasının nedeni, muhtemelen bu teknolojinin iki temel özelliğidir: maliyetleri başka yere aktarabilmesi ve talancı karakteri. Maliyetleri aktarma yeteneği çağdaş teknolojiye anlaşılmazlık özelliği katar. Çağdaş teknoloji ‘verimlilik’ konusunda yanıltıcıdır ve insan aklını kısa vadeli hesap yapmaya yöneltir… Maliyetler genellikle aktarılır ve çok büyük zamanlara ve alanlara dağıtılır ama algılarımızın uzamsal ve zamansal ufku çok daha yakındadır (abc.)

 

Ölçülmüş kirlilik düzeyleri, gelecekteki maliyetler ya da uzak bölgelerdeki maliyetler konusunda bildiklerimiz, bizim için soyuttur ve içinde bulunduğumuz an algıladığımız gerçeklikten çok uzaktadır. Algılarımız, belirli bir andaki davranışlarımızı belirleyen duygular ve düşüncelerden hiçbiri ile ya çok azı ile bağlantılıdır. 300 000 binlik yıllık bir ömürü kim somut olarak tahayyül edebilir? Ozon tabakasındaki bir deliğin, istediğimiz an buzdolabından çıkarıp içtiğimiz soğuk bir içeceğin ya da belirli bir anda bizi etkilemiş olan yüksek verimlilikli bir özel arabanın sunduğu rahat bir yolculuğun, kullanım üstünlüğünü hangi biçimlerde etkilediğine dair ne kadar bilgimiz var?.. Bir teknoloji ya da ürünün kullanımından kaynaklanan aktarılmış maliyetlerin hemen ödenmesini düzenleyen kurallar olmadığı sürece, insana ve doğaya uygun bir alternatif teknolojinin dışsallaştırıcı tekniklerin büyük çekiciliği karşısında hiçbir şans olmayacaktır. (abc.)

XX’inci yüzyılda teknik ilerleme, verimliliği ve üretimi görülmemiş düzeylere çıkardı, yaşam standardını yükselti ama ekolojik yıkımı [ekosit’i] azdırarak, iklim krizini tetikleyerek… Bu durum, tekniğin kendi yasasını doğaya dayatmasının doğrudan sonucu olarak tezahür ediyor

İnsanlar, sınıfsal aidiyetleri ve dünya görüşleri ne olursa olsun (zengin, yoksul, cahil, eğitimli, sağcı, solcu…) teknik bilimin mutlaka her derdin devası, gerekliliği ve yararlılığı tartışma götürmeyen bir şey olduğu konusunda sarsılmaz bir inanca sahip… Teknik ilerleme “daha iyinin” ve “ilerlemenin” vazgeçilmezi, olmazsa olmaz koşulu sayılıyor da, maalesef “daha iyinin” ve “ilerlemenin” ne olduğu merak ve tartışma konusu yapılmıyor… Oysa ileri teknolojinin ne tür sâiklerle üretildiği, ne tür çıkarlara öncelikle hizmet ettiği, ne gibi sosyal, ekonomik, insanî, psikolojik ve ekolojik sonuçlar ortaya çıkardığının da ilgi ve kaygı konusu olması gerekmez miydi?..

Dolayısıyla, teknolojinin ne olduğu, neye yaradığı, onu kimin ne amaçla ürettiğinden, nasıl kullandığından bağımsız değildir. Münhasıran üretimi, kârı artırmaya endeksli bir teknolojik yeniliğin toplumsal refahı artırması mümkün değildir? 

 

Esasen kapitalizm teknolojiyi sürekli yenilemek, geliştirmek zorunda olan bir sistem… Bir kapitalist işletmenin vahşi-yıkıcı rekabet ortamında var olmasının, varlığını sürdürebilmesinin yolu, üretimi artırmadan, sermayeyi büyütmeden mümkün değildir… Zira, rekabet sürekli olarak teknik yenilenme yönünde baskı oluşturuyor… 

 

