Eylem Kahraman’ın insan hikayelerinden oluşan ikinci kitabı Kamelia’da yer alan her bir öyküde, acının bir zehir gibi damarlarınızda gezdiğini hissediyorsunuz.
Soykırım, Tertele, Katliam…
Toprağından koparılmış insanların sürüldükleri diyarlara kök salamamaların derin sancısı…Kırılmış hayatların paylaşıldıkça çoğalan acısı…
Geçmişle ve geride kalan ömürle temasın hiç kesilmediği, özlemin hiç dinmediği, eksik parçaları birleştirme çabasındaki belleğin arkada ve çok uzakta kalmış olanla bütünleşme tükettiği insanların tamamlanma çabası…Eksiklik duygusunun nesilden nesile aktarılan sağalmaz yarası…
Kamelia, yerinden yurdun edilmiş ya da bir biçimde ‘terk-i diyar’ etmiş insanların geçmiş ile kurmaya çalıştıkları bağ üzerinden kendilerini yeniden gerçekleştirme arayışlarına ışık tutuyor.
Eylem Kahraman Kamelia’da okuru, geçmişe bir ağıt akan insan hikayeleri ve o hikayelerin kahramanlarıyla buluşturuyor.
Acının katmerleştiği her öykü bizi içine çekmekle kalmıyor, kendi geçmişimizden, ailemizden ve ülkemizden tanıdık, taşımakta zorlandığımız hatıralarımızı da canlandırıyor.
Hikayeler tanıdık, hikayelerin karakterleri yabancı gelmiyor, her hikayede aynı duyguyu yaşıyor, aynı yerden vuruluyor, kanıyor ve sarsılıyoruz.
Kamelia’nın kahramanları Kürdistan gerçekliğinde yaşanan her şeye tanıklık etmiş, bir hayat ırmağının çakıl taşları gibi gözümüze çarpıyor.
Kitapta yer alan 19 öykü, ondokuz hayat, ondokuz insan sizi yakın tarihte yaşanmış ondokuz yolculuğa davet ediyor…
Kokular, korkular, endişeler, sesler…Köy harmanı, komşu evi, misafirperverlik, yer sofraları ve yerde yan yana serilen yün yatakların sıcaklığı…Bir de hiçbir yerde bu denli derin dalamadığınız o uyku…
Lido’nun deliliğe saklanmış o derin zekası güldürür sizi bir an… Çocuk gelin Bese’nin saçları dolanır boğazınıza…
Gözleriniz, Hızır’ın keçisini arar bir anda, yüzünüz dağ soğukluğuyla yanar.
Aleyder’in toprağı olan özlemi, köklerinden koparılmış göçmenlerin sancısı, her geçen gün yüreğimize batan bir dikenli sarmaşık gibi sarar sizi…
Doğup büyüdüğünüz topraklara yapılan yolculuklarda sabrın, bir ömür kadar uzun gelen yol ile sınanması keser nefesinizi.
Bir ilkokul öğrencisinin heyecanı sarar tüm hücrelerinizi.
Her yıkılan ev, her kuruyan ağaç, ekilmeyen her tarla sizi de geleceğinizden koparmıyor mu?
Bir gece köpek havlamalarıyla kapınızın eşiğinden içeri giren, o mekap ayakkabılı sırtlarında keleş olan Hızır’ın misafirlerini kimsesiz bırakmadık mı?
Cebinde her daim leblebi, kuru üzümün eksik etmeyen Sewe nenenin melek kolları sizleri de sarar elbet.
Çocukların en sevdiği “Golîkê Beşik” masalı Sewe nenenin sesinde, “Hebu ye tune buye” diye başlar…
“Biri sizin başınıza, biri benim başıma diğeri de bütün çocuklara paylaşmak için” der.
O ses ejderhanın ateşinin peşine düşürür sizi de….
Sewe nenenin masallarında çocukların masalları hep mutlu sonla biter, büyüklerin masalları ise acılı ve kederli…
Nedeni mi? Nedeni şu, yurt denilen yerin altında eğer huzurla uyumuş ölüleriniz yoksa o toprağın insanı değilsinizdir…
Orhan’ın devrim ateşiyle yanan genç yüreği, Gayrettepe’de işkenceye uğramış bedeni…Ruhunda açılan derin yara…Sıcak bir yoldaşlık selamını aratır…
Güneş her şeyin şahididir…
*
/ Kitap Aram Yayınları‘ndan temin edilebilir… /