Türkiye’de konu “Kürtler ve Hukuk” olduğunda artık ezberlerimizi bozma zamanı geldi de geçiyor. Kendimizi kandırma limitimizin sonuna çoktan gelmiş bulunuyoruz zira. Kürtlere uygulanan hukukun açık bir şekilde “beyaz adamın hukuku” olduğunu görmemiz gerekiyor. Hacı Lokman Birlik’i infaz edip cansız bedenini yerde sürükleyenler ısrarla yasaya muhatap kılınamıyorsa veya neredeyse bir BBG formatıyla kusursuz cinayete kurban verdiğimiz Tahir Elçi’nin katilleri hala adliyenin kapısından içeri sokulamıyorsa durup düşünmenin vaktidir.
Tersi tarafta ise Kobani protestolarında sırf Said’vari bir tutumla taş attığı için Aysel Tuğluk gibiler ölüme yatırılıyorsa ve yine tek suçu Van şehrine gerçek manada halkçı bir belediyecilik yapmak olan Bekir Kaya gibiler için yarım yüzyıllık ceza talep ediliyorsa, bu durumda durup en az üç kez düşünmenin vaktidir. Eğer şimdiye kadar yaptığımız üzere bu çifte düzeni hala liberal hukukun paradokslarıyla, çağdaş hukukun anormalikleriyle açıklayacaksak bu düzene elbirliğiyle meşruiyet katıyoruz demektir.
Her şeyden önce beyaz adamın hukukunun ikili karakterini teslim ederek işe başlamamız gerekir. Bu hukuk hakim millete ayrı, mahkum millete ayrı işler hemen her zaman. Joseph Conrad’ın Karanlığın Yüreği’ndeki baş karakteri Marlow ayrı hukuka tabi tutulan yerliler için şu tanımı kullanıyordu örneğin: “Hayır, insanlık dışı değiller. En kötüsü de buydu zaten, insan olma ihtimalleri” mevzu bahisti. Eğer beyaz adamın hümanizm gramerinde insan ve “olası insan” tasavvurları varsa doğal olarak hukuk da buna göre şekillenecektir. Öyleyse beyaz adamın hukukunu ikiye ayırarak tahlil edebiliriz. İnsana (yurttaşa) uygulanan hukuk ve “insan olma ihtimali olan”a uygulanan hukuk. Peki ama “insan olma ihtimali olan”a hukuk uygulanır mı? Uygulanacaksa hangi hukuk? Bir süre önce Öcalan tecridi üzerine yazdığım yazıda Kürtlere uygulanan hukukun kamp hukuku olduğunun altını çizmiştim. Bu yazıda ise kampın mülkiyetini elinde bulunduran beyaz adamın hukukunu kısaca tartışmak istiyorum.
Roma imparatorluğunun şöhretli hukukçusu Cicero, yasanın ilksel kökenini adil olanda değil doğru akılda bulur. Dolayısıyla ona göre yasa, buyurma ve yasaklamaktaki doğru akıldır. Konumuz bağlamındaki sömürgecilik geleneğinde doğru akıl, şüphe yok ki beyaz aklın hükmetme mantığıdır. Öyleyse “insan olma ihtimali olan” yerliye uygulanacak yasanın adaletle değil, buyurma ve yasak ile bağlantısının var olduğunu iddia edebiliriz rahatlıkla. Esasen yerlinin yasaya muhatap kılınması beyaz adamın hukuk mantığını sekteye uğratacağı için kabul edilmez. Zaten yerli, insan da kabul edilmez; düşman da. Medenileştirilmek suretiyle insanlık ailesine kazandırılacak olan bir ihtimaldir yalnızca.
Sözgelimi Avustralya’ya el koyan yerleşimci İngiliz kolonyalizmi, yerlilerin aslındamaymun olduklarını iddia edip onları tüfekle avlayıp öldürüyorlardı. Ve dahası onların doğa yasalarının dışında yer aldığını kanıtlamak için kafası çalışan cevval hukukçuları seferber etmişlerdi. Özetle kolonyal düzlemde yasa yalnızca insan kabul edilen içindir, “olası insan” ise en fazla buyruk fermanlarından ibaret olan nizamnamelere tabidir.