Kapitalizm her tökezlediğinde, ‘yeni değer’ ‘fazla değer’, ‘artı-değer’ üretmekte zorlandığında bir yenilik (inovasyon) yaratarak yola devam ediyor… Tabii her teknolojik yenilik de daha çok işsiz, daha çok yoksul,  dolayısıyla daha büyük sosyal sorun, sosyal kötülük demek… 1820’li yıllarda İsviçre’li iktisatçı Jean de Sismondi, makinanın işsiz bıraktığı işçiye, makinanın yarattığı zenginlikten ömür boyu pay verilmesini önermişti… Makinalaşma tartışmasız bir ilerleme ama ortaya çıkan kazanç toplumun aleyhine olarak kapitalistler tarafından gasp ediliyor… 

Kapitalizm dahilinde her teknolojik yenilik sadece işsizliği artırmıyor, gelir dağılımını mülk sahibi, kapitalist sınıf lehine olarak bozuyor… Aynı zamanda ücret düzeyini de aşağı çekiyor… 50 kişilik bir iş ilanına 5000 kişi talip oluyorsa, orada ücretlerin asgari yaşam standardını altına inmesi kaçınılmazdır…. 

Her yeni teknolojik buluşun, inovasyonun yarattığı yeni iş (istihdam) göze görünüyor da kaybedilen pek dikkati çekmiyor… Esasen bidayetten itibaren kapitalizmin tarihi, ölü emeğin canlı emeğin yerini almasının da tarihi oldu…

Her teknolojik yenilik daha büyük sosyal kötülük, daha çok ekolojik yıkım demek… XIX’uncu ve XX’inci yüzyıllarda kapitalizmden çıkmak bir sosyal adalet sorunuydu, bugün ekolojik yıkım (ekosit) ve iklim krizi de söz konusuyken, artık bir var oluş-yok oluş sorunu haline gelmiş bulunuyor… 

 

“Yeşil teknolojiler”, Sürdürülebilir kalkınma gibi bir oxymore… 

 

Şimdilerde ‘yeşil teknolojiler’ denilenler revaçta… Yeşil teknolojiler aslında “yeşil’ değil… Nitekim, yoğun üretimi yapılan rüzgâr ve güneş panellerinin, elektrikli arabaların üretimi için önemli miktarda madenin yerin altından çıkarılması ve işlenmesi gerekiyor ki, bu en kirli üretim etkinliklerden biri… Madenlerin topraktan çıkarılıp, işlenmesi de fosil yakıtlarla – kömür-petrol-doğal gazla- yapılıyor. Birleşmiş Milletler Çevre Programı’nın bir raporuna göre, maden çıkarma faaliyeti, enerji üretimi ve tarım, karbon gazı emisyonunun yarıdan fazlasını, biyolojik çeşitlilik kaybının da %90’ınını temsil ediyor…

Aslında emperyalist Batı, “temiz enerji” söylemiyle sera etkisi yaratan gaz üretimini gözden ırak yerlere, Afrika’ya, Asya’ya ve Latin Amerika’ya transfer ediyor… “Yeni uluslararası iş bölümünde”, çevre kirlenmesi yaratan madencilik ve sanayilerin nerdeyse tamamı yoksul ülkelerde gerçekleşiyor

Fakat hepsi bu kadar değil. Bir kurtarıcı olarak sunulan “yeşil enerjiler” fosil enerjilerin yerini almıyor… Onlara ekleniyor… Hâkim retoriğin aksine fosil yakıtlardan asla çıkılmış değil… Geride kalan dönemde ‘fosil yakıt üretimi’ hiçbir zaman bu günkü düzeylere çıkmamıştı… Nitekim, Dünya Enerji Ajansı’nın raporuna göre, 2021-2024 aralığında dünya kömür üretimi tarihte görülmemiş düzeye çıkacak… Geride kalan hiçbir dönemde dünya fosil yakıt (kömür, petrol, doğal gaz) üretimi ve tüketimi azalmadı. Hep artmaya devam etti… Özetle, yeşil enerji korosunun söyleminin bir gerçekliği yok… Dünyayı yok eden enerji üretimi hız kesmeden yol almaya devam ediyor… Dünya ölçeğinde ‘yeşil enerjilerden’ değil, yavaş, yavaş canlı yaşamın temelini aşındıran bildik enerjilerden söz etmek gerekiyor…

Sınırsız büyüme, genişleme, yayılma eğilimine ve dinamiğine sahip kapitalist sistem dahilinde, enerji verimliliğindeki her artış, yeniden üretim sürecine dahil oluyor ve yıkımı derinleştirmeye devam ediliyor… Yeni teknolojiler, yeni ürünler, aynı zamanda yeni pazarlar, yeni yıkımlar da demek… Kapitalizm karşılaştığı sorunları daima bir fırsata çevirerek kaldığı yerden yoluna devam ediyor…

Elektrikli ‘temiz araba’ denilene gelince, aslında bu dünyada ‘temiz araba’ diye bir şey mümkün değildir… Aynı “temiz savaş” diye bir şeyin de mümkün olamayacağı gibi… Elbette atmosferin ısınmasının nedeni olan karbon gazı emisyonunda, otomobilin [arabanın] bir bütün olarak otomotiv endüstrisinin önemli bir payı var ve azaltılması gerekiyor. İyi de bu iş nasıl olacak? 

Elektrikle çalışan arabaya ‘temiz araba’ deniyor. Arabanın deposunu benzin/mazot/likit gazla doldurmak yerine, bataryaya elektrik yükleniyor. Bu durumda atmosfere daha az zarar verilmiş oluyor. Fakat, nüanse edilmesi gereken bir şey var… Zira, arabanın neden olduğu karbon emisyonu sadece araba çalışırken, yol alırken ortaya çıkmıyor. Bir arabanın neden olduğu karbon gazı emisyonunun %56’ı arabanın üretilme aşamasında ortaya çıkıyor, %4’ü de araba hurdaya çıkıp, sökülünce. %40’ı da araba çalışırken ortaya çıkıyor… Birinci sorun bu. Fakat daha önemli bir sorun daha var ki, o da elektrikli arabanın bataryasına yüklenen elektriğin nasıl üretildiğiyle ilgili… Eğer, bataryaya yüklenen elektrik termik santrallerden geliyorsa, temiz araba “kirlenmiş oluyor”. O durumda elektrikli araba benzinle, mazotla çalışandan daha çok karbon gazı emisyonu yapıyor… 

Gözden kaçan bir şey var: Gerçi elektrikli araba kullanılırken Karbon gazı emisyonu yapmıyor ama üretiminde benzinle, mazotla çalışan arabadan daha çok gaz emisyonu ortaya çıkıyor… Elektrikli araba üretimi daha zor. Çok fazla metal ve materyel kullanmak gerekiyor. Bir elektrikli araba üretim aşamasında yaklaşık 12 ton Karbon gazı emisyonu ortaya çıkarıyor… Aynı büyüklükte bir dizel araba da üretiminde 6, 4 ton karbon gazı emisyonu ortaya çıkıyor… 

Bataryaya yüklenen elektrik kömürden üretiliyorsa bu karbon gazı cephesinde yeni bir şey yok demektir…  

Bugün itibariyle Türkiye’de elektriğin yaklaşık %80’i termik santrallerde üretiliyor…

Dünyadaki elektrikli arabaların %60’ı Çin’de ve orada elektriğin çoğu kömürlü termik santrallerde üretiliyor… Bu, arabaların “kirli” bir enerjiyle çalışması demek. Dolayısıyla araba ‘temiz’ değil… Elektrikli araba sayısı arttıkça, elektrik üretimi de artmaya devam edecek… O kadar elektrik nasıl, ne pahasına üretilecek?

Elektrikli araba üretimi hem daha zor ve hem de petrolle yol alana göre daha pahalıya mal oluyor. Batarya üretimi, kobalt, lithyum, neodiym, grafit… gibi değerli ve kıt madenlere dayanıyor. Bunlar da sadece Çin, Kongo, Ekvator gibi az sayıda ülkede mevcut… Bu metallerin topraktan çıkarılması ve rafinajı çok miktarda su ve kimyasal madde kullanmayı gerektiriyor… 

Daha önce de ifade ettiğimiz gibi, aslında kirlilik, şimdilerde Güney denilen yoksul ülkelere transfer edilmiş oluyor… Dolayısıyla global planda, ‘iklim krizi cephesinde’ değişen bir şey yok. Batarya üretimi fazlasıyla enerji ‘yutucu’… Bir elektrikli araba üretmek için, ‘normal arabanın iki katı enerji kullanmak gerekiyor… Velhasıl, ‘temizi’ üretmek için daha çok ‘kirletmek’ kaçınılmaz… 