Mamafih biraz da çuvaldızı kendimize batırma kabilinden, yüz yedi yıl önce Salih Bedirxan’ın “Kürtlerin neden bir avukatı yok” serzenişini bu noktada güncelleyebiliriz elbet. Kürtlerin neden kendilerine uygulanan beyaz adam hukukunu yorumlayacak hukukçuları yok, neden hukuksal evrenimiz özünde ulus devletlerin hukuksal düzenini tahkim etmekten öteye geçmeyen İnsan Hakları Sözleşmesi ile sınırlı? Bizim yapmayı aklımıza dahi getirmediğimiz şeyi Mbembe, siyah insana dayatılan şiddetin hukuka bakan veçhesi üzerinden yaparak, kolonilerde geçerli olanın yasa değil, buyruk olduğunu önümüze serer. Ona bakılırsa buyruk, uyruğun dışına taşan bir öze sahipti ve buyruğun doğal nesnesi de yerliydi.
Ne var ki yerlinin tabi kılınacağı hukuksal statü, sömürgecilik tarihinde farklı deneyimlere konu edilmiştir. Bu manada Kürtlerin statüsüne en yakın yerlinin hukuksal düzeni Cezayir’de Fransızların yerli halkı tabi tuttuğu indigénat rejimi olduğu iddia edilebilir. Fransız kolonyal idaresi Cezayir’den Senegal ve Togo’ya kadar kolonize ettiği halkları yönetmelik ve kararnamelere muhatap kılarak, onları keyfiliğin relatif statüsüne mahkum etmişti. Böylece sıradan idari görevli bir beyaz adam hem yasa koyucuydu, hem yasayı yorumlayandı hem de infaz manasına gelecek şekilde yasayı uygulayandı. Beyaz adam bir taraftan idari görevini icra ederken, idari görevin bir parçası olarak hakimin yetkilerini de haizdi. Görüldüğü üzere teoride ve pratikte yasa aslında bir buyrukta cisimleşmişti, emir kipi anayasanın bizzat kendisiydi. Böylelikle sömürge ülkesinde yasa, Cicero’nun imlediği üzere buyurma ve yasaklamaktaki beyaz adamın tahakküm aklını temsil ediyordu.
Şüphe yok ki II. Mahmut’un meşhur kolonyal seferlerinden başlayarak Kürtler indigénat tarzı de facto bir rejime tabi tutuldu. Osmanlı döneminde Kürt bölgesi padişah fermanlarıyla, kumandanlık buyruklarıyla, parti müfettişleriyle, Teşkilatı Mahsusa buyruklarıyla düşük seviyeli nizamnamelere muhatap kılındı. Seferlere eşlik eden Moltke’nin yazdığı mektuplardan gördüğümüz üzere ordunun her kademesindeki kumandan yürüyen bir yasaydı. Cumhuriyet idaresi ise ülkede yaşayan gayrı Türkleri, Türklerin hizmetçisi olarak kodlayan Mahmut Esat Bozkurt ve Kürtlerin koloni statüsüne alınmasının mucitlerinden olan Abidin Özmen gibi elitlerin eliyle 1927 yılında İndigénat sisteminin resmi bir benzeri olan umumi müfettişliklere tabi kılındı. Umumi müfettiş olarak atanan kişilerin bir kısmının Ermeni soykırımdaki rolleri ve Kürt katliamlarının sevk ve idarecisi olduklarını gördüğümüzde Kürtlere dayatılan hukuki rejimin esasında beyaz adamın buyruk düzeni olduğunu daha rahat görebiliriz. İndigénat rejiminin daha sonra sıkıyönetim ve olağan üstü hal valilikleriyle sistematize edildiği bilinmektedir.
Mustafa Muğlalı’dan 49’lara; Esat Oktay’lardan Roboski’ye uzanan pratikler özünde buyruk rejiminin gösterenleri olarak karşımızdadır.
Öyleyse Öcalan’ın, Demirtaş’ın, Tuğluk’un, Kaya’nın, Çomak ve daha pek çok Kürd’ün yargılama pratiklerini bu çerçevede yeniden sorunsallaştırabiliriz. Bir kere bütün bu yargılamalarda suç ve ceza rejimini tayin eden şeyin adalet değil buyruk olduğunu, yani hukukun hatta yasanın adaleti değil, buyruğun kolonyal aklının iş başında olduğunu tespit etmemiz önemli. Eğer bu doğruysa o zaman yargılama pratiklerinin gerçek amacının terbiye etme ile boyun eğdirmeye dayanan bir çeşit itaat sektörü olduğunu görmemiz gerekir.
Bununla birlikte kolonyal ilişki her halükarda belirli ceza biçimlerini masada tutar. Zira buyruk rejimi, müeyyide olmaksızın ayakta kalamaz. Fakat bunun için adalete koşulmuş adil yargılama pratikleri neticesindeki bir cezalandırmayı değil, aynı anda hem bir idare tekniği, hem bir üslup, hem bir kırbaç ve hem de bir yargılama efekti olarak bütün bunları buyruk aracılığıyla yapar, çoğu zaman ceza mahkemelerini kozmetik olarak kullansa da. Koloni yönetimi adil yargılama yapan mahkemeler ile yürütülemez, ancak yargı görevini de içeren bir buyruk rejimi ile yönetilebilir. Böylece Mbembe’nin de altını çizdiği üzere buyruk rejimi, hem istisnai bir rejimi önvarsayar, hem ayrıcalıklı ve dokunulmazdır, hem hükmetme ile medenileştirmeyi temsil eder ve tüm bunların toplamı olarak boyun eğdirmeyi sağlamaya tasarlanmıştır. Kürt tarihini beyaz adamın buyruk rejiminin içinden okuduğumuzda ne Bedirxan beyin, ne Şeyh Ubeydullah’ın, ne Şeyh Selim’in, ne Cibranlı Halit beyin, ne Şeyh Said’in, ne de Seyyid Rıza’nın yargılamalarını gerçek bir yargılama olarak görebiliriz. Bütün bu tarihsel anlarda hüküm yoktu, buyruk vardı. Ve buyruk hak talebinde bulunan Kürtlerin kellesini görmek istiyordu.
Hülasa sömürgecilik tarihine baktığımızda yerlinin ülkesine ilk ayak basanın ya misyoner vazifesi güden din adamı ya asker olduğunu görürüz. Dünya sömürgecilik tarihinde yerlinin topraklarına ayak basan ilk kişinin yargıç olduğu bir pratik yoktur. Yerlinin yurdunu fetheden asker ya da rahip oranın yargıcıdır da. O yüzden onlar yerlinin ülkesine baktığında tıpkı Marlow’un gördüğü gibi yalnızca harita görür, adalet gibi ulvi değerler değil. Ezcümle bütün bunlar ortadayken, buyruk rejiminin kolonyalist mantığını yapısöküme uğratıp buna göre tutum almak önemli. Aksi durumda Kafka’nın Dava romanının girişindeki tirada takılıp bir, iki yüz yıl daha “Josef K. iftiraya uğramış olmalıydı, çünkü kötü bir şey yapmadığı halde bir sabah tutuklandı” cümlesini tekrar edip dururuz. Oysa Josef K. kötü bir şey yapmasa da tutuklanacaktı, çünkü sömürgelerde tutuklanmak bir buyruk’a bakar.
Kaynakça
Marc Fero, Sömürgecilik Tarihi, İmge Yayınevi
Achille Mbembe, Postkoloni Üzerine, Hece Yayınları
Cicero, Yasalar Üzerine, İş Bankası Yayınları
Joseph Conrad, Karanlığın Yüreği, İletişim Yayınları
Franz Kafka, Dava, İş Bankası Yayınları
https://www.gazeteduvar.com.tr/forum/2018/11/22/tecridin-otesine-bakmak