Dolayısıyla “temiz araba”, “yeşil araba” söyleminin reel bir karşılığı yok! Elektrik kullanıldığı yerde temiz olsa da üretildiği yerde o kadar da “temiz” olmayabiliyor… Mesela Norveç, barajlardan hidroelektrik üretiyor ama Çin’de, elektriğin %73’ü, Polonya’da %80’i kömürden üretiliyor… Aslındı ‘temiz araba’ bir oxymore… Aynı ‘sürdürülebilir kalkınma’, “yeşil ekonomi”, “yeşil büyüme” gibi…

Karşı karşıya olduğumuz sorun, arabalar elektrikle mi, yoksa petrolle mi çalışmalı sorunu değil. Ulaşım politikası nasıl olmalı? sorusuyla ilgili… Aynı şekilde bir araba üretmek için ağırlığının 20 katı hammadde kullanılıyor. Mesela 1,5 ton ağırlığında bir araba üretmek için 30 ton hammadde gerekiyor… Bu dünyada size verilen her hediyenin mutlaka bir karşılığı vardır…

Araba havayı, suyu kirletiyor. Kentleri kent olmaktan çıkarıyor, sadece yolları sokakları işgal etmiyor, kaldırımları da işgal ediyor… İyi de çocuklar nerede oynayacak? Görüntü ve gürültü kirliliği yaratıyor, insanî yabancılaşmayı artırıyor… Kazalar da cabası… Dolayısıyla önceliği toplu taşımacılığa, kamusal ulaşıma vermek ve üretimi ve tüketimi kısmak gerekiyor… Unutulmasın, kapitalistler o aracı siz rahat seyahat edin diye üretmiyor. Kâr etmek için üretiyor…

Esasen 70-80 kilo ağırlığında bir insanı 1,5- 2 tonluk bir araçla taşımak abestir… Bu dünyanın kaynakları öyle bir şımarıklığa izin vermez… Elbette bu hiç araba kullanılmasın demek değil… Kamu ulaşımını, toplu taşımayı destekleyecek şekilde sınırlı bir kullanımla yetinmek gerekir…

Son tahlilde kâr amacıyla üretilen her şey mutlaka insana ve doğaya karşıdır… Artık şeyleri adıyla çağırma, perspektifi ve paradigmayı değiştirme zamanı gelmiş olmalıdır…

Teknolojinin ne olduğu, neye yaradığı, onu kimin ne amaçla ürettiğinden, nasıl kullandığından bağımsız değildir…

Bilgi ve teknik bir müşterektir. Herkesin olan, olması gerekendir… Dolayısıyla bilginin ve tekniğin birileri (kapitalistler) tarafından gasp edilip bir kâr aracına dönüştürülmesi kabul edilebilir değildir… 

O halde soru, “nasıl bir teknoloji” değil, nasıl bir toplumda, nasıl bir dünyada yaşayacağız sorusu olabilir… 

Vakitlice üretimi ve tüketimi kısmak, planlı küçülmeyi hayata geçirmek, üretimin yönünü gerçek ihtiyaçlara döndürmek, kapitalizmin yok ettiği üretimle ihtiyaçlar anasındaki bağı ihya etmek gerekiyor… Zira binlerce on binlerce zararlı, değilse gereksiz şey üretiliyor, satılıyor ve tüketiliyor… …

Nihayet, kapitalizm dahilinde asla bir gelecek olmadığının bilinmesi gerekiyor…

İnsanlık ve uygarlık kritik bir kavşağa ulaşmışken ya vakitlice kapitalizmden çıkılacak ya da insanlığın ve uygarlığın geleceği kararmaya devam edecek… Zira, ufukta bir ‘orta yol’ görünmüyor… 

Başka türlü söylersek, insanlığın ve uygarlığın geleceği yeryüzünün lânetlilerinin  küresel isyanına indirgenmiş bulunuyor… 

 

Hepinizi tekrar saygıyla selamlıyorum… 

*

(Fikret Başkaya’nın Özgür Üniversite’nin “Modern Teknoloji ‘Harikaları’ çözüm mü sorun mu?” temalı bahar dönemi açılış sempozyumunda, 6 Nisan 2024’de yaptığı konuşmadır) 

 

İlginizi Çekebilir

İsrail ile Türkiye arasında ‘Utanmalısın’ tartışması
DEM Parti: Sur’da gözaltına alınan kişinin partimizle resmi bir ilişkisi yok

Öne Çıkanlar